"open up your heart"

Günaydın,

2009’u tam da istediğim gibi bitiriyorum.
Birikmiş işlerim tamamlandı. Yılın son gecesini de, çalışarak, sevdiğim işi yaparak ve mutlu bir yorgunlukla sabaha çıkardım.
Yılbaşı çılgınlığını pek sevmem, ama zaman muhasebesi yapmayı, planlar, hedefler, istekler belirlemeyi, kendimi yenilemeyi, zorlamayı severim. O yüzden her yeni yılın getirdiği başlangıç hissini de. Her Pazar akşamı haftayı değerlendirmeyi, gelecek hafta için iş planı, menü planı, istek planı, bütçe planı yapmayı sevdiğim gibi.

Bazı üzüntülerimiz, kayıplarımız oldu hayatın genelinde olacağı gibi, ama güzel bir yıldı. Kırmızı kaplı defterime baktım, yazdığımı bile unuttuğum dileklerim olmuş, hedeflerimin çoğunu gerçekleştirmişim, verdiğim kararlardan caymamışım. Birilerine kızmışım, birilerine üzülmüşüm, gezmişim tozmuşum, ama bir şey değişmemiş; Birini yine hep daha çok sevmişim. Hep daha çok.

Şimdi bugün dinleneceğim ben. Yine eski yılın muhasebesi, yeni yılın planları, umutları. Uyuyacağım, güneşte yürüyeceğim, film izleyeceğim.

2010’a çok fena hazırım:)

Bu da yılın son şarkısı:

http://www.youtube.com/watch?v=m4tcRlHY-3Q

Dinleyemeyen posta kutuma not bıraksın, yollarım.

Afm Fitaş Hamamları

Uzun zamandır sinemaya gitmemiştik. Vakitsizlikten değil sadece, evde izlemenin konforundan belki. Eskiden günaşırı giderdim. Bayılarak. Zevkler, alışkanlıklar çok değişiyor.

Velhasıl Avatar'ı bahane ettik, sinemaya gittik.

Sorumsuzluklarından kaynaklanan bildik olaydan beri, Fitaş'ı bir sevmeme nedenimiz daha vardı. Ki zaten, pera, emek, atlas gibi ruhu olan salonlar varken tercih etmiyoruz. Alışveriş merkezinde sinemaya gitme alışkanlığımız da yok. Ruhsuz, saçma. Fastfood yemek artı sinema halleri bize göre değil.

Neyse, dün akşam bir gaflet, gitmiş bulunduk. Ne lanet bir fikirmiş. Fotosentez yapamadığımızı unutmuşuz. Rahat 500 kişinin olduğu koca salonun klimaları "nedense" çalışmıyordu. İlk bölümde (hala filmlere ara verilmesini anlayamıyorum da o ayrı bir yazı konusu) korkunç bir durumdaydık. Bir kaç yıl önce olsa, o astım krizlerimden birini yaşardım. Büyük ölçüde iyileşmiş olmam şanstı sadece. Ara verildiğinde, bir kaç kişi uyardı, açacaklarını söylediler. Film başladı, yok resmen üç boyutlu gözlükle birer kese verseler olacakmış, gözlük camları falan buğulanıyor öyle bir iğrençlik. Yarısında çıkardık ama o kadar saygısız değiliz ve hareket kabiliyetini kısıtlayan daracık koltuklar, koridorsuz salon zaten buna izin vermiyordu.

Çıktığımızda ilk konuştuğumuz görevli "napiyim o zaman gelmeyin siz de..." dedi, bir diğeri de; "kem küm gak guk" dedi. Bir açıklama, hiç değilse "arıza vardı özür dileriz" gibi cümleler yoktu.

Üç boyutlu bilmem ne filmi gösterseniz de, ilkelsiniz işte. Sorumsuz, ilkel, berbat, kabus, kötü, özensiz, savsak... Hepsi bir pakette. Nefes alamıyoruz yahu! Nefes alamadıktan sonra, ne film ne başka bir şey. Ne sineması, ne bilmem nesi, basbayağı bir ticari kurum ve daha fenası, kötü bir ticari ruhum, kalitesi günden güne düşen ve müşteri memnuniyetini önemsemeyen.

Dilerim bir gün hepiniz ekipcek, o havalandırmasız salonlarda 3 saat kapalı kalırsınız da anlarsınız.

Afm sinemaları mı?

Gitmeyin. Gitmeyin. Gitmeyin.

yorguuun

En son geçen hafta kuaföre gitmiştim. O günden beri dışarı çıkmadım. Yaklaşık 10 gündür bitkisel hayattayım. Arada, kuzen, öğrenci, postacı falan geldi bir kaç kez. Gecem gündüzüm karıştı. En son bu kadar yoğun bir şekilde, bir yıl önce çalışmıştım ve yeni yıla böyle girmiştim. Yine aynısı. Ev berbat. Ben daha berbat. Gözümün altında mor halkalar. Yapılmayan maskeler, sürülmeyen kremler. Kendim için yaptığım tek şey, lens takıp çıkarmak. Onu da ileri derecede dört göz olduğumdan unutmuyorum. Evet şikayet ediyor gibi duruyorum farkındayım, ama yakınmaya ihtiyacım var. İşimi seviyorum. Mutluyum da. Sadece aşırı yorgunum. Aşırı bitkin. Aşırı uykusuz. Yorganın altında üç gün uyuyup uyanıp insanı o en yormayan kitaplar okumak, okuduğum kitapta imla hatası veya anlam bozukluğu falan bulmamak, hayal kurup dinlenmek, kitabı kafamdan tekrar yazmak istiyorum. Acilen kendimi toparlamam gerek. Daha 2010 ajandamı alamadım. Ekmek yapmak istiyorum, bugün yapamadım, hızla akşam olmuş. Battaniyem duruyor. Aslında dizimi örtüyor artık :) En son izlediğim film gerzek bir şeydi. Dizi dersen, fringe izliyorum, o da yemek yerken. Sevgilimi özledim. Boş boş oturmayı özledim. Boş boş otururken bile hani okulda ertesi gün sınav vardır bilirsin, ders çalışmasan da içini bir şey kemirir o hisle oturmak da sinir bozucudur. Aynen öyle. Birikmeyen ütüler istiyorum, hop kendiliğinden ütülenen. Bir aydır bitmeyen bir kitabım var, söylemeye utanıyorum. 10 Muharrem geliyor, aşure yapamadım. Aralıksız çalışıyorum, ara verirsem, anca kişisel işlere vakit buluyorum, ev zaten elleri kolları olan ve bakıma muhtaç bir organizma, bunu da hala anlayamıyorum.

Neyse işte, bu yakınmaların sonucunda bu akşam itibariyle maratonum bitiyor. Kutlamaların ilk ayağını, evi insani koşullara getirerek başlattım, devamı ise son derece sığ bir şekilde, elimde battaniyem batıp çıkarak, "ulan bu bihter niye hala yürümeyi öğrenemedi", "sinirlenmekten anladığı bakışlarını bir noktaya sabitleyip dudaklarını büzüştürmek" falan gibi banel yorumlarla aşkı memnu izleyerek sürdürücem. Sonra artık yeterince şanslıysam, belki bir kaç gün buralardan uzaklaşır mıyız bilmem. Aslında yetişmesi gerekenler yetişti ya, şu an yeniden on kaplan gücünde ve mutluyum.

La la la la laaaaaaa!

lütfen

* Saba tümer'e rica: sooonaa değil: sonra. "Eee soonaaa pekii?" değil. Son-ra. Hiç zor bir kelime değil. "Soonaaa" diyerek keşfedilmeyi bekleyen manikürcü kıza benziyor farkında değil.

* Mehmet Ali Alabora'nın, korkunç yürüyüşü ve konuşmasıyla oynadığı reklam yok olsun. Aile torpili gibi bir faktör olmasa hiç bir yerde göremezdik kendisini sanırım. Aşırı antipatik. Hödö hödö bir yürüyüş. Bankadan da soğutur.

* Aynı türün bir diğer örneği olan -ki ne kadar da denklermiş birbirlerine meğer- doğa rutkay insanı gülmekten soğutan kahkahasıyla bir mağaraya saklansın, kalan ömrünü orada geçirsin. Oynadığı reklamda, kredi kartı ve "babanız yapmaz" diye parlak bir fikir zannetikleri kabus espriyi 5000 reklamda daha kullanmasınlar lütfen. Ve babası lütfen bir kerecik "kendini" oynamaktan vazgeçsin.

* Turkcell'in 3g reklamları ne kadar antipatikse, Vodafone'unkiler bir o kadar sempatik. Hakkı devrim'in "nasılsın evlat" dediği yere bayılıyorum. Şafak sezer'in taklitlerinde gülmekten ölüyorum.

* Toyota reklamındaki deniz özbey sesi, hep fon müziğimiz olsun. Kendisini ne çok özlediğimizi hatırlatsın.

* 1 Kadın 1 Erkek artık bitsin, tadında kalsın.

* Paranormal Activity'i kimse izlemesin. Korku filmi değil, komedi filmi. Ve bütün sorun, kadının yatağın yanlış tarafında yatmasında, olayın çözüm noktası bu bence.

* "Elimi siz tutar mısınız" diyen lösemili çocuk içimi parçalıyor, ne konuya ne amaca odaklanabiliyorum, kalbim lime lime oluyor. Çocuk üstünden duygu sömürüsü odaklı reklam yapılmasın.

* Lost artık başlasın.

* Biri acun'a "yetenek sizsiniz"in korkunç bir kelime oyunu olduğunu söylesin.

* Evet, bir kelime oyunu dehası daha; "cincincincincin çıkıcak"lı reklam. Hangi beyin fırtınasında esti çok merak ediyorum. "Jean, e cin gibi, jean jean çıkıcak, cincin çıkıcaaak, şarkı da olur lan bu, evrekaaa!"

* Okan Bayülgen haftada 6 gün program yapsın. E 1 gece uyur ya da dışarı çıkarız:)

* Sinemalardaki birbirinden berbat ve özensiz türk filmleri istilası kalksın.

* Yılbaşında televizyonlarda bir kerecik; embesil dansözler, korkunç şarkıcılar, canlı olmadığı halde yeni yıla saniye saymalar, bilumum saçmalık olmasın, bir kerecik.

* Digitürk yağmurdan, fırtınadan etkilenmesin.

Ve artık kar yağsın!

18122009

*Vapura bindim bugün, fındık kabuğu gibi sallandı. Evet karşıya geçmek için en ideal gün değildi ama işim vardı. İçim ürperdi bir ara. Ben gidersem ne yapar acaba diye düşündüm. Hiç aklımıza getirmediğimiz haller. En sevdiğim şey, vapurda tost yemek, vapurda kahvaltı etmek... Bugün sahlep içen çoktu, pek sevmem ama üstüne döktükleri tarçın şahane koktu.

*Yağmur bir anda boşanınca, kadıköyün en bi' seller sular bölgesinde, neden 5 boş taksinin beşi de almaz:) Taksiciler bir garip yani:) Neyse ki bunu gören 6. merhametli taksici hooop duruverdi.

*Son keşfim Francala bu arada! Şahane bir ekmek.

*Dün geceki Şebi Aruz törenini kendi olağan kongresi zannederek konuşmasını uzattıkça uzatan siyasileri bal yapmaz arı ilan ediyorum. Rica ediyorum seneye de konuşma yapacaksanız, "bu topraklarda yetişen" mutasavvıf olarak "hacı bektaşı veli", "yunus" ve "mevlana" diye saydığınız üç isme bir yenisini ekleyin. Bu da size ödev olsun. Daha bir sene var, vakit uzun yani.

*Biz bugün, her yeri sel götürürken, birileri şikayet ederken, sokakta şemsiyeler satılırken, insanlar koşa koşa yağmurdan kaçarken; sakin, telaşsız, konuşarak, gülerek, ıslanarak, adım adım, yağmurda yürüdük. İstiklal'e yılbaşı gelmiş...

*Geçen yıl beni bezdiren bir belgesel serisinin devamı geldi. Konu Naziler. Onlar hakkında toplamda 20 saatlik iş yaptım. Herkese hitleri anlatıyorum bu aralar:)

*Bir kaç haftadır çok yoğun çalışıyorum. Klavyeye günde kaç bin tık yapıyorum saymak imkansız. Dün bir ara klavyeme acıdım, yenilesem mi, harici mi kullansam falan, tıp tıp aşınıyor tuşlar... Kelimeler çok bin, hepsi birbirinden keyifli. Çok yorucu ama çok tatmin edici. Az uyku. Kahve de içmiyorum, "iş yetişecek" cümlesi otomatik kafein etkisi bende.

*Animal Planet izleyen varsa şu sıralar bana el sallasın:)

İşte böyle.


Bir haftadır çok uykusuzum. Yattığım yeri bilmiyorum sanki gece. Ki çoğu zaman da günler ve geceler karşıyor. Geç yatsam da erken kalkıyorum sonra gün içinde hop fişim çekiliyor uyuyakalıyorum, kısa bir uyku sonra uyan hop yeniden. Kahveye bile ihtiyaç duymadan çünkü yetişecek şeylerin varlığı bünyeme kahve etkisi yapıyor. 3 makine ütüm var, bakışıp duruyoruz, ütülenmeyi bekliyorlar, içilerinden lazım olanları ütüleyip giyioruz onlarla ilgilenecek vakit yok.

evren yaz 0000'a yolla, "ışık" cebine gelsin!




