Bugündü, Çınaraltı'ydı.

Hep içinizde saklamak isteyeceğiniz günlerden yaşadınız mı?

Hani canınız sıkıldığında mesela olmak istemediğiniz bir yerde bulduğunuzda kendinizi, cebinizden çıkarıp oynadığınız bir anınız oldu mu?

Ya da hayatın öylece duruverdiği anlardan var mı sandığınızda?Ne gitmek, ne kalmak istersiniz hani. Bütün istediğiniz, o andan ibaret bir hayat. Tüm dünya o durduğunuz yer kadar kalır.Öyle günlerden biriydi, bugün.

Telaşlı yürümek, yağmur yağdıracak gibi bulutlar, sonra aralarından göz kırpan güneş, muzur ve de haylaz. İçine Nisan kaçmış bir Kasım, bahar kaçmış bir kış.

Bugündü. Çengelköy’de, Çınaraltı’ydı. Manzara gören sandalyeye ben oturdum. Öyle keyifliydi her şey, keyiften ölünürdü.

Hem kalabalıktı… İnsanlar, gazete okuyanlar, yalnız başına manzarayı seyre dalanlar, sevgililer… Hem de tenha. İnsana kendini bir başına hissettirebilecek kadar, oturduğu yerden denize baktığında. İç seslerinizi dinlemek için de gelebilirsiniz buraya, onları duymak istemez olduğunuzda, denize kulak vermek için de. Gözlerimi kırpıştırarak güneşe, etrafıma bakıyorum. Kediler…

Sonra, kollarını denize uzatmış çınar. Sadece iki adım ötesindeki, ayakucundaki denizi kucaklayamayan. Kendimi ona benzetiyorum çok kısa bir an. Olmak istediğin -ve-yani- ait olduğun yerde değilsen, kökler ne işe yarar? Ceza mıdırlar? Uzanmaya çalıştıkça, canından can kopar gibi hissederken. Belki de o karşı yakaya ulaşa yazmışken ağaç kesilmiş bir âşıktır. Kolları güçlü ama -ne fayda - ulaşamazken istediğine, sımsıkı sarılamazken. Yo hayır, ben ona benzemiyorum.

Şanslıyım, denizde yüzen balık, çınarın kollarında gezinen kediler kadar. “Daldın gittin yine…” diyor yanımdaki kendime geliyorum, “Bir çay daha söylesek mi…?”

Çay içtik, konuştuk, güldük. Kışı, güneşi, yağmuru, simitin susamlarını kucağımıza döktük.Sonra yürüdük, yokuş yukarı. Sokaklar, evler, tanıdık ama çıkartamadık. Bir yandan kaybolur gibi hissederek, bir yandan bularak kaybettiklerimizi, hangisini yaşamaktayız anlamadan, yokuş yukarı çıktık.

Güzeldi.