maya!



bayram sabahı ciciler giyip, namaza giden sevgiliyi beklemek...
et kokan ev.

sonra bu bayramın hediyesi, sokağımızdaki dede'den.
kucağıma oturuverdi hanımefendi, kalkmadı.
aldık eve getirdik.
kraliçe tavrı olan bir kız. hani bi karışıklık olmuş da sokağa düşmüş sanki.
asil.
duman neler yaptı, bağırmak çağırmak, hırlamak, dövmek dahil.
o en rahat mindere geniş geniş kurulup keyif yaptı.
gaaayet relax.

sarışın bir kız, süslü, boynuna doladığım süsü bile pek sevdi, itiraz etmedi.
ilk günler hele, sırnaştı, şımardı, kendini sevdirdi, yumuşacıktı.
ara ara hep hapşırdı:)
şimdi daha rahat o da, canı istemeyince sevdirmeyebiliyor, hapşırmaların yerini mutlu grrrlamalar aldı.
artık iyi anlaşıyorlar iki cadı.
bense gribal.
dün üç kız evde uyku keyfi yaptık.
özlemişim. öğle güneşinde ütü, telaşsız yemek yapmak, ikindi vakti kitap okumak.
bir de komşumuz uğradı, bitki çaylarıyla, iyi ki geldi, iyi geldi...


senfoni




Fotoğraf:kasımikibin7/salacak



telaş telaş.
çocuklar bıcır bıcır. akışkan, hareketli, sürekli!

"çöpünü neden camdan attın?"
"ama öğretmenim, zaten çöp arabası geçiyordu, burdaki kutuya atsam da oraya gitmeyecek mi?"

akşam karanlığında eve dönme hali, nerde buluşsak, ne yesek, nasıl yapsak.
iyi ki varsın, iyi ki yanımdasın.
kapıyı sevdicekin açması.
huzurlu ev, sıcacık.
sahlepe tarçın keyfi.
sıcacık kanepede uyuklamak.
hava nasıl olursa olsun, serin, güneşli günler gibi yaşamak, fotoğraftaki gün gibi hani.
kavanozdan çikolata araklamak.
mesnevi okumaya bile vakit bulmak.
artık örgü örmek için zaman yaratmaya çalışmak.

ve;
bayram planları, yılbaşı planları.
bu ilk başbaşa bayramımız.
heyecan yaptım ben, şimdiden.
kendi bayram geleneğimizi oluşturacağız.
"biz bayramda..." diye cümleler kuracağız ilerde.
seyahat yok bu kez, kamp kurcaz evde, huzur kampı:)
yünlerim hazır, yemek menüm de, ha bir de puzzle.

sonra geçen hafta;
düğün!
beraber, başbaşa katıldığımız ilk davet.
elele girmek, keyifle yemek içmek.
ama en güzeli dansetmek. orda sanki bizden başka kimse yokmuş gibi.
tam da o an, ilk dansettiğimiz anı hatırlamak... onun da aynısını düşündüğünü bilmek, hissetmek.

güzel bu.
beraber bir tarih oluşturduğumuzu hissediyorum artık iyice, anılar. sonra beraber edinilen alışkanlıklar. daha güzeli artık pek çok şeyi konuşmak zorunda kalmadan anlatmak. kendiliğinden yapıverdiği bir şeyin aslında en çok ihtiyacım olan şey olması.

güzel.
kendime şaşıyorum, en telaşlı zamanlar sanki ama öyle sakinim ki.
o panik kız sakinleşiyor sanki, olgunlaşmak değil ki bu, sakinleşen sular gibi, serin akan, yolunu bularak...





"SENFONİ


Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.


Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.


İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum..."

Turgut Uyar

kahvaltı


"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"


Cemal Süreya...


Pazar kahvaltısının en çok yakıştığı yerde yaşıyoruz, o yüzden de Pazar kahvaltıları en çok bize yakışıyor:) -pek kendini beğenmiş gördüm kendimi-

Erken uyanmak yok, acelem yok, daha da tembellik edebilirim ama rengarenk perdelerim, ışığı görüyorum, kalkıp, açıyorum pencereyi.
Serin hava. Ama güneşli. Nasıl bir güneş. Enerji veriyor, durduğun yerde dutramıyorsun, çıkman gerek, dışarda olmalı, o havayı solumalısın.

Çıkıyoruz.
Sadece yürümek bile yeterdi aslında, yürüyoruz, deniz, denizin olmadığı yerde yaşayamam ben, hava ışıl ışıl, yürüyoruz.

Önce kocaman kahvaltı. Abarttığım tek öğün. Şölen gibi, kutlama gibi, en sevdiğim öğün. Bir ayin gibi, kutsal. Acelesiz telaşsız. Evde yapmak da ayrı keyifli. Çaylar, meyve suları, renk renk reçeller, sosis, güneş yumurtalar, zeytinyağı içinde yüzen salatalıklar, bir yanda gazeteler sonra, sponge bob açık olabilir, mır mır huysuz kedimiz...

Bence tüm gün bile sürebilir.

Hava süper. Geliyoruz, açık büfe kahvaltı; en sevdiğim şey, evde bile öyle uygulayacağım neredeyse ben Pazar günleri.

Tabağımız hazırlıyoruz, benim maharetli sevgilim, çok fazla şeyi aynı anda taşıyabiliyor, elinde tabaklarla masaya gelirken, bir kez daha aşık oluyorum ona, bu bahar ışığının altında yüzüne bakarken, o farketmiyor.

Sonra...

Yemek, içmek, yanda deniz, istanbul, keyifle içilen birer sigara, birer çay daha, ürpermek esen rüzgarda, "ayaklanın artık" diyen istanbulun sözünü dinlemek, kalkmak, kuzguncuk'a doğru, sokaklara dalmak, evlere bakmak, ilanlara, belki burda bir eve taşınırız bir gün ne dersin...


senin kedin olmak

herkes dinlesin herkes!
dün akşam sarılmış sıcacık evimizde otururken hep bunu dinledik biz...