Ben şu evrene mesaj gönderme hadisesini bir türlü anlayamadım, anlayamadım, anlayamadım. Benim bildiğim bir merci var, dilek, istek, talep ve benzerlerini direk oraya iletirim. Direk. Mektubun yanlış adrese gitme riski yok. Bazen olduğu gibi anlatırım, bazen naz yaparım, bazen mektup yazarım, bazen olgun davranır sadece ister ve beklerim. Şimdiye dek, boynum bükük döndüğüm, geri çevrildiğim hiç olmadı. Kafama takılır bir şey, içinden çıkamadığım olur, sorarım, sessizce beklerim, yanıt mutlaka gelir. Beni cevapsız bıraktığı hiç olmadı. Karanlık bir odada çaresiz kaldığım ve köşeye sıkışmış hissettiğim hiç olmadı. Umutsuzca bir şeyleri tırmaladığım, asıldığım veya dolap beygiri gibi aynı yollardan geçip durduğum, aynı duvarlara çarptığım hiç olmadı. Haliyle hayatın getirdiği zor günlerim olduğunda bile huzurum hiç kaçmadı. Bu yüzden başkaları “çok güçlüsün” dediğinde şaşırırım, çünkü güç hani moda deyimle “içimde” değil benim, Kalbimdekinde. Bu nedenle de bitimsiz.

Yok anlamıyorum. Bin yıllık geleneklere, istediğin şeyin resmini çizip ağaçlara bağlamalara burun kıvıran sosyetik ablalar, aynı şeylerin fotoğraflarını bir dergiden kesip ajandalarına veya görebilecekleri bir yere yapıştırınca mı sevimli oluyor? Ağaca çaput banel, “wish list” elit. “Aaa bizim oralaaada buna okuyan bi’ tiyze var, okutalım seni gari” diyen teyze komik ama “enerjiyi hissediyor musun sağ elimden geliyor” diyen garip ve robot gülümsemeli kadın/adam güvenli öyle mi? “Suyun bile enerjisi var, güzel şeyler düşünerek içersen bla bla…” diye şifa ummak çağdaş, ama sınava girerken okunmuş şeker çağdışı? “Olumsuz konuşma kötü şeyleri çağırıyorsun” mu doğru bir cümle yoksa yüzlerce yıl önce, zatına bu çekirdeklik yazımda adını geçiremeyecek kadar titrediğim Birinin “ya hayır konuş ya sus” cümlesi mi? “Yediklerimizin enerjisi var”ı ben emekle kazanılan helal gıdaya bağlıyorum, daha net bir denklem değil mi? İstihare yerine, “rüyalarımız biziz, kontrol edebiliriz” mi daha havalı geliyor anlamıyorum. Çaput anane işi ben en iyisi çakra açayım!

Kuantum fiziğinden çıkıp bana zaman yolculuğunu anlatırken komik olmuyor musun sence? En çok da bana anlatırken, çünkü en yakın örnekle Çanakkale savaşındaki zamanın neresinden geldiği bilinmez askerlerin hikâyeleriyle büyüdüm ben, o topraklar benim evim, zaman yolculuğunu senden dinleyemem. Bin yıllık hissikablelvukuyu “her şey enerji, hiç tam da düşündüğünüz birinden size telefon geldiği oldu mu” diye anlatmayın bana. Ya da o pembe kitabı okuduktan sonra “aaa tasavvufta da var bunlar” demeyin, “da var” evet, ya sabır. Güldürmeyin kuzum. Nedir yani biri çok “cool” diğeri demode mi? E haliyle, “güneşe selam” verirken fotoğraf çektirmek çok huzur verici ve normal, ama ne bileyim, vaftiz töreni, hanukkah veya hadi klişe örneği vereyim namaz kılarken koymak bööğ! “Din değil yol” savunması bütün bunların kaynağını gayet dinsel ritüellerden aldığı gerçeğini ve uygulananların din kaynaklı oluşunu değiştirmiyor üzgünüm. Tamamen sınıf meselesi değil mi bu o zaman? “Selam bu benim papaz, beni okurken” fotoğrafı hiç görmedim ben. Ama benzer şifa seanslarına dair her şey gayet afişe. Uzakdoğu felsefesi mi? Doğu sensin bizzat farkında değil misin uzağa gidiyorsun?

Tüm öğretiyi biliyorsan, farkındaysan hadi bir derece ama pilates kursunun yanında indirimli geldi diye Çin yılı kutluyorsan, komiksin işte. Detoks paketinin yanında olumlu enerji dersleri almak tamamen basitlik. Samimiyet varsa, zaten bütün hayat Konfiçyus ilkeleriyle yaşanabilir, bunu anlarım ama rengini sevdi buda heykeli, moda diye feng shui, ah xmas geldi ağaç alalım, şuraya da bir semazen biblosu koymalı karmaşasını anlamıyorum. Oturduğun şehir bile estetik kaygıdan uzak, apartmana sıkışmışsın, bilmen neyin güneşe bakıyor, aferin sana! “Tütsümle şifa dağıtıyorum” bravo, mumlarını da yak konsepti tamamla!

Çilek perilerine inanıyorum demek bile daha mantıklı geliyor bana. En azından bir temele dayanıyor. Hiç değilse net. “-Mış gibi” yapmıyor. Evet, bir din yok, “ah bu bir yoldur, din değil…” durumu ama basbayağı en ilkel dini ritüelleri daha çarpık bir şekilde uygulamak bana samimiyetsiz geliyor. Bu şey gibi, batılı birinin kendini sufizme adayıp, aradan tanrıyı çıkararak “ah döne döne dengemi buldum mary” demesinden farksız. Ortadoğu yodası da Mevlana mı yani? Bu kadar basit mi bu işler?

“Evrende serbest bir halde dolaşan enerji” ifadesini de ayrı bir başlıkta inceleyebiliriz. Neden serbest, neden dolaşıyor, yorulmuyor mu, amma gezenti vesaire. Bana bu isim tamlaması bir korku filmini çağrıştırıyor anca, veya olsa olsa manşetten bir üçüncü sayfa haberini; “evrende serbest halde dolaşan enerji bugün de rahat durmadı. Üç kızı nehirde boğan e.s.h.e.’nin eşkâli yine belirlenemedi.” Enerji serbest ama enerjiyi aktarana para veriyoruz neden? Cem yılmaz’ın esprisi geliyor aklıma: “Sevgi? İçinde. Kdv? İçinde, içinde.” Evrendir, torpildir dendiğinde “burada da mı torpil yetti be” diyesim geliyor, çok mu basitim? Secret evet, çözmüş, borsada tüyo veriyor sanki. Uçan Spagetti Canavarı bunlardan mantıklı. Ona inananları çok daha samimi buluyorum. Bunların hiç birine inanmayanı da.

Mesela bu çekim yasası “başkasının derdini dinleme ve konuşmasına da izin verme, bu olumsuz şeyleri çağırmaktır” diye fısıldıyor ben mi yanılıyorum? “Ben olumsuz şeyleri, dert anlatan insanları sevmem, dinlemem çünkü enerjimi düşürür” diyen sözde “pozitif” insanlar çoğalmadı mı sizin etrafınızda? Bencilliğe övgü, bravo. “Haber izlemem ben moralimi bozuyor” Evet, bravo sen kafanı kuma gömünce, şehit annelerini izlerken kâh ağlayan kâh ağız dolusu küfreden –pardon negatif enerji oluyordu değil mi- kişiden daha üst seviye insan oldun, tebrikler, 10 points. Evinize, hayatınıza şiddeti alın demiyorum, sadece bu “kumda oyniyim çöp batmasın”cılığı anlamıyorum.

Nedir olay, okuduk ettik, evrene doğru mesaj gönderelim, dilediğimiz olsun. Bir boşluk, bir bulutsu hal, bir tembellik, bir ayakları yere basmazlık. Kaygan bir zemin. Amaç aradan yaratıcıyı çıkarmaksa, eyvallah anladım, baştan niyeti belli edin de biz kurcalamayalım. Bu bana, ne yemek pişmesini istediğini evin annesine veya yemek işlerinden sorumlu bir diğer kişisine “bana makarna yapsana” diyerek net bir şekilde belirtmek yerine, kendi kendine makarna meditasyonu yapan bir çocuk olarak evde dolaşmak gibi geliyor. “Makarnaaaaa… Makarna… İnanıyorum bir gün yiyeceğim” hali. Evet bütün kozmik güçler birleşecek ve makarna yiyeceksin. Kesin! İşte tam da bu yüzden birilerinin ruhu gökyüzünde kanat çırparken, sen o kitapları okuyorsun, okuyacaksın. Anca işin felsefesinde kalırsın. İlk durumda hiç değilse seçenekler belli, evet makarna yapılır, hayır anne yorgundur makarna başka zaman sarkar, hayır evde makarna yoktur gidip alınır, evet makarnanın yanına bir de köfte patates eklenir, hayır sağlık sorunuyla ilgili bir diyet makarnayı yasaklamıştır olmazdır. Bunlar ihtimaller ve ilk seçenekle bir sonuca ulaşıyorsunuz. Diğeri peki?

Hangi isteğin hangi adrese gideceği belirsiz, evrene yolla dostum! Sal gitsin, serbest enerjiyle kol kola gezsin. Tralalalala! İsteklerin sadece “zengin olmak, koca bulmak…” minvalinde olmasına hiç girmiyorum. Dünyevi mevzular. Sen iste yeter. Evren bilir! Kim o, tanışsak ikna ederim onu ben belki? Benim ruhumdaki sistemde, her konuda danışacağım adres ayrı ve bellidir oysa. Bu yüzden yolladıklarım bumerang olup gelip yüzüme çarpmaz.

Secret, karma, çekim yasası, men dakka dukka, hepsi aynı; eden bulur. Sen neysen, hayatın odur. Eyvallah. Ama şimdiki metotlar, bununla yüzleşmek yerine, kafanı kuma göm, kötü biri varsa yolunu değiştir, görmezsen o değilsindir, bak kurtuldun’u öneriyor. Bir de kendimi hangi sisteme ve doğrular silsilesine göre değiştireceğim ve hayatım değişecek? Bunu net koysa ya. “Olumlu ol, pozitif düşün.” –dikkat; “hayra yor” demiyoruz- Peki canım, çözdün bütün hadiseyi, ben daha önce akıl etmemiştim sahi. Sürekli olumluluk saçan “hayat güzel inan yeter” zikri çeken ablaların yaşamı neden genellikle en basit tanımla iç karartıcı açıklar mısın? Yanlış cümleleri tekrarlayıp duruyor olabilirler mi? “Rokaları doğrarken camdaki damlaları izledim ve hayatın bana verdiklerini düşündüm”le bitmiyor mevzu çünkü, bu tür bir ilişki emek ister. Evrene ya da her neyseye mesaj yollamak kadar, senin “evren” için ne yaptığın da önem taşır. Uzun mevzular.
Bu yüzyılın insanı olarak her gün sürekli artan bir şekilde bir sürü haksızlıkla karşı karşıya geliyorum/görüyorum ve üzgünüm ama ben bir insanın “ilahi adalet”e inanmadan bunların üstesinden gelebileceğine ve ruh sağlığını koruyabileceğine i-nan-mı-yo-rum!

Sahi kalplerinde bir karşılık buluyor mu bu “secret” işleri? Hani bir kıpırtı. İçten bir çarpıntı. Hani evin yaşlısının “bir şeyi 40 kere söylersen olur evladım”daki huzuru bu zamazingolarda bulabiliyor musunuz? Gece uyurken o tür kitapların kasetlerini –nette mp3leri de var tabi- kulağınıza taktığınızda mı bütünleşiyorsunuz benliğinizle, yoksa küçüklüğünüzden beri kendi inancınıza uygun o yarım yamalak duanızı edip uyuduğunuzda mı? Ne bileyim, “o arabayı istiyorum, hemen istiyorum, şimdi istiyorum, kesin istiyorum, bak resmini de çizdim, düşüneyim, yoğunlaşayım, olacak biliyorum” –hıhı patron sensin evet- durumunda mı daha emin ellerdesiniz, yoksa “hayırlarla olsun inşallah” diyerek daha büyük bir güce kararı emanet ettiğinizde mi? Çünkü insan her zaman, kendisi için en doğrusunu tam olarak bilemeyebilir. Dileğini akan suya anlatmak bazen daha evladır. Su gibi yolunu bulsun diye. Bazen hayır olmayandadır, o araba iyi ki sizin olmaz bazen. “Nasip” demek mi daha huzur verici yoksa “evren mesajımı .ötünden anladı herhalde” veya “çekim yasası ama çekiyorum çekiyorum gelmiyor” diye karalar bağlamak mı?

Ve evet, ben inceden de değil, açıkça dalga geçiyorum, tepeden bakıyorum bütün bunlara. Kesinlikle daha yüksek ve sağlam bir zeminde durduğuma eminim çünkü. Hayır hayır, tabi ki inananlara değil, hadisenin kendisine. Bence eski ve geleneksele inanmak istemeyen ve toptan reddeden, fakat haliyle doğuştan getirdiği ve fıtratının gereği olan bu açlığı ve köksüzlüğü başka bir şeyle doldurmak zorunda kalan kesim kolayca etkileniyor. Bir de cehalet faktörü var ki, es geçmemek lazım. –Bunların tamamına ihtiyaç duymayanları tenzih ederim- Eleştirmiyorum, hatta anlıyorum bile. Hadise komik gelse de, insanların durumunu üzücü buluyorum. İçtenlikle üzülüyorum. Hiç mi tonton babaneleri olmadı, mavi gözlü bilge dedeleri, hiç mi sararmış kitaplar arasında bunları anlatan bir şeyler görmediler, hiç mi kötü bir şeye karşın tahtaya vurmadılar, hiç mi hıdırellez görmediler, mesnevi de mi okumadılar da bu çok satan kitaplarda arar oldular cevapları… Yazık.


Ps: Lütfen tartışma açmaya yönelik veya bilgi yarışması tadında yorumlar bırakmayın, yayınlamam. Niyetim dünyanın en bitimsiz geyiği olan inanç tartışmalarından birini başlatmak değil. Kimsenin kendi tanrısıyla ne yaptığıyla veya tanrısının neden olmayışıyla ilgilenmiyorum.



iyi niyet

İnternet evet şahane bir kaynak, her şeye anında ulaşabilmek falan filan ama bir o kadar da bilgi çöplüğü.

Geçenlerde, kadınlar için yapılmış bir sitenin sahibinden mail geldi. Her halinden otomatik olduğu anlaşılan maili yazan, "tek başına gayretle kurduğu", "tamamen kendi çabalarıyla oluşturduğu" sitesinden bahsediyor, "destek" istiyordu ve "olumlu olumsuz tüm görüşlerimize açık olduğunu" ekliyordu. Siteye baktığımda evet ciddi bir emek vardı, içeriği oluşturmak için internetteki havuzdan fazlasıyla yararlanılmış ve kopyala yapıştır yapılmış. Sahiden uzun bir mesai, ona diyecek yok.

Buna bir şey demiyorum çünkü alıştık, internette birileri bir şeyler üretiyor, birileri okuyor faydalanıyor, bir kısım ile kopyala yapıştır yapıyor. Kaynak gösterilmemiş ama yine de iyi niyetle sahiplerinden izin almış olduğunu varsayıyorum.

Ama bir de söz konusu sağlıksa ve ekstrem diyetler dahası kritik hastalıklar üzerine önemli tavsiyelerse, dikkatli olmak gerek. Kilo konusunda, sözde kliniğinde bir hasta kaybeden şaibeli bir "uzman"ın tavsiyelerini barındırmasını geçtim, ms için bile çözümler var. Bu "ha bizim komşu da başı ağrıdığında onu içiyor bak söyliyim de yaz onu alırsın" kadar ciddi bir cehalet. Ama daha tehlikelisi. Diplomasız doktorluk. Böyle bir içerik oluşturup "biz kimiz" bölümü koymamak ve sonra eleştirildiğinde, "10 kişilik gece gündüz çalışan bir ekip"ten bahsetmek... "Daha iyisini sen yap" demek... Hayır yapamam ben tıp okumadım ki, sağlık konusunda bilir kişi değilim ki bir "bilgi bankası" oluşturayım. Hayat üniversitesi bitirilerek tıbbi tavsiyeler verilebiliyor olsaydı, kaç yıl eğitim artı uzmanlık falan, ne uğraşıcak herkes Dr. Google'a sorardı.

E bu arada, hani tek başına, gayret, eleştiriye açık olmak, iyi niyet, kadın, destek, link kardeşliği falan?

Çok bir şey istemedim ki. Ne bileyim ufak bir not, "bu bilgiler herkes için uygun olmayabilir. Uygulamadan önce doktorunuzua danışın" veya "bu diyet şeker hastaları ve hamilelere tavsiye edilmez. Doktorunuza danışın" ya da "dikkat bunlar sadece öneridir" gibi. Hani ilkokulda vardı ya, ilk yardımla ilgili, bi kaç madde son madde hep şeydir; "en yakın hastaneye"... Onun gibi. Nasıl bir özgüven bu, böyle bir şey yapsam hipokrat kabusum olur benim, bu insanların hiç rüyasına girmiyor mu?

Sadece biraz özen. Biraz saygı. Sadece. İnanın zor bir şey değil.


Ps: Bu arada, "iyi yapılmış" işler yok mu? Var. Bkz: http://www.hamaratdiva.com/ Emek, düzen, bilgi, paylaşım, gerçek insanlar, kadınca haller, sahici bir mesai, ciddiyet, gerçek tavsiyeler... Güvenle ve böyle bir talepleri olmadıkları halde "linkini paylaşmak" isteyeceğim bir site. Yolları açık olsun.

ekmek macerası

http://www.40firinekmek.com/

Evet bu site bence şahane, kaç kez yazdım kim bilir... Tariflerinin çoğunu denedim, sadece ekmekleri değil, ekmeküstü fikirleri de... Tutmayan, yanlış olan, ayarı kaçan olmadı. Ve son derece pratik, size işi kolaylaştıran şekilde yazılmış hepsi... Genel bilgiler, püfler, uyarılar... Hepsi hepsi çok güzel ve eşsiz. Ve ben, o tariflerle artık ekmek yapmayı öğrendim.

Ama daha önemlisi, "usta"sı...

Ben dün, kendi kafama göre bir tarif geliştirdim. Şimdiye dek kimya deneyi gibi titizlikle koyuyordum malzemeleri. Artık özgürüm.
Ama onu bile usta hanıma sordum. Üşenmedi yine yanıtladı.

Bence o bir melek. Yeryüzüne inmiş bir ekmekperisi. Hamur yoğuran bir bilge kişi. Yaklaşık 2 yıldır, belki daha da uzun zamandır, kaç kere mail attım, sayısını ben unuttum. Benim mutfak yolculuğumda aklıma takılanlardı çoğu. Kimileri gerzekçe sorulardı, kimileri "ben yaptııım" diye heyecanımı paylaşmaktı... Başka bir yerde gördüğüm bir tarifle ilgili bir detay danıştığım da oldu. Her seferinde, maksimum bir saat içinde, heyecanımı paylaşan, sorunumu çözen, devamında ne yaptığımla ilgilenen, yardımcı olan, sıcacık, içten ve mesafeli bir mail geldi posta kutuma.

Bunun nedeni ne olabilir? Kitap satmak, hit arttırmak gibi maddi çıkarlar mı? Hayır. Çok tanınmak, bilinmek, yayılmak gibi manevi çıkarlar mı? Hayır. Yanıtlamaya mecbur mu peki? Hayır.


O sadece iyi bir ruh. Tamamen iyi bir ruh.

Ve ben tanıştığım için çok mutluyum.

Yüzbin teşekkür, konfeti, mor balon ve kalp!

son günlerde


Günler böyle renkli, bu araba gibi güneş alan bir yere park etmiş halde.

* Bolca doğumgünü kutladık. Canım sevgilim bir yaş daha büyüdü, serpildi. Rakamlar olmasa yaşını unutup, benden küçük zannedeceğim kadar yetişkinlikten uzak. İyi ki. Kasım ayı boyunca, çeşitli zamanlarda hediyeler, pasta kesmeler. Ben aslında bütün bir yıl kutlarım bu enerjiyle:)

* Çokça fotoğraf çektim. Ama henüz sonuçları görmedim.

* Bu bayram tatilinde istanbul'un tadını çıkardık. Adım adım yürüdük. Tenha, sakin, telaşsız. Oh ne ala!

* Koç müzesinde bir kocaman gün geçirdik. Dinlenerek, şaşırarak, fotoğraf çekerek, trene binerek. Çok iyi vakit geçirdik. İklim de bizden yanaydı, afilli güneş gözlüklerimiz pek yakıştı.

Çocuk bilinçlendirme kaygısıyla müze gezen insanların, garip davranışları var. Örnek: yüksek ses! Hayır çocukta değil, annede, hatta çoğu zaman babada. Bırak çocuk ne tatlı bir şaşkınlıkla etrafına bakıyor, izliyor. Ki müze aktivitesinin en baştan amacı bu. Sen o keyfe müdahale edip, yüksek sesle "bak o araba bilmem ne zaman yapılmış" diye kafa ütülüyorsun. Ne oldu, çok bilinçlendirdin bravo, hem de hepimizi.

* Yeni yeni yeni ekmekler yaptım.

* Tatilin son günü 12 saat kesintisiz çalıştım. Arada fast food molası verdim, kalkmadan. Şahane bir iş çıkardım, ilginç bir doğum belgeseli. Mucize bebekler. Acaip vakalar. O kadar şiştim ki, sürekli anlattım, ve mutlu sonların birinde ağladım.

* Ahmet Uluçay haberi kalbimi acıttı.

* Ve dün bir kutlama yaptık, 5 ay kadar önce, üç arkadaş, ayınbiri kilisesine gidip anahtar almıştık. Birini geri verme vaktiydi. Benim çekirgem, kocaman gemilere binip dünyayı gezecek. Bize de her limandan kart atacak tabii.

251109

Bayrama hazırım ben:) Bu kez narçiçeği bayramın rengi. Hop küçük mucizeler, minik ailemizin kendi rutinleri, alışkanlıkları.

Her yıl aynı muhabbetlere, “et kesmenin bayramını anlamıyorum” diyenlere rağmen, görebilenlerin “âşıklar bayramı” kutlu olsun.

Uygulamanın nasıl yapıldığı, uygulamayı emredeni ve o inanç sistemini bağlamıyor, üstelik “kurban” ritüeli her dinde olan, dünyanın kendisi kadar eski bir gelenek ve üzgünüm ama kabul etmelisiniz insanlık var oldukça da sürecek…
Amaçlananın ne kadar zarif bir tören olduğunu görememek cehaletten mi? İnsanları eleştirmek başka bir şey, bir inanç sistemini yermek başka bir şey, bunu saygısızlık addeden bir ben miyim? Veya hiç değilse, sırf bir kültürel öğeye saygıdan, yılın bu zamanı bazı fikirlerini kendilerine saklayamaz mı insanlar?

Bunları kelimelerle, resim çizerek, şarkı söyleyerek, ya da susup kalbimle konuşarak anlatabilirim ama sahi gerek var mı… Bazı şeyler yalnızca kalple görülmez mi? Ve dahası bu tamamen “nasip” meselesi değil mi? Herkes payına düşen kadar hani…

Âşıklar bayramı. “Valentine’s” değil, dolayısıyla o kadar havalı değil, kalpli yastıklarla anlatmıyorsunuz bu kez aşkınızı, veya bestseller bir kitapta bulmuyorsunuz… Dahası birçok dilde ve “gönülde” karşılığı yok bu dediğimin; aşk. Barışın da öyle. Bu nedenler birbirini kesen insanlarla dolu dünya.

Aşk için putların her birini tek tek yıkmayı anlayabilenlerin bayramı bu. Bu put “evlat” bile olsa… O evlat “İsmail” bile olsa… Makam, mevki, kariyer, “ne derler”, para falan filandan da öte bir put. Yakın olmanın bedeli yüksektir hep. Sevgiliye bunlar mı lazımdır peki? Hayır, ama aşığın kendisine bütün bunlardan geçmesi lazım.
O yüzden bu bayram, gözü kara bir kadının iki dağ arasında 7 kere gidip gelişinin hatırasını anlayabilenlerin bayramı…

Özetle;
“aşıkların” bayramı mübarek,
diğerlerinin de tatili kutlu mutlu olsun!



ha(ni)miş: Rica edicem; “ayh ama çok iğrenç etleri kesiolar toplu katliam yurdum insanı böle” gibi bir yorum yazmayın; “Pazar kahvaltısı sucuklarını saksıdan topluo olmalısın” derim:) et yemeyenlere de, saygı duysam da, yedikleri her şeyin bir zamanlar canlı olduğunu ayrıca hatırlatmak isterim:)

241109

Yer yer blogdan bayma halleri, o eski geveze halim kayboldu sanki.
Ama çok güzel şeyler oluyor bu arada.

Hem sanki kasım'a nisan kaçmış...

Pazar günü ilk kez; 2 yıl kadar sonra ilk kez, fotoğraf makinemin tozunu attırdım. Bir şey olmuştu, küsmüştüm. Şimdi, yeniden. Adım adım sokaklar, fotoğraflar, ışıklar... Film almak, film takmak, poz saymak, o özlediğim ses, enstantaneler, diyaframlar, denemeler, yanılmalar, sırt çantası, limonata, acıkmış ayaklar, yorulan ayaklar, istanbul'un damarlarında gezinmek, istanbul'un bizim damarlarımızda gezinmesi, nasıl bir zehirse bu, panzehiri kendinde, sokaklar, çocuklar, balat, iki apartman arası iplere gerili çamaşırlar, zaman zaman sosyopatgençlerfotoğrafgrubu gibi ikili üçlü gruplara rastlamak, yürüdüğümüz her yerde turist zannedilmek, ve hiç de bozuntuya vermemek, binbir renk, binbir ışık, avucumda bir kristal sanki çevirdikçe kırılıveriyor renkler elimde...