/

Senin kedin olmak kolay desem yalan
Gözden uzak kalmak çok zor bir an
Tırmandığım her ağaçta
Ve attığım her küçük adımda
Sen varsın hep yanı basımda
Ve aklımda

Senin kedin olmak kolay desem yalan
Yine de gözlerim hep parlıyor inan
Kıvrılmısım ayak ucunda
Uyuyorum rahat rahat yatağında
Sen varsın hep düslerimde
Ve kalbimde

Hep burnumun dikine gitsem bile
Uyumluydum isime geldiğinde
Ömür boyu tek sevdiğim sendin
Ama sanma ki sahibimdin
Senin kedin olmak kolay desem yalan
Aslında hiç yüksünmedim ben bundan
Sen ağlarken yanındaydım
Göz yaşların hala yanağımda
Ben varım ya kucağında
Sakın unutma

Gökalp Baykal

waybackintolove





Artık bir mesaiye sahip olmaya alışma hali.
Akşam eve gelince anlatacak bir sürü şey biriktirmek.
Çocuklarla olmak güzel, masum, neşeli, acayip zekiler.

Sonra haftasonu, sevdiklerimizle beraber sürpriz doğumgünü partisi.
Keyifli ötesi.
Cam kestirene, mor kazağı seçene, bulaşıklarıma yardım edene, tablomda kendi fotoğrafını arayana, gecikerek de olsa, ellerinde torbalarla noel baba gibi içeri girenlere, herkese teşekkür ederim:)

/
music and lyrics;

Bir ay kadar önce izledik.
Çok tatlı, uçuş uçuş, keyif filmi.
Notting hill’den neşeli, müzikleri kendini sevdiren film. Şarkı çok hoş, bugün pek çok kez dinledim tekrar tekrar...
waybackintolove:


kasım





Balık pişirdim ben:)

Her yeni yemek yeni bir level gibi geliyor hala. "Yumurta kırmayı bile bilmem" deyimi benim için kelimenin hani tam anlamıyla geçerliydi.

Başka; doğum günü hediyesi seçme paniği, pazar mesaisine öfke, atkıyı bitirdim aynı renkten bir de bere, önce buz gibi ev, nasıl ısınırız telaşı, sonra evi tropikal iklim kadar ısıtmayı başarabilen sevgiliye minnet duyma, bir de bir türlü geçmek bilmeyen grip.

film film film izleme.
Dün gece, kusursuz yabancı, eh işte.
Evdeyse, internetsizlik yaradı sanki, zaman bereketlendi.

Velhasıl, sıcacık bir kış.


Burada minicik duran tablomuz, evde aslında kocaman bir duvarı kaplamakta.
Bir yılın özeti, fotoğraflar, mektuplar, biletler kelimeler...
Şimdiden ne çok anımız oldu bizim.

Fotoğraf: ben









mola

Yazamadım.

Önceee; Avrasya Maratonu. Geçen Pazardı. Sabah 9da başlayan öğlen 3e dek süren bir yürüyüş. İstanbul'un damarlarında. En güzeli köprüde yürümekti, evet. Hava bizden yanaydı, çantam sandviçlerle dolu, daha ne isterim. Bu sefer hiç yorulmadı ayaklarım. Antremanlı kız oldum ben. Akşama da balık balık balık.

Ve; yıldönümü. Önce ev, mumlar, özenle hazırlanmış hediye. Sonra, Ceylan Intercontinentalin tepesi. City Lights. Bizim ev bile görünüyor, hatta tam karşısı. Balkonumuzda bakınca gördüğümüz gökdelenin tepesi. Işıklar, müzikler, romantikti sahiden. Orda öylece kalmak istedim, saatlerce. Çoooook güzeldi!

Sonra iş seyahatine çıkması gereken sevgili, huysuzluk eden ben:)

Ve Perşembe, arkadaşım, annesi ve ben maharetli bir öğleden sonra geçirdik. Ahşap boyadık. Gün sonunda çok şirin ve süslü bir kutum oldu. Öğrencem bayaa bunu ben çok eğlenceli geldi valla. Gevezelik ettik, nasıl yapsak konuştuk, çay içtik.

Kış sebzelerine sarmaktayım. Gugılda durmadan bilmem ne nasıl örülür, karnıbaharı nasıl kızartsam diye aramalar yapmakta. Ev sakin. Gün boyu okuyorum, yazıyorum, yemekler yapıyorum. Bir de örgü örüyorum:) Bu sakin hali çok seviyorum. Tek telaşım, yağmura yakalanmasına fırsat vermeden çamaşırları toplamak.

Ve de biraz teknik aksaklıktan, biraz da canım istediğinden kısa bir mola.

Daha yazacağım.

göğe bakalım


Ay ay ay!


Deryik beniiii ebelemiş.

Blog hayatımın ilk ebesi:) Pek bir heyecanlandım. Yapmaya kıyamadığım pek sevdiğim bir ödev gibi. Mevzu da tam benlik.

"kendinizi anlatan bi' şiir"miş konu.

Ben şiyir çok severim. Okumayı söktüğümden beri okurum. -yazmaya başlar başlamaz şiyir yazanların tam tersine-

Çok sevdiğim şiirleri giyerim çoğu zaman.

Cemal Süreya, ille de O. Daha iki gün önce yazmışım ya, bir de 20 şiiri vardır hani, çok severim, aynı son dizeyle biten.

Sonra Haydar Ergülen işte, sevdicek'e hediye ettiğim şiirlerden: http://mormermaid.blogspot.com/2007/03/bu-evimde-ok-gkyz-var.html

Kendimi anlatan bir şiir mi bilmiyorum, kendimi anlatmayı ben çok iyi beceremiyorum. Bu yüzden hep, şarkılara, şiirlere sığınırım. Tastamam şiiri yazar, tarihlerim çoğu zaman.