Sonra haftanın ilk günü, sabahtan dünyevi işler, sonra hop beyoğlu, kitaplar, kitaplar, kitaplar... Hop mis gibi sabunlar... Akşam eve sabun kokusu bulaşmış kitaplarla gelmek.

eve dönüş

Bir ayın sonunda, kendi ruhumda yaptığım durum değerlendirmesi sonucunda,
yeniden evdeofis'e geçtim.

Bu daha bir "upgraded" oldu, işler gelişti, bazı şeyler yön değiştirdi.
Sanki seyahate çıkmış da dönmüş gibiyim, eski bir dostumu ihmal etmişim hissi, insan alışkanlıklarını aslında ne kadar hızla değiştiriyor, ev yabancı geldi, ev ritmi bile değişik geldi şimdi bugün.

Merhaba yeniden;
ahtapotum, karavanım, özgürlüğüm, bitki çaylarım, mumlarım, müziklerim, kelimelerim...

uykuuuu

Ya herkes mi öyle bir tek bende olan bir şey mi, eve gelene dek yoyo gibiyim, ama kapıdan girdiğim an sanki yığılacağım, yemeği ancak yiyebiliyorum ve eğer eve iş getirmişsem onları yapabiliyorum bir ihtimal ve sonra sabah açıyorum gözlerimi. Tabi bu her zaman böyle değil, ama mesela dün ve bugün böyleydi.

Bu rutine uzun zamandır alışık olanlardan öneri ve tavsiye istiyorum. Vitamin mi almalıyım ne yapmalıyım? Duracell tavşanının yanında pili biten bir kaplumbağayım. Yoksa sadece alışma dönemi mi bu nedir? Uyku değil sorun başka bir şey, bir anda aşırı bir pil bitmesi hali. Uyku ihtiyacı da değil. Çözümü nedir, döngü dışına çıkmak mı? Kendime vakit ayıramama halleri değil bu, öyle bir sorunum yok. Tek isteğim biraz daha enerji. Nasıl yapmalı?

büyük buluşma

Ve ben;
doğumgünü kızıyla buluştum!

Takip edilen ilk –türkçe- blog, en bi’ sevilen, en bi’ şey, en en en, daha ilk cümlelerinden itibaren, nihayet büyük buluşma, benim için büyük, hem ilk defa, hem daha önemlisi onunla, ne giysem, ne yapsam, ay hem de doğum günü ne alsam, bir paket yapmalı ve içine “seni tanıyorum ve seviyorum” diyen şeyler koymalı, içimde kelebekler pırpır, evet tünel, neden?, sanırım iki İstanbulseverin ilk randevusu için en uygun kare, gazetelerin yanına park ettim bekliyorum, aa tramvay, aa geliyor, yihhuyt, ne yapsak nerde otursak, aç mıyım ben, kelimeler kelimeler, dedikodular, aa öyle mi, pembe sigara, gözleri ne güzel, saç rengi eşsiz, çıtı pıtı bir kuş, dünyanın en akıcı gevezesi, hani “ya çok seversiniz ya nefret edersiniz” insanlar vardır ya, onlardan, bir kitap olsa sürükleyici ve derin, iyi tanıdım, vırvırvır, çenem ağrıyana dek gülmek, yürümek yürümek, ayrılırken bile konuşmak ve "bir daha ne zaman görüşsek" planları yapmak, fotoğraf çekmeyi unutmak ve cebimde armağanlar eve gelmek.

İyi ki doğdun!

tek taş mevzuu

Geçtiğimiz günlerden birinde metroda bir kızın sevgilisine (!) alması gereken tektaşın boyutları, şekli ve pahası hakkında verdiği direktiflere kulak misafiri oldum istemeden. Daha doğrusu, bütün vagona naklen yayın yaptılar. Zavallı çocuk talimatları bütün gücüyle zihnine kaydetmeye gayret ederken, aynı anda biricik sevdiğinin gözlerindeki hırsı anlamaya çalışıyordu.

“Aralarındaki ilişki hangi noktada bu zavallı hale dönüştü, hep mi böyleydi”, “bu kızın hayatındaki adama aldıracağı “yüzüğü” bu kadar detaylı tarif etmesine sebep olan annesinden öğrendikleri mi”, “kendisinde bu kadar paha biçilmez olarak gördüğü ne”, “kadın erkek eşitliği ifadesinden ne anlıyor”, “kendine bir köle alsa daha mı iyiydi” gibi sorular kafamda uçuştu. Hani bu tip birine “başlık parası” desen “böğk ne banel çağdışı” falan der, ama kendisi her konuda pazarlık yapar evleneceği insanla. Salondaki eşyalardan, takılacak yüzüğe, balayında kalınacak otelin yıldız sayısına kadar. Üstelik metroda, birçok insanın dinleyebileceği şekilde. Çünkü zaten olayın asıl amacı da bu şovdur! Ve işte yine bu insanlardır ki, evlilik hazırlıkları esnasında gerilen, “birbirimizi tanıyamaz hale geldik” diyen, ve benzerleri de bu gibileri sakinleştirir; “çok normal tatlım, biz de öyle olmuştuk.” Sebep? Evlilik denen, aynı çatı altında yaşamaya dair kutsal sözün sembolik bir imzası değil mi? Neyi paylaşamıyorsunuz? Bu kadar büyütülen ne?


Bu kızın bir blogu varsa, muhtemelen birkaç gün sonra “sevgilim bana tektaş aldı, tanrım hiç beklemiyordum düşünceli aşkım benim” diye bir yazı yazacak.
Oysa ben, her kadın erkek ilişkisinde “sevgili” kelimesinin kullanılmasına karşıyım.

Ne bileyim mesela, kadın belki de hayatında o kelimeyi hiç kullanmamış ama sadece okuyan/dinleyen diğer kadınlar için “sevgili” diye bahsediyor adamdan, oysa adam bildiğiniz “Hulusi”. Göbekli, tv kumandası elinde bir adam.
Dolayısıyla “sevgilimle alışverişe gittik” cümlesinin alt metninde şu var; adam kapıdan giriyor “ne yemek var hanım” diye haykırıyor, kadın; “sabah para bıraktın mı ki yemek olsun” gibi bir yanıt veriyor ve alışverişe çıkıyorlar. Sonuçta kadın bunu cümleye dökerken “sevgilimle alışverişe çıktık” diyor, böylece en sevdiği pembe dizideki hayale bir adım daha yaklaşabiliyor ve kadın arkadaşlarına çizdiği tabloyu bu sözcükle tamamlıyor. O göbekli Hulusi, kitap okumayan, sanat zevki olmayan, dünyaya bin yıldır aynı dar pencereden bakan, maç izlerken iki bira çakan recep ivedik, birden “sevgili” oluveriyor. Bu bağlamda kadın da bir basamak atlıyor. Birden hop; sex and the city hatunu; “ah çok çılgınım evliyiz hala sevgili diyebiliyorum” oluveriyor.

Aşk kelimesi ne kadar eşsizse, sevgili sözcüğü de bir o kadar özel. Söz konusu ilişkide nişan bohçası, bilezik ve benzeri bilumum mücevherat, sizin taraf şunu yaptı bizimki şunu falan gibi çıkar ilişkilerinin geleneksel halleri varsa, o insana sevgili demek, cosmopolitan gibi dergilerdeki yaşamları taklit etmektir sadece.

Ben mi anlayamıyorum? Bu kadar hesabın döndüğü ilişkide bireyler birbirinden nasıl sevgili diye bahsedebiliyor? Ne zamandır çiçek alıp almadığını muhasebe defterine kaydediyorsan o ilişki bir sevgililik hali değil, olsa olsa bir ortaklıktır, dostlar alışverişte görsündür. Ne bileyim ben çiçeklerin koparılmasına üzülürüm mesela, ipler dolanınca sanki boğazları sıkılıyormuş gibi gelir. Gül hiç sevmem, bence ucuz romantikliktir. Elbette ki sevgilimin bana çiçek alması –kır çiçekleri- hoşuma gider ama “evlenme teklifi edeceği akşam bagajdan 333 tane gül çıktı” falan gibi sürprizlerin aşırı sığ olduğunu düşünürüm. Ne yani bütün düşünebildiği bu mu? Tanrım vay canına! Yaratıcılıktan uzak, taklit bir şey. Sonra işte kim kimi kaç kere aradı. Ona göre adım atmak, stratejiler… Daha geçenlerde, evli birinin, bir bekâra, adamı nasıl nikâh masasına oturtacağıyla ilgili stratejileri anlattığını duydum. Bu aşağılık ve hesapçı bir tavır değil de nedir? Nedir siz bir kabile falansınız da, nikah masasına oturtulması başarılan her adam için bir madalya takıyorsunuz gibi bir anlaşmanız mı var?

Veya “koca” kişisini tamamen “sponsor” olarak görmek… “Aşkım bana fransa’dan parfüm getirmiş, sakın eli boş dönme demiştim zaten” falan şeklinde cümleler…

Ne aşkı ya, hangi aşktan bahsediyorsun? Ortak yaşamınıza sen ne kattın ki? Dahası senin varlığın onun dünyasına ne kattı? Hiç değilse, sponsorun olduğu için duyduğun saygıdan ötürü bu kadar küçülmemelisin... Ne bileyim, uçakta ikram edilen iki çikolatanın birini sensiz boğazından geçmediği için cebinde saklaması daha değerli değil mi? Sevgiyle ve neşeyle sürprizler yapmak, hediyeler almak başka bir şey, bu “aldım verdim ben seni yendim” başka bir şey. Ne bileyim, sevdiği erkek için yapılacak fedakârlıkların en büyüğünü, dolabındaki bütün gömleklerin ütülü olması, akşama sevdiği yemeklerin pişmesi olarak gören kadın âşık mıdır sahiden? Aynı kadının romantizmden anladığı da, en fazla mum ışığı ve şaraptır zaten. “Ah yıldönümümüzde sofrayı en sevdiği yemeklerle donattım, iki de mum yaktım” durumu. Yine aynı kadındır ki, çocuk sahibi olunca, “nihayet mükemmel erkeği yarattım; işte oğlum” şeklinde bu gömlek ütüleme, doyurma falan tarzındaki sevgiyi oğullarına akıtır ve kocalarının pabucunu dama atarak buğulu gözlerle; “hiçbir şeye benzemiyor bu sevgi biliyor musun?” derler. İyi de, sen hiç âşık olmamıştın ki zaten.

Ya da örneğin, “benimki çocuk istiyor artık” diye bahsettiğin adama “aşkım” diyemezsin. “Kocitom”, “aşkitoşum” falan de geç. Eve alınacakların hangisini onun tarafı, hangisini senin tarafın hesapladığın biri senin sevgilin olamaz. Balayı için gideceğin yer konusunda –ki balayı da ayrı bir başlıkta incelenecek bir gariplik- kavga edebildiğin insanı kalpten bir sevgiyle seviyor olamazsın. “Balayında maldivdeydik” cümlesini kurabilmek için kendini yırttığın bir ilişki sana hiçbir şey katmaz. Veya hayatlarındaki erkeğin işi, kariyeri veya ondan ötürü tanıdığı insanlardan övünerek bahseden kadınlar… Hani evlenince başın göğe ermesi durumu ve evlilikten mütevellit saygınlık. “Ah bizimki çok yoğun şekerim, bütün hafta toplantısı vardı hafta sonu da yurtdışına çıkıyor, biz de yılbaşına bilmem nerde girerek telafi edeceğiz.” Müdür karısı sendromu. Bütün olayı bir adamın bir şeyi olmak olan insan. Aktiviteden aktiviteye koşan çift. Bu acınası gelmiyor mu size de?

Özel günlerde kimin annesinin önce aranacağı sohbetini yapabildiğin bir insan sevgilin olamaz. Tamam kocan olur, hayatındaki erkek olur, başka bir şeyin olur ama sevdiğin olamaz. Çünkü aşk bu değil. Bunun adı başka bir şey, belki evlilik, belki moda deyimle “seviyeli bir ilişki”, belki başka bir şey. Ama aşk değil!

İşte bu yüzden, bunların dışında bir aşkla sevdiğim, bu dengelerin üstünde bir tutkuyla bağlandığım için, benim sözlüğüm en güzeli. Bu yüzden “en ilkel haliyle”;

O benim sevgilim!

Kesinlikle!



3

bugün hayatımı değiştiren o gecenin üzerinden 3 yıl geçti.
hep artanımsın benim, hiç eksilmeyenim.

261009



E basbayağı çalışan insan moduna geçtim ben:) Bugün evde yaptığım ekmeği getirecek, dolapta kendi çayıma yer açacak kadar yerleştim bile!

İlk on günü başarıyla tamamladım. Yer yer iniş çıkışlar yaşadım tabi.

Cuma akşamı, saatler süren trafiğin sebep olduğu sorularım ve kafa karışıklığımı biricik sevdiceğim halletti. İnsanın hayatında böyle bir “dostu” olması çok güzel ve şanslı bir durum. Sevgili olmanın, karı koca olmanın çok dışında bir şeyden söz ediyorum. Seni tanıyan, akıl veren, sarsan, kendine getiren, ayna tutan biri. Bunları araya kendi egosunu, isteklerini koymadan, durum her neyse tamamen senin üzerinden değerlendirerek yapabilen biri.

Özetle, yavaş yavaş geçişimi tamamladım. E tabi, bir yıl boyunca mümkün oldukça markete dahi inmeyen, akşamüzeri ihtiyaç listesini söyleyen, her şeyi telefonla sipariş eden bir insan olarak, iş trafiğine ve hızına alışmam zaman aldı, alıyor. Bir de bu arada birer ağır grip atlattık. Haliyle zor bir leveldı:) Örneğin evde çalışıyor olsam, o hafta hiçbir şey yapmaz sürekli yatardım ve aksayan işlerden yakınırdım. Oysa bu durumda, işe gittim, sabahları temiz havayı soluyarak sevindim, öğleye doğru ilacımı alarak işlerime konsantre oldum vesaire…

Gardırobumu bile elden geçirmem gerekti ki, sabahları “ne giyicem” telaşı yaşamayayım. Evde çalışırken tamamen kendi isteğimle üzerime aldığım eve dair sorumlulukların çoğunu sevdiceğim paylaştı. Bir kısmınaysa aslında gerek yokmuş. Mesela her gün lavabo ovmak gibi. Gün aşırı süpürge açmak gibi. O kadar sık olmasa da olurmuş. Hayır temizlik hastası bir insan değilim. Sadece evdeysen öyle oluyor. Dahası, yoğunlukta daha çok kitap okunabiliyor, daha kaliteli zaman geçirilebiliniyormuş. Az uykuyla idare edebilmeye şaşıyormuş insan. Ev gerçekten ahtapot gibi insanı saran, sarmalayan bir şeymiş ve bir süre sonra bu duruma bir ara vermek en iyisiymiş. Şimdilik. Evdeofis hala benim için mucize niteliğinde bir şey, ama şu aşamada böylesi en güzeli ve en doğrusu. Ve en önemlisi ben hayatımın bu yeni ritminden memnunum ve çok mutluyum.

insan halleri

Birazdan bahsedeceğim kadın tipiyle iş hayatında sıklıkla karşılaşırız.
Onları kısa saçlarından, özensiz makyajlarından, birbirinin aynısı pantolonlarından ve düz renk üstlerinden tanıyabilirsiniz. Düz renk dediysem, turuncuya falan gitmesin aklınız, koyu kırmızı, kahve, siyah, bazen iyi ihtimalle yeşil. Genel bir ışıksızlık hali. Bu ışıksız hali yüzlerine de yansır. Ciddi olmayı somurtmakla karıştırırlar.

Zaman zaman şöyle bir cümle kurabilirler: “aa ben sigara böreği bile saramam canım, bir kez denedim yanlış peynir mi ne kullanmışım yok olmadı…”
Vermek istediği mesaj şudur: “yemek yapmak basit bir iştir ve benim buna hiç vaktim olmadı.” Buna benzer pek çok örnek verebiliriz.
Oysa mesela bahsettiği iş 62’den tavşan yapmak kadar kolay, basit el göz koordinasyonunun yeterli olduğu bir şeydir.

Kısacası, küçük dağları yaratırken vakit bulamamıştır. Mutfağı aşmıştır o yahu! Kadınca işler, haller ve her şey onlara göre küçümsenecek şeylerdir. “Ben üstünüm ve üstün işlerle meşgulüm, yemek yapmak falan gibi aşağılık işleri siz küçük insanlar yapın” mesajını her fırsatta verir.
Ki bunları bilmek, yapmayı da gerektirmez. Atıyorum evde aşçın falan vardır da, sana et diye başka bir şey yutturmasın diye bilirsin:)

Kuaför mü, yok canım onlar yılda bir kez saçlarını iyice kısaltmak için gider olsa olsa.
Sigara böreği saramaz ama mesela spagetti bolonez ve şarap muhabbeti yapar. Ha belki bir de “boğazda rakı balık”… Rakı erkek içkisidir ya, ondan.
Ya da hangi lekeyi neyle çıkaracağını bilmek yerine, tek başına araba lastiği değiştirebiliyor olmaktan gururla bahseder.
Topuklu ayakkabıyla da asla yürüyemez onlar. Ev dekorasyonu ilgi alanlarına girmez.
Uzayan mesai saatleri onun için yakınılacak bir şey değildir. Hep çok çalışmaktan söz eder. Bence tek nedeni boş ve soğuk bir eve gitmenin sevimsizliğinden. Onun için ev işten arta kalan zamandır. Oysa sizin için ev, kalbinizin attığı yerdir ve koşa koşa gidilir.
Bütün bunlardan bahsetmesi “ev kadını değilim, hatta kadın da değilim ben, bak denedim olmadı benim doğamda yok" u vurgulamaktır.

Bunun temelinde “erkeklerle daha iyi anlaşabiliyorum” diye anlatan ergenler mi var bilemedim.

Aksini düşünelim bir de; mesela hiç erkeklerin iş hayatında karşı cinse denk olmak için buna benzer şeyler yaptığı olur mu? İş hayatında karşı cinse denk olabilmek için zırvalayan erkekler hayal edin. “Hayatta araba kullanmayı beceremedim ben, hele geri vites mi aman tanrım” diyen bir erkek veya “yok ya gelmiyim ben, topa ayağımla vurmayı bile beceremiyorum değil ki halı sahada futbol” Ne bileyim, "ben erkeklerle değil kadınlarla daha iyi anlaşabiliyorum" falan açıklamaları onları nereye koyar dinleyenlerin gözünde? Bu gülünç değil de nedir? Onlar böyle bir şeye gerek duymazken, güçlü görünen bir kadının yapması acı değil mi?

Evlilik mi; böeh çok banel canım. Siz evliyseniz, üstelik erken bir yaşta aşkı bulacak kadar şanslı olup, üzerine bir de evlenerek ona göre klişeyi tamamladıysanız, size gözlerini devire devire bakarlar. Tanrım atomu parçalamak yerine, evlendiniz demek! Evet onların küçümseyen bakışlarını kesinlikle hak ediyorsunuz, çünkü o dünyayı kurtarmakla meşgul, sizin içinse, akşam yemeğine eşlik edecek peçete her şeyden önemli.
Yoksa bir de çocuk mu yaptınız? İnanamıyorum, onun iş hayatına bir erkeğe denk olmak için harcamayı seçtiği enerjiyi bir canlıyı dünyaya getirmek için mi harcadınız yoksa? Vay halinize.

Eğer yapabilseydim, onun gibileri omuzlarından sarsmak isterdim. Mükemmel olmak zorunda olmadığını söylemek için.
İş hayatından “erkek gibi” olabilmek için bu kadar çabanın saçma olduğunu da eklemek için. Çünkü “gibiler” hep başarısızdır, ne olduğunu kabul edip, kendinle barışıp yola devam etmek en iyisi belki. Denk olmanın, eşit olmanın yolunun, onlara benzemekten geçmediğini anlaması için.
Bu kadar ışıltısız bir yaşamın sonunun ancak pişmanlık olduğunu kulağına fısıldamak isterdim. Gün içinde sadece “ben seni çok seviyorum” demek için edilen bir telefonun profesyonelliği azaltmayacağını, tersine hayatın anlamı olduğunu bilmesi için.

Ne bileyim, hayat tercihlerden ibaret tabi, ben mesela, İskoç battaniye dizlerimde, cam kenarında sallanan sandalyemle oturmuş basılmış son kitabıma veya aldığım ödüllere bakarak iç geçirmek ve yakaladığım her gence onun defalarca dinlediği renksiz ve eskimiş başarı hikâyeleri anlatmak yerine, bütün derdi hafta sonu gelecek torunlarına ne pişireceği olan, “bu dedeniz gençken de böyle deliydi” diye masallar anlatan tonton, kokoş ve bilge bir anane olmayı tercih ederim.

pazartesi!




Harika bir hava. Gözümde güneş, burnumda deniz kokusu.

Buradan deniz bile görülebiliyor üstelik.

Ve sabah sabah bal rengi bir kedi.

Haftaya şahane başladım.

Hadi bakalım:)

yeni.

Meğer benim evden çıkma vaktim gelmiş.

1 yıl doldu evdeofis sistemine geçeli. Çok mutlu, çok güzel, çok verimli vakitler geçirdim. Kitap okudum, örgü ördüm, güzel yemekler, sabah mahmurlukları, uykusuz geceler… Harika bir yıldı.

Haftasonu o kadar yıpratıcı hallerin içinde, bir ışık, bir öneri, yeni bir pencere.

Önce düşündüm, korktum, sonra sevgilimle konuştum. Eve dönüş kapısının hep açık olması içimi rahatlatan…

Yeni bir başlangıç şimdi. Başlangıçlardan korkmam ben.

Mahmurluklara, kaplumbağa hallere, bütün o harika detaylara şimdilik veda;

Ve sabah telaşına, erkenden kalkmaya, trafik saatlerini kollamaya, gardırobu bu değişikliğe uygun yeniden düzenlemeye, çalan telefonlara, fotokopi makinesine, öğle yemeği arasına, pazartesi sendromuna, cuma neşesine, haftasonu planları yapmaya, ne giyeceğim karar verememeye, mesai dahilinde blog yazmaya merhaba:)

091009

bir sürü şey yazdım, sildim.
kelimeler gereksiz-yetersiz, hem o okuyacak biliyorum. artık hiç üzülmesin istiyorum.
benim en can arkadaşım, matruşka bebeğim.

yola çıkıyoruz, yarın sabah ona sımsıkı sarılmak üzere.
acısını hafifletmez belki ama hiç değilse paylaşmak için.
elini tutmak için.

işte böyle.

05102009

hastane, koridorlar, o koridorlarla kaybettiğin başkalarını da anımsamak, tek tek her acının üstünden geçer gibi, bir vardı babane, şimdi yok. "keşke"lerden çok "iyi ki"lere sığınmak. ölümün zıddı doğum olsa gerek, peki ya yaşamın zıddı ne sahi?

-

yaşasın ekmek yapmak!




Ben dün akşamüstü boynu bükük çiçek gibiydim. Yorgun, bitkin, uykusuz ve tabi huysuz. Sevdiceğimle gün boyu tek kelime konuşamamış, akşamki organizasyonu düzgünce yapamamış… Hiçbir şeye yetişememe hissi ve mutsuzluğu. İnsan balık olunca hayat zor, gel gitler, gözde kocaman ışıklı damlalar, mütemadiyen.

İki yıl kadar önce, böyle bir günde, hatta daha karanlıktı, dışarıda karlar, minicik evimizin, mini mini mutfağında, acemi ama sahiden kalbimden yemekler yaparken, birden çıka geldi elinde kocaman bir paketle. O benim müzik perim, matruşka bebeğim, en can arkadaşım. En kolay uzlaştığım, en çok konuştuğum, cebinden her şey çıkan kaptan mağara adamım, sulugöz balığım, varlığından nasıl da gurur duyduğum, gördüğüm en güçlü kadınlardan olanım…

Kocaman bir paket işte!
Ben tabi, heyecan heyecan heyecan! Hediyelere, paketlere, en küçük sürprizlere bile bayılan ben.
İçinden ne çıktı?
Kooocaman bir şey.
Bir fırın!
Ve tabi benim mutfak maceralarımda yeni bir dönem başladı. Şarkılarla kutladım. Hemen bir raf açıldı, tarifler, tarifler, tarifler okundu, denendi, denetildi. Eve harika kokular sindi.

Şubat ayıydı, dışarıda kar, hemen o sabah kahvaltıya börekler yaptım.
Sevdiceğim iş hayatındaki çok ciddi sorunlarla baş ediyor, O kendine ev arıyor ve bulamıyor, düğümler çözüyoruz hep beraber, dışarıda kar, mevsimler değişiyor, yoğun iş tempom şimdi bakınca inanmadığım bir hızda devam ediyor, hayat akıp gidiyordu.
Ve ben öylece elimde tariflerle, sanki o sırada yaptığım en önemli şey buymuş gibi bir ciddiyetle yemek yapıyordum… Sanki yapmasam dünya duracak gibi. Sanki o an her şeyin sabiti o gibi.

Ve dün akşam;
Telefonda söyledi önce “sana bir sürprizim var”. Hemen şımardım tabi, merak merak. Akşamı buldu gelmesi, gözlerini kapa dedi, kapadım bekledim, yine kocaman kare bir kutu, tahmin et nedir:
Ekmek makinesi!
Çığlık atmaya başladım tabi. Gözlerimde yaşlar.
“Sana çok kızdım ne gerek vardı...”
“Ayy delisin sen, çok kızdım ama bir o kadar da sevindim”
Yine o zamanki gibi, yepyeni bir sayfa. Yepyeni bir pencere. Çok güneş alacaklardan hani...

Böyle yani. Ekmek makinem var şimdi benim. En istediğim gibi, gri ve pek sevimli.

Şimdi ben mutfağa, mumları yaktım, müziği açtım, tarifleri okudum, malzemelerimi dizdim.

Pek heyecanlıyım!

notnot: öneriler, püfler, lütfeeen!



ne güzel.