Kendimi anlatan bir şiir değil elbette tam olarak ama kendi halimi, benden iyi anlatan bir şiir. Tek tek her dizesini çok sevdiğim şiir;


Göğe Bakma Durağı


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar

Şu aranıp duran korkak ellerimi tut

Bu evleri atla bu evleri de bunları da

Göğe bakalım


Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım

İnecek var deriz otobüs durur ineriz

Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya

Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum

Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun

Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam

Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım

Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda

Beni bırak göğe bakalım


Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bu senin eski zaman gizlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor

Seni aldım bu sunturlu yere getirdim

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım

Bana dönesin diye bir bir kapattım

Şimdi otobüs gelir biner gideriz

Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç

Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin

Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat

Durma kendini hatırlat

Durma göğe bakalım


Turgut Uyar

---

Sobelemeye gelince, efsane bloggerı sobeliyorum ben bir tek;





otuzekim



"Geldin, değiştirdin tüm anılarımı..."
Cemal Süreya

/

Sevgilim,
Aşığım sana.
Bir yıl önce bugün, umutsuzdum.
Yalnız uyuyordum, yalnız uyanıyordum.
Neydi o şarkıdaki gibi "Kahvaltım anlamsızdı/Sensiz olmaz, sensiz olmaz/İlk sigaram bile tatsızdı/Sensiz olmaz..."
Bir yıl önce bugün, beni yaşamam için bekleyen, bu mutlu hayattan habersizdim.
Öylece bekliyordum, neyi olduğunu bilmeden.
Yemek pişirmeyi, ütü yapmayı ve bunların zevkli şeyler olduğunu bilmiyordum.
Severek, paylaşarak yaşanan hayatın ne harika olabileceğine dair bir fikrim yoktu.
Kalabalıklarım vardı lüzumsuz, içimde bir sürü ses, kulak tıkayamadığım.
Sen gelene dek,
bir bir sustu içimdeki tüm sesler, bir sen kaldın.
Bir yıl önce bugün,
bir evim yoktu benim, sadece kırık dökük bir çatı, altında gider ayak duruverdiğim.
Yaralarım vardı, sabırsız ve telaşlıydım.
Ağrılarım vardı, sebeplerini bilmediğim.
Sonra sen geldin, bahar gibi sevgilim!
Öyle çok sevdim ki seni, kendi gücüme şaştım çoğu zaman.
Bir insanı, bir mevsimi özler gibi, istanbul'u özler gibi özlemeyi öğrendim.
Bu aşkla ben iyileştim, güzelleştim, kendimi buldum, kendimi sever oldum.
Trene binip gittiğinde, arkandan nasıl bakardım, içim acıyarak. O otobusün ardından el sallarken sana, "bi' daha beni böyle bırakıp gitme" dedim;
gitmedin.
İyi ki.
Bütün yolları birlikte gidiyoruz. Gündüzüm, gecelerim, akşam telaşım, sonsuz şımarma hakkım, istediğim her şeyi gerçekleştirebilen kahramanım, beyaz atlı pirensim, sabah mahmurluğumsun.
Her şeyim.
Elimizi kalbimize koyarak uyurken, şimdi, kalbim senin elinde dünyanın en huzurlu uykularını uyuyorum.
Her gün, uyandığımda yanımda bulduğum için seni, şükrederek.
Senin benden ayrı bir varlık olduğuna bile inanamıyorum. Bensin çünkü sen, öyle içimdesin ki...
Seni seviyorum.
Hep daha fazla.
Hep artanım, hiç eksilmeyenim oldun benim.
Seni seviyorum, bunu anlatmak için kelimeler yetmiyor.
İstesen benden, kalbimi çıkarıp ellerine verebilirim, anlaman için.
Seni seviyorum.
Bu eşsiz yıl için ve daha yaşayacaklarımız yıllar için minnettarım sevgilim.
Seni seviyorum aşkım!

yıldıztozu




"i know that love is unconditional. but i also know that it can be unpredictable, unexpected, uncontrollable, unbearable and strangely easy to mistake for loathing, and... what i'm trying to say, tristan is... i think i love you. is this love, tristan? i never imagined i'd know it for myself. my heart... it feels like my chest can barely contain it. like it's trying to escape because it doesn't belong to me any more. it belongs to you. and if you wanted it, i'd wish for nothing in exchange - no fits. no goods. no demonstrations of devotion. nothing but knowing you loved me too. just your heart, in exchange for mine"

Dedi, esas kız, filmde.


Masal seven balık burcu kızına, görsel bir masal. Ben bunu seviyorum. Ne kadar filmekimini iple çeksem de falan filan, masal dendi mi akan sular duruyor. Hiç bitmesin istiyorum. Hayal gücü en sevdiğim ve en iyi oyuncağımdı çocukken, birazını şimdiye taşıyabildiğimi düşünüyorum.

Kitap nasıldı, filme nasıl aktarıldı düşünmesek de olur. Kitap ayrı bir güzellikti, filmse daha başka bir güzellik olmuş. Tadını çıkarmalı.

Çok çok keyifliydi, sesler, renkler, müzikleeeer...

Griler giymiş yıldız kız, cadılar, güzeller güzeli mişel fayfır, şımarık kız victoria, olağanüstü korsan robert de niro (sadece onu izlemek için bile filme gidilebilir), ölü prenslerin geyikleri, peri kızı, duvardaki gedik, gediğin bekçisi, krallık için sönen entrikalar, hepsinden daha çok aşk-masalın ta kendisi...
Elele tutuşarak film izlemek, akşam saati sinemaya gitmiş olmanın zevki. Saate bakmadan, eve yetişme derdi olmadan.

Keyifti film baştan aşağı. Kış kıyısında bahar neşesi. Çıkışta, zihinde, yıldızlardan, geceden, "mutlu mutlu yaşadılar" başka bir şey kalmıyor, kesinlikle!
Film bitip de, yazılar akarken çalan şarkı dilimde:

-Yeah you and me
we can ride on a star
If you stay with me girl
We can rule the world
Yeah you and me, We can rule the world-

-Take That/Rule The World-

gaiman


"have you ever been in love? horrible isn't it? it makes you so vulnerable. it opens your chest and it opens your heart and it means that someone can get inside you and mess you up. you build up these defenses, you build this whole suit of armor, so that nothing can hurt you, then one stupid person, no different from any other stupid person, wanders into your stupid life. you give them a piece of you. they didn't ask for it. they do something dumb one day, like kiss you or smile at you, and then your life isn't your own any more. love takes hostages. it gets inside you. it eats you out and leaves you crying in the darkness, so simple a phrase like 'maybe we should be just friends' turns into a glass splinter working its way into your heart. it hurts. not just in the imagination. not just in the mind. it's a soul-hurt, a real gets-inside-you-and-rips-you-apart pain. i hate love”