İnsanın kendisine Prag'dan Kafka kitapları getiren bir patronu olması ne güzel...


Sevdicekle bir örnek kotlar almak ve hiç düşünmediğim halde 34 bedene girebilmek ne güzel... (Bu kilo manyaklığı bana nerden miras bir bulabilsem, hayatım boyunca çiroz bir kız oldum ve sürekli kendimi şişko zannettim, hayır blumik falan değilim.)

Hala güneşin "ce e!" yapıp kaçması...

Hem şal hem kocaman güneş gözlüğü takabilmek...

Heeey! U2'nun nihayet Türkiye'ye geliyor olması ne güzel!


Aldığım bu haber ne güzel!

Deryik hanım'a inat; twitter çok eğlenceli:)

Yeni yılla beraber uygulamaya başlayacağım, yeni heyecanım, maceram...

Arka arkaya amy winehouse'larla dolu bir liste...

Sürekli telefonda konuştuğumuz bir iş arkadaşımın, adımın sonuna eklediği "hanım" ekinin, bir minik kaktüsle aşılması ne güzel...

Bu merak konusu ne hoş...

Şu sıralar öyle atom karıncayım ki, dünyanın bütün filmlerini yapasım geliyor, bırakın onu da ben, onu da ben... Hepsini yapacağım sanki bıraksalar, öyle açık zihnim ve "ay şunu da ben yapsaydım keşke" diyecek kadar meraklı bugünlerde.

Alain de Botton okumak bu havalarda, ne güzel.

Eve yeni aldığım, minik kırmızı kedili kapı ağırlığı ne güzel.

Kırmızılı, çingeneli, binlerce tonun olduğu hiper zor puzzle'mızın ne zaman biteceğini bilmemek ne güzel...

Tatil geceleri sabahlamak, müziklenmek, keyiflenmek, yemek yemek yemek...

Ve tabi Pazar kahvaltıları ne güzel.

Bir deeee; az önce yaptığım telefon konuşması ve akabinde gülmekten ve neşeden çenemin ağrıması, bugünün en güzel şeylerinden!

Bloglardan kopmuş olmak kötü biraz, çok sevdiğim bir kaç kişiyi "napmış acaba" hissiyle takip etmek dışında okumuyorum pek.

Dün akşam, kabinde kıyafet denerken en sevdiğim, kocaman iri sedef taşlı yüzüğümü orda unutmak ne kötü... Çok üzüldüm, geri döndük hatta telefon bile bıraktık ama yok oldu kesin.

Sonra bir şarkı, o geceden:

"bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez..."

yağ yağ yağmur

Herkes seli yazdı. Benimki belki en şımarıkçası. Oturduğumuz semtin, hani taksim olsa, taksim meydanı olacak kadar merkezi bir yerindeyiz. Saatlerce elektriğimiz kesildi. Gece boyu karanlıklardaydık, sabah kalktığımızda hala öyleydik. Haliyle olan bitenden haberim yoktu o sabah. Sinirim tepeme geldi çünkü işlerim aksamıştı. Ne hakları vardı, nasıl elektrik kesilirdi, neden saatlerdir gelmezdi falan filan... Minik sırt çantamla, çalışmak üzere stüdyoya doğru yola koyuldum. Orada ntv açık olunca ve gözlerime inanamayınca, kestim sesimi oturdum ve şükrettim. Bu arada, evet ilkokuldayken falan, çevre denince bizim aklımıza, ozon deliği, deodorant, kesilen ağaçlar falan geliyordu, dikkat: ilkokuldayken. Yıllar geçti, bilinç düzeyimiz ve algımız gelişti, o gazlar çoook zaman önce yasaklandı, hatta ozon deliği falan yamandı.

/

Genel kontroller için gittiğim doktorda, doktorun benden önceki hasta hakkında "gerizekalı insanlar" diye bahsettiğini duydum. Bu kez de kulaklarıma inanamadım. Bu gayri insani muamele karşısında moralim o kadar bozuldu ki, kelimelerle tarifi yok. Hemşireye doktor hanımın -evet bildiniz kadın- her zaman böyle sinirli olup olmadığını sorduğumda, kedinin bir şeyleri örtmesi tavrıyla, "yok ama insanlar da şöyle dedi böyle dedi" diye açıklamalar yaptı. Benim muayenem de berbat geçti zaten, artık arkamdan "suratsız" mı demiştir, "salak" mı demiştir, allah'a emanet...

/

Kişisel ramazan kabusum: Nurhan Damcıoğlu ve benzerleri. Böyle bir ramazan eğlencesi biçimi mi vardır? "Ramazan eğlencesi" zaten nasıl mantıksız bir isim tamlamasıdır? Devamı da "şeker bayramı" oluyor sanırım.

/

Huysuz bir balığın isteği üzerine, yan tarafa izleyici listesi eklemeyi düşündüm. Ama içime sinmedi, vazgeçtim. Amaç, sen beni takip et, ben de seni, link kardeşi olalım, beni ekle cicim, izleyici arttıralım kardeşim, olarak algılansın istemiyorum. Tabi ki, ekleyenlerin hepsinin bu tür bir amacı olduğunu söylemiyorum. Sadece, bu blog ratingine aşırı alerjim var. Buradaki kendi kendine konuşma halimi ve özgürlüğümü seviyorum en çok. Onun isteği takip kolaylığı içindi tabii, bunun için, mail adresinizi bırakırsanız, yeni bir postu, posta kutunuza bırakabileceğimi söyleyebilirim.

/

Dün, taşınmakta olan tiyatro perimiz için ikea turu. Sevdiceğim günün kahramanıydı, ölçü aldı, akıl verdi, raf baktı. Bu akşam evde zemin etüdü ve sonra operasyon tamamlanacak.


/

Bütün olan bitene, saçma uygulamalara, çalıp çırpanlara, insanları gerzek yerine koyanlara, izlerken televizyona terlik fırlatma hissi uyandıranlara, sorumsuzlara, suçu başkasına atanlara, kısacası kötülere rağmen,

cumartesi, istasyonda treni beklerken yağmuru izlemek, tren camından yağmur damlaları saymak, tıngır mıngır gitmek, anıları tazelemek, sonra yürürken ıslanmak,



güzeldi.



Yağmurun hiç bir suçu yok ki...

teşekkür


Şimdi ben şanslı değilim de neyim?

Dün akşam, nihayet sevdiceğim bana gelen kargo paketlerini eve getirdi.


Nasıl şirin, nasıl cici, nasıl yumuş... İçinden bir de sabun çıkıverdi. Taa, Şirince'den... Kokusu oralara dek götürdü. Benim için örmüş, tek tek, iplere batmış çıkmış, seveceğim renklerden seçmiş, süpriz yapmış, bir de ne güzel paketlemiş yollamış, içine ne koyarım binlerce plan yaptım, sanırım ben ona bir dünyayı sığdırırım.


Peki ya, Delfina'ya ne demeli? Akşam, iftara az kalmış, salata yapıyorum, malzemeleri doğradım ama bekliyorum, bu akşam o yağa banacağım... Kapı çalıyor, sevgilimcim getirmiş hediyelerimi, o paket nasıl bir paket, bir açıyorum, içinden bir not düşüyor, içindeki kelimeler kalbime dokunuyor, "bu kadar zariflik olur mu" diyoruz ikimiz de, ne bileyim karşı ödemeli bile yollamamış her ikisi de, bu detay bile benim gözlerimin dolmasına yetiyor, yağın kapağını açıyoruz sonra, kokluyoruz, misssss gibi, o renk, o kıvam şahane, tadına bakmak için dakikalar kalmış, hadi acele edelim, domateslere biraz kekik ve fesleğen, ve tabi biraz ezine peyniri illa ki, üzerine de bu mucize yağdan. İçebilirsin bile öyle bir tat ve kıvam... Bayıldık, bayıldık, dün sadece onu yedim diyebilirim. Yolladığı sabunlar da şifalıydı, hani yeni moda, yapanın enerjisi geçiyor deniyor ya, o kadar alengirli lafları bilmem ben, helal kazancın, emeğin ve niyetin her zaman başka bir tadı olduğunu bilirim sadece. İşte tam da bu yüzden, o sabunlar bana iyi geldi ve bu zeytinyağı damağımızı şenlendirdi...


Dün gece, hayatımdaki güzel kalpli insanlar için bir kez daha şükrettim. Ve yaşamımda, kötü niyetli, olumsuz insanlar olmamasının ne kadar şahane olduğu farkettim. Burada kendi kendime karaladığım kelimelerin, karşıma bu kadar hoş insanlar çıkarmış olmasına gülümsedim.


elitim elitsin elit

Evet, dün gece büyük bir merakla "aşk-ı memnu"yu izledim. Çok banelim, evet.

Ben şu "ben bir tek dizi izliyorum o da avrupa yakası", "digitürkü sadece belgesel kanalları için aldık" insanlarını anlayamıyorum. Bir de eskiden sabahlara kadar süren siyaset meydanı, hulki cevizoğlu olayı vardı, ne katılanlar ne izleyenler bir yere varamazdı. Bal yapmaz arılar gibi, vıızzz vızzz vızz! Şimdi onlardan bir teketek falan kaldı sanırım. Neyse, bu kadar insan nasıl belgesel ve açık oturum seyrediyor, geri kalan şeyleri kim seyrediyor o da bir garip. Ailecek belgesel seyrediyorlar, sonra muhtemelen kitap fuarında onlar hakkında fikir teatisi yapıyorlar. Bir de gazeteyi muhakkak pazar kahvaltılarında okuyorlar.

Bir adaya düşen, zamanı büken, ölüp geri gelen, kendi geçmişine giden falan insanları izlemeyi anlayabiliyoruz da, basit bir soap operaya bu denli ilgiyi neden anlamıyoruz? Yani beş sezondur, "bu black smoke da ne ola ki?" sorusu pek entel ama "kim bastı lan bunları?" merakı sığ, öyle mi?

Herkesin, aptal aptal tvye bakmak istediği, hiç bir şey düşünmeden -zaten farkettiyseniz, aşkı memnu'da (ve benzeri dizilerde) seyirciye anlaması ve zihnini yorması için bırakılan tek bir şey yok, adam geçmişi mi hatırlıyor direk görüyoruz, bilmem neyle bağlantı mı kurdu direk ekranda, hiç olmadı bir nedensellik mi var, illa ki karakterlerden biri seyirciye açıklıyor: bilmem ne yüzünden bilmem ne falan diye- hiç kendini yormadan, ayaklarını uzatarak izlemek isteyeceği bir şeyler olabilir. İnsan bazen banel olmak isteyebilir hatta. Bu ülke meselelerinden, gündeminden uzak olduğu, lay lay lom bir insan olduğu anlamına da gelmez. Bu aşağılamayı anlamıyorum, mesele türk yapımı olması mı? Çünkü, daha bir sürü gerzekliği izliyoruz hepimiz.

Evet, seyirciyi aptal yerine koyan bir ton devamlılık hatası, evet seslendirmedeki özensizlik, evet sabah evden çıkan bir bihterin, ancak ikindi ışığında gideceği yere varması, bir gecede markası değişen telefonlar gibi ve daha bir çok mantıksızlık vardı amaaa; adı üzerinde "türk işi". Ki sadece bunlarla dalga geçmek bile oldukça eğlenceli.

/
Ayrıca, Ertuğrul Özkök nasıl bir iki yüzlüdür, o üç noktalarla dolu yazıları ve kullandığı ingilizce deyimler (bugünkü mucizesi no man's land mesela) nasıl zavallıdır, yoksa bu sadece bana mı öyle gelmektedir? İnsan canlısı nasıl tamamen omurgasız ve ilkesiz olabiliyor? Çok merak etmiştik iyi ki anlatıyorsun ihrama girip girmediğini, alkol ve diğer meseleleri yazı dizisinin sonuna saklaman da hakkaten reytingleri arttıracak kesin, bütün hesaplayabildiğin buysa; çok ama çoook zekisin :P "Benim ananem de hacıydı" geyiğinden bir paragraflık yazı çıkarabilmen, boşluklarla yazabilmen falan ayrı bir başarı, sayesinde üç nokta kullanımı yayıldı. Hangi konu olursa olsun yazdığı, kürt açılımından, krize kadar farketmiyor, hep aynı anahtarı kullanarak kabul sağlamayı deniyor: Atatürk. Bunu söyledikten sonra, aslında bence bu düşünce sistemine aykırı olan bir şey bile yazsa, kabul gördüğüne inanıyor.

Ayşe arman olsun, ahmet hakan olsun, şahane bir ekipsiniz sahiden. Nasılsa size tapınıyorlar, "iki parende atsanıza, aerobik olayını anlayalım" deseniz yapacaklar eminim. Bu üçlüyü daha bir çok ortamda görmek isteriz... Malum her kılığa kolayca bürünebiliyorlar...