-neil gaiman-


---


böyle dio kaçık adam, güzel bir kaç gün, sakin, huzurlu, Da Vinci'nin şifresini izlemek-nihayet, 2 cd olduğunda genelde cd değişiminde uyuyakalma hali, "ehi bu film tek cd uyumazsın hem" diye dalgaya konu olmak, gene de uyuyakalmak, üstelik film de sarmıştı, ama ev sıcacık, battaniye süper, teni ısıtan sevgi anlatılmaz, ben uyumayayım da kim uyusun:)? ...Vee Need For Speed Carbon oynamak, virajları alamamak, pek de becerememek, saatlerini ps2 oynayarak geçiren sevgiliyi anlamak, yeni bir iş, takım elbise telaşı, nasıl ütülicem kaygısı, sonra dün gece; istanbul'da olmanın güzelliği, gece yarısı olsa bile, bi' adım ötede, sevdiğimiz büfe, birer sosisli, kız kulesi manzarası, Duman'ı gezdirme neşesi.





Fotoğraf: deviantart

yağmur yağmur

haftasonu, gez-toz, kadıköy, bahariye, baylan'a gideliiim, ps2 oynarken sabahlayan sevdiceke trip yapma, yağmurda çatıda gezen yaramaz kedi, blog yazmak eğlenceli bşy mi denemek, yağmur yağmur, battaniye altında kitap okumak, neskafe içmek, iyi ki çorba diye bir şey var, bu kış üşümüyorum ben, yemek kokan ev, bu kedi iki saattir nerde gezmekte merak, örgü örgü, iki ters bi düz, mor mor yünler, yumuşacık, sıcacık, soba karşısı zevki, pastırma yazının da bitişi, artık kış, en sevdiğim mevsim, kat kat giyinip yürümek, haftasonu kışlıkları indirmek, anıları toplamak, bir kutuda, fotoğraflar, biletler, yazılar, notlar, anı biriktiriciyim ben, ayak izi kaydedicisi, sonra havada buhar yapan nefesin, cama kalp çizmenin mutluluğu, tembellik yapmanın dayanılmaz hafifliği...

böyle bir kaç gün.

sesdeneme

Ses deneme…

Bir… Kiii…

:)


Arşivdeki yazılarımı düzenledim, bir isim aldım, şablon, renkler seçtim.

Yeniden basmaya başladı klavyeye parmaklarım.

Evet ben de blog yazarı oldum:)

son-bahar


Photo: Deviantart



Yaz bitti! Geçen gece, Beşiktaş’ta, eve dönerken, yerde sarı bir yaprak gördüm.


Sonbahar!


Hüzünlü falan değil benim sonbaharım. Yaz sıcağında elime alamadığım örgülerime kavuştum yeniden. Film izleme mevsimim başladı. Kafayı yormayan sabun köpüğü filmlerden, “sanat” filmlerine geçiş. Sıcak öyle bir şey ki, insanın beynini sulandırıyor sanki, izlediğini anlayamıyorsun, ne yersen ye ağır geliyor, yığılıp kalıyorsun. En sevdiğim mevsim bu. Elimden gelse, kavanoza koyar saklarım, canım çektikçe çıkarıp yaşamak için. Ya da yaz gelince, sonbahar olan coğrafyalara göç ederim. Hem evi daha birçok seviyorum şimdi, hem sokakları. Yağmur bulaşmış kaldırımlara, daha ne isterim. Gıcırdayan tahtalarıma daha da yakışıyor bu havalar. Kapüşonlu bir şey buluyorum mor, onu giyip çıkıyorum. Soğuk havalar için çorbalar öğrendim bile, (hem ramazan da kapıda) üstünden duman çıkan, mutlu ev demek olan çorbalardan. Sıcak çikolata içeriz artık geceleri, dondurma yemek yerine.


Bu hafta yolculuğumuzda bir de hırkalar ekledik çantamıza. Duman bile daha hareketli bugünlerde, en serin köşeyi kaparak saatlerce uykuya yatmıyor artık. Bienal başladı. Tiyatro sezonu açılmak üzere. Sanat tarihi kitabı okumak için de iyi bir mevsim.



/
Tavsiye: Tatlı keman sesi eşliğinde, kadın portreleri, mutlaka görmelisiniz! Gözleriniz, siyah, Asyalı ya da Avrupalı olmayan her hangi başka bir ırktan kadın ararsa, şimdiden uyarayım, bulamayacaksınız . Yine de güzel bir kolaj, sevdiğiniz birkaç ressamdan örnekler görebilirsiniz.



Şahane sahiden.“Woman in Art” : http://www.youtube.com/watch?v=nUDIoN-_Hxs



ankara







İkindi ışığı saatlerinde uçaktaydık biz.

İnanılmaz keyifliydi. Ve ben anladım ki, havaalanlarına bayılıyorum. Sevgilim, check-in yaptırırken, bir sürü havaalanı görmeyi diledim içimden. Çok gezelim istedim.

Uçuştan bir saat kadar önce alanda olduğumuz için, elimiz cebimizde gezdik tüm havalimanını. Sürekli o şaşkınlık ve mutluluk çığlıklarımdan attım. Ne çok insan, çantalar, yetişme çabaları. Ya da tam tersi, saatlerce uçak saatini beklemekte olduğundan banklarda uyuyanlar, yere uzanmış diz üstü bilgisayarıyla internette gezenler. Paşabahçe bardakları gibi sıra sıra dizilmiş hostesler. Ki bence çok matraklar, ifadesiz yüzleri ve “nikâha giden görümce” topuzlarıyla.








Uçtuk işte biz, bu kez;

Ankara’ya…


Evet, susuz Ankara’ya bu dönemde gitmek delilikti biraz :) Herkes, Ankara’dan bir yerlere giderken, (ki belediye başkanı bile “tatile gidin” demiş ya) oraya doğru gitmek. Ama biz suyun kaynağına gidiyorduk.

Nikâh şahidimiz olan parlak fikirli dostumuz çağırmıştı... Kocaman bir su deposu bulunan evinde, pek bir su sıkıntısı çekmedik doğrusu. Kendisi küresel ısınmayı çoook önceden görmüş de bir su dükkânı açmış bulunmakta :) Önceden sinek avlarken, artık gece yarıları bile su siparişi alıyormuş.