Ahmet Hakan'a gelince; gözlem gücü ve tespitleri dahiyane; yok engin noyan tavrı olmamış, "inkılap" geçirmemiş. Merak etmesine gerek yok bence, onun bizzat geçirdiği inkılabı ve kemiksizliği yaşayabilecek pek insan yok zaten. İstese de esaslı bir dönüş yapamayacağını söylüyor, esaslı hiç bir şey yapamaz. Peki ya arap kahvesiyle taze hurmanın, Salomanje'nin menüsune eklenmesi önerisi? Hakikaten çok zekice. Yazısını, beyinsiz olmaktansa diyerek bitirmiş, beyni olduğundan nasıl bu kadar emin? Ya "umreden mahrem notlar... Devamı yarın..." gibi bir cümleye, ağzınızla bile gülmezsiniz.

Misal, blog falan yazıo olsalar, hakikaten okunmayacak kadar aşağıda bir kaliteye sahipler ve kocaman gazetelerin başında, kocaman paralar, kocaman mevkilerdeler... Oraya da büyük ihtimal bu "omurgasızlıkları"yla gelmişler. Buna üzülüyorum. Diğer bütün "çirkin insan halleri"ne üzüldüğüm gibi.

eylül bir

Nihayet beklediğim, özlediğim, iple çektiğim mevsim geldi!

Elektrik tellerinden bile daha çok genleşen, uzayan günler bitti. Beyni süngere çeviren uykulardan uyanıldı.

Gökyüzündekiler "eylül 1" şöleni yaptılar sanki. Yağmurlar, rüzgarlar... Takvime bakmadan da anlardım yılın neresinde olduğumuzu. Yaz boyu bugünü bekledim ben, bahar çocuğuyum ben, hatta belki kış, yağmuru, yaprakları, üşümeyi, ürpermeyi severim. Sonbahar hüznü, romantizm falan değil bu. Zaten, mum, şiyir, şarap, loş ışık romantizmi insanı değilim ben:)

Bazıları nasıl yazın, güneş parlarken neşe doluyorsa, işte öyle. Ocak ayında yaşamadığım, "yeniden başlama" coşkusu, yeni kararlar, yeni defterler. İyi bir haber alacakmışım gibi. Bu keyif bende mayıs'a kadar gider... Hani ben leylek olsam, sonbahar olan yerlere göçerdim. Sabah beri, geziyorum evin içinde, dışarı çıksam büyü bozulacak sanki, şarkı söylüyorum, bşyler karalıyorum, okuyorum, zihnimin kırışıklarını düzeltir gibi ütülüyorum, gülüp duruyorum.

Şimdi; sinemaya gitmek var, kestane aramak yollarda, ayaklarımı onunkilerle ısıtmak, ancak tadını bilenlerin anladığı bir mevsimi paylaşmak var, kitaplar, kitaplar, kitaplar, atkılar, kahve, sıcak çikolata, tende yazdan kalan renklerin açılması, üşümek, ellerimi cebine saklamak, dik yakalı kazaklar, en sevdiğim sarı ışık, neşeli hırkalar var... Saatler ileri alınırken, sonbahar sakin ama telaşlanmaya hazırdır.

Kırmızı başlıklı kız olur muyum? Her yıl bir armağanla gelen eylül, bu yıl cebine neleri koymuştur acaba? Acaba ona bir atkı daha örsem mi? Bir kaç çorba tarifi daha eklesem mi deftere? Kaz tüylerini indirsem mi?

Ve dahası; bu yıl ben kendi yaşamımın, hani "daha mutlu olamam" diyebileceğim bir mevsimindeyim...

aksi

Güleryüzlü banka görevlisine hiç rastladınız mı?
Belki vardır ama o da yalnızca reklamlarda oynama işini yapıyor. "Hoşgeldiniz nasıl yardımcı olabilirim?"

Biz şu ana kadar yalnızca bir kere rastladık, fakat o da şehrin karşı kıyısında kaldığı için artık yalnızca telefonla yardımcı olabiliyor bize.

Banka görevlileri; özellikle kadınlar, beş kere aksi! Minik bir sorunuzu mutlaka sizi tersleyerek yanıtlıyorlar. Gözler devriliyor, iç çekiliyor falan. Evet sen atom mühendisisin, ben de sana "ee elektron nasıl dönüyordu" falan diye bir sordum, sinirlenmekte pek haklısın. Onları oturarak çalışmaktan şekil almış bedenlerinden ve içlerinde rahat etmedikleri kesin olan gürültülü topuklu ayakkabılarından tanıyabilirsiniz. Şlak, şlak, şlak!

Somurtuk bir surat, beyin cerrahıymış da, yanlış bir hareketi ölüme yol açarmış gibi bir gerginlik. "Kızdırmayalım yoksa işimizi yapmaz" gibi bir elektrik.

Ve inanılmaz bir yavaşlık... Ah pardon "sistemlerinizde bir yavaşlık var"dır kesin. Tabi tabi, sen sallamıyorsun işini.

Evet siz isterseniz 10, isterseniz 100 işlem yapın aynı maaşı alabiliyor olabilirsiniz, amacınız tamamen mesai doldurmak da olabilir, ama bizlerin vakti gayet kıymetli. Evet, anlamıyorsak aynı şeyi bir kaç kere tekrarlamanız gerekebilir. Hayır, bir şeyi ağzında gevelemek soruya cevap vermek anlamına gelmiyor. Evet, insan ayırd etmeden yardımcı olmak zorundasınız. Hayır, o kadar önemli bir iş yaptığınıza inanmıyorum. Evet, sizin yerinize bu işi yapabilecek bir çok insan var.

Tamam dünyanın gerçekten en sıkıcı işini yapıyorsunuz, ama bir deha gerektirdiğini sanmıyorum ki; bildiğin para saymak:) Gişedeki memur kastettiğim, geniş bir hizmet yelpazesini de kapsamıyor işi. Fatura, hesap hareketleri, döviz vs. Hani bankada üst düzey bir görevli, genel müdür vs değil, ki onlar çoğunlukla daha saygılı oluyorlar zaten.

Mesaileriniz uzun değil, öğle tatillerini geniiiiş geniiiiş kullanıyorsunuz, bir dakika öncesinde biri ölse kılınızı kıpırdatmıyorsunuz, gayet "ben bu işi yapmazsam dünya dönmez" havalarındasınız. Bütün gün somurtacağınız bir işi seçmek sizin suçunuz, benim değil. Ve bu da bahane değil. Gayet güleryüzlü ve neşeli çöpçüler tanıyorum, hoş sohbet kasiyerler, gününüzü iyi geçmesini sebep olacak kadar pozitif esnaflar...

Keşke daha mutlu olacağınızı bir işi seçseydiniz de, hepimiz rahat etseydik. Dahası, iyi ki sizin gibi insanlar, hemşire falan değil!

Ben ümitliyim gerçi. Yok bu insanlardan değil. Şu an zaten, bizim bankada, fatura dahil pek çok işlemi makineler yapıyor. Şanslıyız ki, bu gibilere binde bir işimiz düşüyor. Yine de umutluyum. Bir gün bu somurtuk insanların da yerini tamamen makinelerin alacağı günü iple çekiyorum. Belki o zaman düşünürler, "aa eskiden ne güzel bir işimiz vardı, hiç değilse bir işe yarıyorduk" falan diye.

Eminim işini severek yapan, güler yüzlü, çalışkan olanları da vardır. Eminim. Sadece ben şimdiye dek bir kez rastladım:)

220809

Aşıksınızdır.

Birilerine akıllıca gelmeyen şeyler yaparsınız, hallere bürünürsünüz. Basit ama sizce dünya değerinde şeyler. Sırf bir simidi bölüşmek için, uzun saatler deniz aşmak gibi, yıllar önce okuduğu, artık toplatılmış bir kitabı, kütüphane kütüphane arayıp armağan etmek gibi, bir öpücüğün ardından şaşkınca bakakalmak gibi, nefesi olmadan uyuyamamak gibi, küçük bir şeye birlikte saatlerce gülmek gibi, bir sinema biletini, bir el izini, bir sözcüğü saklamak gibi, ahşaptan müzik kutusu oymak gibi... Binlerce minik şey. Minik elmaslar kadar değerli.

Birileri gıptayla bakar, bilirler çünkü o zehrin tadını. Birilerine de aptalca gelir bunlar. Anlayamazlar. Sahi, aşk ne zaman "akıl" işi oldu ki? Ölçülü, cetvelli, hesaplı ablalar, uzaktan ve tepeden bakar size. Siz kimsenin bilmediği bir sırrı bilmektesinizdir onlara göre. Matematiğe vururlar bütün bunları, sığmaz denklemlere, tek tek hesaplarlar, içinden çıkamazlar. Yanılacağınıza emindirler, ölçüsüz olmanın sizi zarara sokacağına. Aşkın kar-zarar defteri olur mu ki? Çok iyi bilirsiniz ki, anlatsanız, kelimelere dökseniz de sonuç aynı olacak.

Anlayamazlar.

Ancak ve sadece, aşkı tatmışlar anlar sizi.

Gece yarısını geçmiş, pencere kenarında tıkır tıkır yazı yazıyorum, kelimelerle oynuyorum. Sesler duyuyorum, çatal kaşık sesleri, tatlı bir telaşa dair sesler... Ne yapar bu insanlar? Neye sevinirler bu kadar? Bu saatte uyanmak onları neden mutlu eder? Uykunun en tatlı yerinde uyanıp, koca bir aileyi doyuran anne nasıl heyecan duyabilir? O sofraya nasıl keyifle ve neşeyle otururlar peki? Bir dakika önce yerken, bir dakika sonra yemeyi bırakmayı nasıl başarırlar? Bunu nasıl anlar, kabul eder ve uygularlar?

Çayın altını yakmaya gittiğimde bunları düşünüyorum.

Aşıkları anlayamayacak insanlar gibi, onları da hiç bir zaman anlayamayacak olanlar hep var.

200809




* Fringe izliyoruz, evet lost gibi değil, evet zaman zaman bayıyor, evet belli bir "düzen" içerisinde ilerliyor ama yine de fena değil.

Ve sırayla tim burton filmleri, bazıları ilk kez, bazıları yeniden.

* Dün, battaniyemin ilk sıralarında yapılmış bir hata yüzünden ağlayasım geldi. Ama işe yaradı, şöyle ki, o linkten bakarak kendim, tek tek çözdüm ve yeniden başladım. Sanki birden zekam falan açıldı:)))) Ki ben bir ilmek bile sökmemek için yüz takla atabilen biriyim:)

* Sevdiceğimin gün içi mailleri içimi aydınlatıyor.

* Kaslarımda minik minik ağrılar. Kesinlikle işe yarayan bir spora başladım, daha önce sonuç aldığım:

Callanetics!

Ve hop kum saati denizkızıyım!

* Dün çok keyifle okuduğum ve heyacanla linkini paylaştığım bir blog yazısı, herkes okusun: http://puck-robin.blogspot.com/2009/08/buyuklerin-dunyasna-hosgeldiniz.html

* Twitter çok tatlı bir şey.

* Nihayet, bu gece yarısı uyanarak başlayacağımız, bir aylık heyecan.

***Ve salı gecesi süprizi; "insan biraz kendine zaman çalmalı"

Eski şarkılar, albüm kayıtlarından bin kat iyi bir performans, ortak anıları olan melodiler, kahkahalar, keyif sigaraları, ezbere bilinen sözler, yüksek sesle bağır çağır eşlik edilen şarkılar, neşe, son derece cool bir sevgili, son derece zıplak bir ben. kenan doğulu'nun şahane süprizleri, "tutamıyorum zamanı"ya eşlik eden baba, deniz kokusu bulaşan şarkılar... Bir de nolur yılmaz erdoğan, o korkunç aksanıyla, kötü vurgularıyla şiir okumasın, bunu ayrı bir postta inceleyeceğim. Böyle gırtlaktan bir "etme" söz konusu mevlana bile olsa, antipatik ötesi oluyor.


dipnot: Bu arada; kuruçeşme arena'ya giden denturlarda, "konser alanında 10 lira vereceğinize burada alın" diye anons edilerek bira satılmasını hiç bir şey değilse, bayağı bulduğumu eklemeliyim.


* Üç boyutlu fotoğraf çeken bir makine istiyorum, böyle ses falan da olacak, hayır kamera gibi değil, dondurup yeniden yaşamak veya tam olarak birine anlatmak istediğimiz anlar için, hani kelimeler, fotoğraflar yetmez ya, işte öyle.




* Bir şiyir:

gece bitkilerinden

gece bitkilerinden korkuyorum,
hayır geceleri bitkilerden!
gizlenirken vurulmuş ulaklara ağıttır
bana açtığın her telefon.

iki kalp arasındaki en kısa yol:
birbirine uzanmış ve zaman zaman
ancak parmak uçlarıyla değebilen
iki kol.

an ki fiskiyesi sonsuzluğun
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

c.süreya

* Bir de burdan, kendisi beni dürtmese blogumu unutacağım deryik hanım'a açık bir çıkma teklifi.
-gevezelik, boncuklar, nar çiçeği şurubu, kolaj, kumaş makası, örgü, anıt dedikodusu, bol kahkaha, kikirdeme, dertlenme, çok kelime-

nihayet blog!




Mutluyum ben! Ve dahası kuşlar kadar hafiiif...

Hep bir telaş halinden yazamadım ve söyleşi haberi tepede kaldı.