Şaka bir yana, şehre çok acıdım. Zaten gri, zaten sisli. Kuş bakışı üzerinden geçerken bile, hani Google Earth gibi izliyoruz ya uçaktan, bir duman bulutu sanki. Bir de sular kesik. Şehir sanki kocaman bir çöplük. İnsanlar gergin ve sinirli. Kokuşuk dersem ileri gitmiş olur muyum? Toz, toz, toz ve milyarlarca küçücük sinek, yürürken gözünüze kaçmaları an meselesi.





Hafta sonuysa ve İstanbul’daysan, yapacak şey sınırsızdır. Sahil kenarına inip çekirdek çitlemek bile bulunmaz bir neşedir. Üstelik bizim sahilimizde Kız Kulesi manzarası da var :) Bir çıkıp yürürsün sıkıntın dağılır. Hele camdan bakınca deniz görmekten hiç söz etmiyorum bile.


Cumartesi’ydi, Ankara’daydık ve yapacak hiç bir şey yoktu. Öğle sıcağı geçtikten sonra çıktık yürüdük. Yürüdük, gezdik, sokaklar, birkaç tarihi yapı… Soğuk binalar. Bürokrasinin yavaşlığına çok benzeyen bir insan kalabalığı, yoran bir hava, insanın enerjisini tüketen, sıkıcı bir düzenlilik hali, simetrik sokaklar; birbirinin tıpkısı, ayırt edilecek bir farklılığı olmayan. Ha bir de anlamsız heykeller, susuzlukla dalga geçer gibi akmaya devam eden fıskiyeler… Hepsi bu. Yürürken tahmin etmeye çalıştık, “bu insanlar dışarı ne yapmak için çıkmışlar acaba?” Mesela yürüdükçe hep aynı ya da çok benzer yerlere çıkıyorsun, bir sokak keşfetmek mümkün değil, biz Kocatepe Camii’siyle üç, sahaflarla iki kez karşılaştık birkaç saatte, dahası aynı kokoş ablayı da gezi boyunca birkaç kez gördüm, çok farklı yerleri gezerken üstelik. O an içimden kaçmak geldi :)

Ankara’nın, belki tek “daha iyi” yanı, trafik sorunun olmayışı ama trafik sorununu bile seviyorum İstanbul’un ben :)

Şehir turundan elimde kalan en güzel anı; Kurtuluş Parkı’nda, sular gelir gelmez, az önce sulanmış çimlere yatarak dinlendiğimiz anlar oldu. Mır mır kediler gibi. Bilmem kaçıncı şişe suyumuzu içip, uzanıverdik çimlere. Ağaç gölgesi pek bir hoşumuza gitti.

Kaldığımız evin terası öyle sefalıydı ki, ilk kez yıldızlara bakarak, hamakta sallanarak uyumanın keyfini yaşadık. Beşik gibi. Şehir ışıkları, yıldızlar, karşımızda Ankara Kalesi, eşsiz gece ışıklandırmasıyla Anıtkabir… Hepsinden öte; gece. Karanlıkta tek ses, sallanan hamağın sesi.
Ve dönüş; ulaşımın en ileri teknolojisinden, çok daha ilkeline hızlı bir manevra.

Tren! Müzik gibi sesi, tin tin tin. Sonra yemekli vagon keyfi. Kafayı çıkarınca yüze çarpan rüzgâr, “şimdi biz nerden geçiyoruz” diye sormak gecenin bir saati…

Güzeldi.

Hamiş: Bir de, bu yolculukta bize, Maeve Binchy’nin “Aşk Mutfakta Pişer” kitabı eşlik etti. Yolculuk için, uzun plaj miskinlikleri için ideal, tavsiye olunur.









Fotoğraflar: Ben

omlet

Pazar bugün.

Pazarları seviyorum artık ben. Şimdi içime akan bir sıcaklıkla, Onun mutfakta bir şeyler hazırlamasını izlerken düşünüyorum.

Pazar’ları seviyorum artık. Büyük, uzun Pazar kahvaltılarını. Hafif sabah yürüyüşlerini, sabah mahmurluklarını seviyorum. Saati işe gidilecek bir günmüş gibi kurup, sonra kapatıp uykuya devam etmeyi seviyorum. Zıp diye yatağa atlayan Duman’la telaşsız oynamaya bayılıyorum. O, sofraya yiyeceğimiz kadar reçel, peynir getirerek mutlu oluyor. Bense kocaman peynir dilimleri görmeyi seviyorum, derin bir tabağa kavanozun yarısı kadar reçeli koyarsam seviniyorum.

Pazar günü benim için “Güneş yumurta”ya çıtır ekmek batırıp patlatmanın mutluluğu demek. Harika omletler, zeytinyağı ve domates, sosisler demek. Bütün gün Cnbc-e’deki dizi tekrarlarını izlemek demek. Simpsons’a hastayız, bir de My Name Is Earl’e. Pazar günü, kahvaltıyı Sponge Bob izleyerek yapmak demek. Kocaman kahkahalarla. Bütün bunları yapmazsak, hızla hazırlanmış hafif bir çantayla yola çıkmışız demektir. Kedimiz evde bizi bekliyor demektir.

Pazar gazetelerini de unutmamak lazım, kahvaltı üstü kahvesiyle tembel tembel onları okumak ayrı bir zevk. Her bir köşe yazarını ve bütün ekleri, bütün röportajları. Omleti zıplatıyor şimdi tavada. İlginç bir tarif bulmuş övünüyor.

Diyorum ki, “Bu omlet… şey gibi kokuyor…” yüzüme bakıyor merakla, bir şey söylememi bekliyor…“Mutlu Pazar günü gibi…”

tatil

İstanbul’un üzerinde bir buhar tabakası var sanki. Hareketlerim yavaşladı. Gün boyu su tüketiyorum durmadan, bir de dondurma.

Ben yazı sevmezdim, bu yazı sevdim. İlk haftalar sauna etkisi yaşarken, şimdi artık öğrendim. Çatı katı nasıl havalandırılır, günün hangi saati neresi güneş alır biliyorum. Kitap okuyarak, siesta yaparak geçiyor vaktim güneş tam tepedeyken. Tüm gün şezlongtayım sanki. Öyle bir huzur. Ağaç gölgesi sakinliği, trafik değil ezan sesi mutluluğu. Duman Kız gelip kulağımı ısırmasa, uyanma vaktini anlamayacağım…

Gün dönünce, hafif tarifler, salatalar, yaz tarifleri deniyorum. Buzlu çaylar hazırlıyorum, meyve salataları.

Akşam serininde sahilde yürüyoruz. Bizim gibi, dondurma seven kedimizle beraber. Sonra filmler izliyoruz.

Ben bu yaz, ilk kez kendimi tatilde gibi hissediyorum. Herkes tatil planları yaparken, ben hafta sonu uzaklaşmalarına bile üşeniyorum. Bütün derdi bacağıyla karnının aynı tonda bronzlaşması olan yaz tembellerinden farkım yok.

Ben bu yazı seviyorum.

/

Akşam izlediğimiz filmlerden bir demet:

lallalallalallaaaaaaaaaaaaaaaaaaa


http://happytreefriends.atomfilms.com/index.html

Özellikle; "Eyes Cold Lemonade" izlene!

Dr. Google


Bir mikrodalga fırınım var artık. Kendisi oldukça hassas bir cihaz. Pilav koyarsan mesela, yeni pişmiş gibi çıkabiliyor içinden. Ama yumurta haşlamaya kalkarsan, o yumurta bir molotof kokteyline dönüşebliyor.


Dr. Google’a sorarak, detaylı bir araştırma yaptığımda, kullanma kılavuzunu bile okumama gerek kalmadan, nasıl kullanacağımı öğrendim. Hatta bir takım muzur fikirler bile edindim. Misal, Cd koyup mikrodalgayı çalıştırırsam, mavi bir ışık şovu elde edermişim.
Bunu yaparken, bir an durup düşündüm de, ne çok şeyi Google’dan öğrendim meğer. Bunun artık gerçek insanlarla muhakeme etmekten çok da farklı olduğunu düşünmüyorum, çünkü birçok insanın fikrine, deneyimine, bilginin her türlüsüne ulaşmak mümkün.
Şimdiye kadar, film kritikleri, sanal sergiler, hatta okuduğum okul yüzünden yaptığım araştırmalar… Oturduğum yerden her şeyi takip edebiliyordum sahiden. Hani hakikaten de, “dünya’ya açılan pencere”den farksız.
Derken şimdi “Sararmış bir gömlek nasıl beyazlatılır?” diye bile sorabiliyorum. En güzel yönlerinden biri, gecenin bir yarısı kafaya bir şey takıldığında, hani alerji dökersin de tatlı tatlı kaşınır ya aynen onun gibi bir hisle, merak ettiğim bir şey olduğunda, bir oyuncu ismi, bir kitaptaki karakter, başını hatırlayamadığım bir şarkı… bütün bunları anında çözebilmek.


Google gerçekten, özellikle şu son 3 ay çok işime yaradı. Kafama ne takılsa, telefonla açıp sormaktan farksız bir şekilde öğrenebiliyorum. Domestik sorulara da net cevaplar veriyor.Üstelik bazı soruları, gerçek bir insana sorsanız güler. Ama Google bu konuda çok anlayışlı bir arkadaş. “Soğan doğrarken gözlerim yaşarmasın diye ne yapabilirim?” diyorum, kesinlikle üşenmeden cevap veriyor. Bunu bilmediğim için beni ayıplamıyor, hatta benim gibi bilmeyenler olduğunu da gösterip, kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Ukalalık yapmıyor, “ooo ben senin yaşındayken…” gibi triplere girmiyor.

Ne bileyim, bozuk bir elektronik nasıl tamir edilir, hafta sonu ne yapsak acaba, akşama ne pişirsem, selanik örgü nasıl yapılıyordu, gibi sonsuz soru seçeneğim var.

Dahası aynı soruyu 50 defa sorabiliyorum. “Su bazlı boyayla diğerinin farkı neydi kuzum Google?” diye, bilmem kaçıncı kez soruyorum da, yine de bana aptal demiyor. (Heh he evi boyuyoruz da!)


Ayrıca, yanıtlayamadığı soru yok!

Pazar Yürüyüşünün Ardından

Sabahın ilk saatleri, Salacak…

Rüya gibi.

Ilık bir hava, usul usul esen rüzgâr yüzümüze değerken, sabah mahmuru gözlerle denize baktık.

Bir de gelip geçenlere tabi,

İlk dikkatimi çeken, marka eşofmanlarıyla koşuyormuş gibi yapan, sarı saçlı (çıtır) bayanlar oldu. Hangi saatte uyanıp da, fönlü bir şekilde evden çıkmayı başarabilmişler anlayamadım.

Bunlar zaten formda olduklarından ve bu manzaranın keyfini birlikte çıkaracak biriyle olmadıklarından, amaçları bellidir; enerjik sportif ağabeylerle muhabbet kurmak. Bunlara dikkat etmelisiniz, incecik bir sesleri vardır ve her an ayak bileklerini burkabilir, kendilerini sizin önünüze atabilirler. Ya da, hani hiç de nasıl geçtiğini anlamaz bir edayla, saati sorabilirler. (Ben öyle anı yaşayan biriyim ki, saatten haberim yok…) Bunların bir kısmı, kulağına walkman takar, bir kısmı köpek gezdirir.


Bu kızlar genelde şu tiplere takılırlar; yine kulağında walkmaniyle, Dünyaya aldırmıyormuş da tüm meselesi koşmakmış gibi bakan cool gençlere. Sabah yalnız yürümesinden de bellidir ki, zavallıcık yalnızdır.Çift olarak gezenler de vardır. Bu türlerden kız olan, topuklu pabuç konseptindedir. Birlikte ağır ağır yürümekte, manzarayı izlemektedirler sanki. Kızın elindeki güle, çocuğun elindeki üniversite hazırlık kitaplarına dikkat lütfen :p

Dershane başlamadan buluşmak için, sabahın bu kör saatinde birliktedirler. Kızın ayakları vuracağından, bir banka oturmaları an meselesidir.


Sonra, koşmak için çıkmış “şişman teyzeler güruhu” var. Bu teyzeler, yalnız gezmez, olaya mahallecek katılırlar. Genel çıkış saatleri, “sabah namazından sonra”dır. Nefes nefese hızlı hızlı yürürken, mahalle gündemini de kritik etmekten geri kalmazlar. Burada ilginç olan, siz bir tur atıp döndüğünüzde, onları oturmuş salatalık doğrayarak, pikniğe hazırlanırken görmenizdir. Formda kalmayı başarmış, yalnız, (orta) yaşlı teyzelerse, son derece bakımlı çıkmışlardır yürüyüşe. Onları hafif allıklarından ve beyaz eşofmanlarından tanırsınız.


Bu teyzelerin mukabil ve muadili olan “yaş yetmiş iş bitmemiş” amcalar vardır ki, gülmekten öldürürler insanı. Kollarını iki yana açarak, doğduklarından beri spor yaparmış da, bu üçgen vücutlarını ona borçluymuş gibi yapar, bu yürüyüşü bir atletle yaparak göz zevkinizi bozarlar. Ama bu bakımlı ve şık teyzeler onlara bakmazlar.


Biz de kıyıdaki teknelere bakıp, amcalardan birine nasıl kiralanır sorup, denize açılma hayali kurarak, bu yürüyüş klişelerine kapılmış olduk. Bir de tabi hemen o an, “biz bunu her sabah yapalım” falan da dedik…


Ama hangi gruba giriyorduk biliyor musunuz?

Arada romantik takılan, “deniz hiçbir yerde buradaki gibi değil” diyen, Kız Kulesi'ne bakıp elele yürüyen, yakalamaç oynayan, arada da etraftakileri gözlemleyip kikirdeyen genç çift. Bizi, "tıpkısının aynısı" spor ayakkabılarımızdan ve aynı renk giyimlerimizden tanıyabilirsiniz.


(Öff, çok banaliz biliyorum)



Fotoğraf: Ben

Duman Kız



“İmkansız şey

şiir yazmak

aşıksan eğer
ve yazamamak aylardan nisansa”


Orhan Veli.




Bahar geldi. Mart’ta doğdum ben. Yılın bu zamanı en sevdiğim aylardır. Bahar temizliği yapmak için ideal zamanlar. Çıkıp sahilde yürümek için. Kıştan kalma hüzünleri havalandırmak için. Kedi edinmek için ama en çok…Kediler yerleşik hayatın simgesidir. Çünkü ev nedir bilir kediler. Evin yolunu bulurlar, ne kadar uzağa bırakılırlarsa bırakılsınlar. Geri döner, gelirler. Bir tek kez, bir tek yeri ev bellerler ve hiç unutmazlar. Dahası, bir kediniz varsa, sizin de dönecek bir eviniz var demektir. Evde bekleyeniniz, yolunuzu gözleyeniniz…

Kitaplara en çok yakışan canlıdır onlar. Örgü şişlerine, sallanan sandalyelere, yüksek tavanlı evlere, daktilolara, çatı katlarına… Karakterleri vardır sonra. Muzur ve şakacıdırlar. Karşılıksız sevgiyi bilirler. Dediğim dediktirler. Koyduğunuz yemeği, kendileri isteyince, kendileri istedikleri kadar yer onlar. Terliklerinizi getirecek kadar eğitemezsiniz ama terliğinizin içinde uyuyuverebilirler.

Bir kediye sahip olamazsınız, kedi sizi sahiplenmedikçe.




Ben (Shrek filminde de bize göz kırpan) Çizmeli Kedi’yi, bir de Garfield’ı tanırdım yakından. O da kitaplardan. Oya Baydar’ın “Kedi Mektupları” kitabını okumuştum sonra. Birbirlerinden uzak olan, arkadaş kedilerin, birbirlerine yazdıkları ve insanlara koku bırakarak yolladıkları mektuplardan oluşuyordu. Kedi hayaliyle okumuştum onu da, ama hiç kedim olmadı.

Şimdi, duman renkli bir kedi kız kalbime girdi, evime yerleşti. Uslu bir balık burcu kızı kendisi. Yazı yazarken, film seyrederken, yemek yaparken gelip sokuluyor. Evden ayrılırken arkamdan ağlıyor, gelir gelmez hopluyor ama son derece cool bir ifade takınarak. Ben bu duman kızı çok seviyorum.




“Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu sonyıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa birdeliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri biryerde, bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerincekatıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işesanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, okatın uykusunu yaşarlar.”


Bilge Karasu




Fotoğraflar: ben

Öğrenci Evi Nedir?

Öğrenci evleri; sakinlerinin, her konuda son derece rahat oldukları evlerdir. Ortada bırakılan bir havlu ya da toplanmayan bir sofra asla mesele edilmez. Dahası yeniden kurmak derdi yok diye sevinilerek başına geçilir.

Buzdolabının üstünde bulaşık ve çamaşırlarla ilgili bir liste vardır. Benim gördüğüm liste o kadar eskiydi ki, listedeki isimler artık o evde yaşamıyorlardı. Hem bizde pazarlık yapmak hep vardır ya bilirsiniz, “çok yorgunum sen benim sıramı al, ben de senin yerine yarın akşam yıkarım olur mu?”
Ortada bulunan her şey; sigara, pil ve benzerleri özellikle, kesinlikle kamu malıdır. Üzerinde hak iddia etmek yersizdir.

Faturalar, vaktinde ödenmesi şart olan şeyler değildir mesela, rahat olun. Para zaten çok dikkatli harcanması gereken bir şeydir ve fatura mümkün olan en geç tarihte ödenir.

Temizlik günü olarak belirlenmiş güne riayet edildiği görülmemiştir. En sonunda biri, salonda koltuğu bulamadığında olaya müdahale eder. Eğer yetişilecek bir ders, ya da acil bir iş yoksa kimse sabahları uyandırılmamalıdır. Yayılmak serbesttir. Öğrenci evi; akşam pişirilecek diye ıslatılan nohutun ancak filizlenmek üzereyken pişirilebildiği evdir. (Ben, kendim, bizzat gördüm!)

Bugün, benim de ıslanacak nohutlarım, kuruyacak çamaşırlarım var.

Güneş yokken de gezebildiğim yerleri yazmak isterdim. Sokak lambalarının, Salacak’a nasıl da yakıştığını ilk kez gördüm. Bankta oturup, Kız Kulesini izledim. İstiklal’den aşağı karanlıkta ilk kez yürüdüm, hem de korkmadan. Yol arkadaşım, yorulunca dinlenilecek durakları iyi biliyor. O bir gezgin, geceler ve sokakları, onlar da onu biliyor. Ben uzun yürüyemezdim. Üşengeç bir balıktım ben.

Ne diyordum...Evdeyim bugün, evde ses olsun diye neden televizyon açtıklarını anladım... Kumandaya bastım, sessizlik yerine ses istediğimi fark edince. Şahan’ın taklidini yaptığı teyzelerin, gerçek olduğunu tespit ettim. Kadın programları bitmek bilmiyor. “Program teyzeleri” her konuda ahkâm kesebiliyor.

Bir de, ayrılan, barışan ünlü güruhu var. Bunlar da “televizyon aracılığıyla” seslerini duyuruyorlarmış. Cevap hakkı doğan karşı taraf, anında bağlanıyor da, Allah’tan, mesele açıklığa kavuşturuluyor. Sonracığıma, “yetkililere” seslenenler var. Televizyonu şikâyet kutusu zannedenler. Yemek tarifleri kuşağı diye de bir kuşak var sanırsam.

Evde olmak yaradı walla...

İnce Elek







Evliliğe ve evime alışarak geçiyor günlerim. Bu çok başka bir keyif. Her şeyin senin yerine düşünüldüğü sistemden çok farklı. Kendi yemeğini yapmak, kendi çamaşırını yıkamak...

Kanepenin üzerine bıraktığım montumun, ben kaldırmazsam kalkmayacağını anlamam birkaç günümü aldı. Her konuyu iki kişilik düşünmeyi öğrenmekse, daha çok zamanımı…En ilginci, kurallar içinde yaşarken önceden, şimdi kural koyucu olmak. Akşam yemeği kaçta yenecek, alışveriş ne zaman yapılacak gibi şeylere beraber karar vermek.

Yapmaktan hiç hoşlanmayacağımı düşündüğüm şeyleri, zevkle ve hevesle yapıyorum şimdi. Evde beni kocaman bulaşıklar, yıkanacak çamaşırlar beklese bile, koşarak geliyorum. Çünkü orası benim evim.Takıntılarımı, gereksiz alışkanlıklarımı kapıda bıraktım sonra. Gece kremimi sürmezsem uyku tutmayan ben, beyaz sabunun keyfini çıkarıyorum. Kozmetik kullanmıyorum. Sigara dumanından rahatsız olmuyorum. Sadeleşiyorum.

Beyim kişisi her gün beni şaşırtacak bir şey yapmayı başarıyor. Geçen gün soda kapağını ağzıyla açtı. Açacak getirmeye yeltenmişken, öylece bakakaldım. Oldukça becerikli ama kabul etmese de sakar! İlk haftadan yemek takımımız bozuldu, (artık 10 kişilik ne yazık ki). Ben de ona rahatça kırabileceği tabaklar, bardaklar aldım.

Çeşitli icatları var. Evdeki televizyona anten olarak, ‘kinder sürpriz’ jelatini taktı mesela. İnternet bağlatmadan önce gece çatıya çıkabiliyordu, kablosuz internet bulmak için. Şimdi de telefon bağlamadan, modemi bağlayıverdı eve.

Bir gezginle yaşamak böyle bir şey demek… Onun için her şey halledilebilir ve her şeye çözüm bulunabilir. Hiçbir şey imkânsız değil. Bazen, beceremediğimde her hangi bir şeyi telaşa kapılıyorum ben, sakinliğini telaşıma bulaştırıp gidiyor.

Neydi o şiir, onun gibi…

“beni ne yap biliyor musun
beni yont beni arıt beni ayıkla”

*Sevgili okuyucu, içinden, “İyi ki evlendin, yaz yaz bitiremedin” diyorsun belki. Yeni bir kitap okuyorum. Yeni bir film. Yeni bir şiir. Yeni bir ülke keşfediyorum...

*İnce elek/Metin Eloğlu

Bu Evimde Çok Gökyüzü Var


Evim çatı katında.


Deniz görüyor. Penceremin kenarına oturdum şimdi, elimde kahve. O çok sevdiğim takımlarla hani. Kahve yudumluyorum. Gözlerimde önce pencere önü mor menekşelerimiz, sonra deniz.


Rengarenk perdelerim var benim. Yürürken tıkırdayan yerlerim.


Başımı koyduğum bir omuz var sonra.


Burası benim evim.


Sevgili okuyucu,


Bütün masalı baştan yazmak isterdim. Nasıl tanıştığımızı, onun kararlılığını, benim inadımı anlatmak isterdim. Nikaha geciktiğinde nasıl da korktuğumu, gene de kahkahalarımın gelin bekleme odasının duvarlarında nasıl çınladığını anlatmak isterdim.


Ben bilmezdim bütün bunları. Sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlamayı, akşam beraber tv izlemenin mutluluğunu, zil çalınca koşarak gidip açmayı.


Ne kadar uzakmışım meğer, tedirgin olmadan uyumaktan. Huzurlu ve sakin olmaktan.


Hoplaya zıplaya giden bir gelin oldum ben. Şimdiye kadar klişe bulduğum şeyleri ardı ardına yapıyorum. Birazdan çamaşırlar asılacak misal, akşama da ne pişirsem diyorum.


Herkes bilsin istedim;


ben ev-len-dim!


'Sözlerime gülecek kadar yakınıma hoş geldin

ne yakınmış meğer, aşk yüzünü güldürsün

kocadığında dedikleri gün!

Aynalara yeniden hevesim geldi,

güldürdüğün yüzümü göresim geldi!

Pek sevindirdin de ben,

bıraktım dünyanın işini bu dünyaya:

Kutsal bir işim var dedim,

Tanrının sevdiği bir iş: Seni sevmektir görevim.'


Haydar Ergülen