Bütün bir hafta, açıklanamazinsanhalleri vol.1 i bitirdim, sonra tam kafamı dinleme haline geçiyordum, aha vol.2. Ben hakikaten bazı insanları daha doğrusu bazı insan davranışlarını anlamıyorum, anlayamayacağım, anlamak üzerine kafa yormak istemiyorum. Ve belki de kolayı seçiyorum, hooop üzerlerine bir çarpı işareti onları dışarda bırakıyorum.

Kozam kozam benim cici kozam.

Şu sıralar gecelerimiz hep uzuyor, dışardaysak geç geliyoruz, sonra evin tadını çıkarıyoruz, geçen cumartesiyi sabah 6.30'da kapadık hatta. Film, dizi, oyun, vırvır derken yapacak bir sürü şey buluyoruz ve çok fazla birlikte vakit geçiriyoruz. Hiyu! Havalar serinledikçe, akşam keyfine kahveleri de aldık yeniden.

Evde yapacak bşyler istiyordu canım. Zihin dağıtmak için, dinlenmek için. Yani ben maharet abla olmasam da, veya fotoğraflayıp sergilemesem de, cici şeyler boyarım, anahtarlarımızı astığımız baloncuklu bşy, mor bir gazetelik, çeşitli taşlar, şamdanlar, şişeler ilk aklıma gelenler... Hani bazı -aklı başından gitmiş- bloggerlar gibi ayakkabılarımı fotoğraflayıp koymasam da ayakkabı giyiyorum ben, onun gibi:)))

Sonraaa dün, benim en süper bir arkadaşım geldi, muhabbet, kahve, sigara derken, funda'dan gördüğüm ve hastası olduğum şeyi ona sordum. Funda da, daha önceki makarna vakasında olduğu gibi, çok yardımcı oldu, vırvır bütün gerzekçe sorularımı yanıtladı ama dilini bilmiyordum. O deli arkadaşım, bir şeye bakar ve bana anlayacağım dilde tercüme eder, gerekirse resim çizer, gerekirse şablon yapar, gerekirse şarkı söyler, gerekirse en aptalın bile anlayacağı komutlar yazar. Hep "röleve alan bir insan tabi bunu şıp diye çıkarır" dedim durdum:)

Veeee: http://attic24.typepad.com/weblog/neat-ripple-pattern.html

Buna başladım. Elimdeki talimatlara baka baka yapıyorum, alıştım bile artık. Bu kış zilyon tane atkı, bere ve çorap örmek yerine, enerjimi buna vericem. 85 yaşıma geldiğimde, sevdiceğimle yürüyüşten dönmüş, sallanan sandalyede çayımızı içerken, dizlerime örtmeyi planlıyorum. Büyük ihtimalle o zamana yetişir.

Aynı anda her zincirde bir kere "eylül" dicem, üç gün. Ve sonbahar gelecek!

Not: Zevkle okuduğum bloggerların, örneğin; "aslında çok zor" daha çok daha çok yazmasını istiyorum. Bir de şurdaki fotoğraflara bayılıyorum. Bir de o hep yazsın istiyorum, ne olursa olsun. O ise hep neşeli olsun. Bu ise, postlarını ve gevezelik etmeyi çok özlediğim biri:)

Fotoğraf: Gelibolu dönüş yolundan.
pek sevdiğim ayçiçekleri ikindi ışığında boynunu bükmüş.

evdeofis.com




Öylesine, daha doğrusu, sadece kendim için yazdığım bir blog yazımın beğenilmesi.

Sıcacık ve samimi bir yorum.

Mailleşmeler.


Ve hoş bir söyleşi:
http://evdeofis.com/index.php/2009/08/03/secret-diye-bir-sey-varsa-sen/

Evdeofis.com ekibine; bir süredir takip ettiğim çalışmaları, beğenileri, zerafetleri ve ilgileri için sonsuz teşekkürlerimle...


denizkızı.




1001.






Aşağıdaki sayacın ve benim kırmızı kaplı defterimin söylediğine göre dün 1000. günümüzdü bizim. Bir kısmı aynı çatı altında geçen 1000 gün.
1000 kibrit çöpü, 1000 mutlu sabah, en az 1000 kahkaha, 1000 baloncuk... Dün hep bunu andık, kutladık.

Ve bugün 1001. gün.

Bu sayı bana öncelikle şu hakkı veriyor; hiç değilse her gün en az bir kez söylediğimi(zi) sayarsak, "en az bin kere seni sevdiğimi söyledim" diyebilirim kolaylıkla:)

Dervişlerin 1001 günlük çileleri düşünülürse, yeni bir döneme girdiğimizi düşünebiliriz:) Çömezlik bitti, ağır dersler, alışma süreci bitti, olayın mantığı tamam, bundan sonrası daha olgun daha pişmiş bir dönem ve yepyeni maceralar demektir.
Şaka bir yana, artık dört haneli rakamlardayız, öyleyse dilek; giderek artan ve sonsuza uzayan sıfırlar...


home office


Home office, türkçesiyle, evde ofis, dışarıdan bakıldığında o kadar kolay, hafiiif geliyor ki insanlara.
Oysa hiç de öyle değil.

Öncelikle, pijamalar, ve kahveyle laptopun başına geçerek çalışma hayali sanırım Sex and the City'den miras. Veya ayaklar uzatılmış, laptop kucakta hal. Gerçek hiç öyle değil, en azından benim için. Bir kere, mahmur havadan çıkmak gerektiği için, dinçlik veren kıyafetler, rahat elbiseler, neşeli şeyler seçiyorum. Depresyon hırkasıyla verim alınmaz. Günlük işleri gözden geçirdikten sonra çalışmaya oturuyorum. Çalışmak için ayrılmış bir bölümüm var, ordaysam yaptığım tek şey işim. Bunu da sevdiceğim yaptı, ve yaklaşık 6-7 kez değiştirdik, şimdiki hali en cici ve en verimli hali. Teşekkürler bayım:)

İletişim gerektirdiği için, msn ve gtalk neredeyse her zaman açık, bu telefonun açık olması gibi bir şey, sohbete hazır olmak anlamına gelmiyor. Bunu herkes düşünemeyebiliyor. Ayrıca internet hakikaten hayati bir hal alıyor. İnternet yoksa ofisle iletişim kopuyor ve işler altüst olabiliyor.

"Ay ne güzel hem işini yaparsın, hem evin işleri aksamaz oh kebaaaap" diye düşünenlerin üstüne zıplayasınız geliyor. Yoğun dönemler, ki bu benim için ayın son 10 günü oluyor, mutfağın yerini unutuyorum, uzun saatler mesaiye kalan insanlardan farkım kalmıyor, üstelik bazen bu sonsuz bir döngü halini alıyor, sevgilim gelsin de bir şeyler yiyeyim diye bekliyorum, pizza kutuları üst üste diziliyor ve maraton bitene kadar evde tozlar dans ediyor. Masamdan saatlerce kalkmadığımı biliyorum, saati unuttuğumu, saate bakınca acıktığımı anladığımı.

Deadline'ı olan işler hem çok keyifli hem de bir o kadar zor. Özgürsün ama bu özgürlüğü iyi kullanabilmelisin. Zaman yönetmeyi iyi ayarlaman gerekiyor. Oyalandığın ya da vakit harcadığın günün ertesi, uzun çalışma saatleri anlamına geliyor. İş ve iş dışı zaman arası biraz karışabiliyor. Her boş an "çalışmam gerek" manyaklığı içine girip, baş ağrılarına kapıldığım oldu veya mola vermek için kalktığım arada, makineye çamaşır, akşama yemek, eve temizlik çekidüzen, kendime bakım yaparak kontrolü kaybettiğim de oldu ama bir kaç ay sonra, doğal bir bocalama döneminin ardından, oturdu işler rayına. Sınır çizebilmeyi öğrendikten sonrası kolay. Evin dışında çalışıyormuş gibi bir disiplin ve belirli mesai saatleriyle çalışmak gerekli. Ritmini tutturmak bütün mesele ve hakikaten titizlik göstermek. Bu da belli bir emek gerektiriyor.

Ve belli aralıklarla evden çıkmak… Bu şart çünkü bir süre sonra, ev kolun, bacağın gibi bir şey oluyor, ayrılamaz oluyorsun. Kaplumbağa gibi, gittiğin yere götüresin geliyor. Çıkınca on kere, yok bşyi açık unuttum mu, ah hırsız girer mi triplerine giriyorsun, istemeden.

Ama iyi yönleri daha fazla, bence, ki bu nedenle tercihim bu yönde. Fakat hangisi daha zor derseniz, bu hem değişir hem de aslında evde çalışmak biraz daha zor ama kesinlikle değiyor.

Evin her köşesi ayrı bir keyif, bir sürü değişik çalışma köşeniz olur, bunları sıklıkla değiştirebilirsiniz. Hop burda, hop kapı arkasında:)

Mola anları çok şahanedir, uzun zamandır boyamak istediğin ahşap kutu boyanabilir, hoop atkı bitirilebilir, çiçekleri sulayabilirsin, ne zamandır yarım bırakılmış kitap okunabilir, spora başlanabilir. O vakitsizlikten yapılamayan her şeyin kontrolü elinde. Kendi çalışma saatlerini belirleyebilmek oldukça güzel bir durum. Verimli olmayacağını hissettiğiniz bir günü dışarıda geçirebilir, işleri gece sessizliğine erteleyebilirsiniz.

Giderek minikleşen teknoloji sayesinde, her yer iş yeri. Seyahat engeli sıfır:) Bu bizim için oldukça harika bir durum tabi. Netbooku çantama sığdırdığım müddetçe, her yere kolayca gidebiliyorum sevgilimin peşinden, aklımda işler kalmadan. Pazartesi sendromu yok, hooop "bugün derhal hafta sonu ilan edile!" demem yeterli:)

Beni çok yoran kıyafet sorunu sıfır. Saatler boyu seçmek, karar verememek, sinirlenmek… Oh ne ala! Tamamen mutluluk verici kostümlerle çalışmak gibisi yok. Hiç değilse benim için. Ama bu galiba zevk meselesi, diğerini tercih eden, "evde kapalı kalamam ben"ler de oldukça fazla. Yol, trafik, yetişme, gecikme, mesai, işin bitmemesi, istediğin gibi plan yapamama sorunları da ortadan kalktı, benim için. Yol dediğin nedir ki? Yataktan kalk, 5 adım:)

Müzik zevkim konusunda, uzlaşmaya varmak zorunda değilim. Ofiste ayrılık acısı taşıyan birinin, arabesklerine kulak vermem gerekmiyor, günüme uygun listelerimden her hangi birini dinleyebiliyorum:)

Benim bünyem, özgür oldukça daha verimli olmaya programlı. Kendi halime bırakıldığımda, şahane işler çıkartabiliyorum, müdahale anındaysa, solan bir çiçekten farksızım. Saate bakmadan, çıkış saatine ne kadar kaldı hesaplamadan, "bugün işe gelmemek için neler vermezdim" hissi olmadan, tam kapasite çalışabiliyorum.

Kahveye gelen arkadaşını mola saatine denk getirdiysen ne mutlu sana. Erken kalkmak zaten bir alışkınlığınsa. İlmek ilmek emek vererek ortaya çıkardığınla övünüyorsan. Ve sana her adımda yardımcı olan bir sevgilin varsa.

O zaman bu sıcak yaz günü, şekli ne olursa olsun yaz gününde katlanılmayan bir yol çekmeden, çiçekli elbisenle, rüzgâr perdeleri dansettirken, evdeysen, sevdiğin işi yapıyorsan ve bir de dolapta çilekli dondurman varsa,

çok şanlısın demektir.

super cuma!


*Dün sevdiceğim şehir dışındaydı. Ben son derece boynu bükük, solan çiçekler gibi:( Yataktan çıkmak istemedim sabah. Sonra evde durmak istemedim. Şanslıydım ki, stüdyo günüydü. İşimi çok seviyorum, iş yerimi daha çok seviyorum. Trafik sıfır, canavarlar tatile kaçmış olmalı. Hava ılık, yağmur yağdı yağacak. İş yeri, keyif, kayıtlar, kahve, bahçe keyfi, yepyeni projeler... Sonra geç vakitte çalan kapı, hop kavuştuk!

*Geçen cuma, yine açıkhavada, zuhal olcay bu kez... Yazmamışım. Ben "istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?"a ölüyorum. Bu kadar zarif, bu kadar şahane, bu kadar her şeyi özetleyen ve başka bir dilde karşılığı olmayan... Ve zuhal olcay'dan dinlemeye ayrıca bayılıyorum. Büyüyen, güzelleşen, her şarkıyı yakıştıran bir kadın. Dönerken motorda, dilime "yine aşk var" feci halde dolanmış, elimde çingene kızların dağıttığı güller, yanımda sevdiceğim... Keyiften ölebilirdim.

*Geçen sene dün: http://mormermaid.blogspot.com/2008/07/kadn.html




*Biz bugün tiyatro perisiyle müzikal çalışacağız. Seçmelere girecek:) Biricik enstürmanımla ona faydam olacağını düşünüyor.

*Lush'a bayıldığımı söylemiş miydim? Evet yaklaşık yüzbin kere belki. Ama şunları ayrıca ve özellikle seviyorum: http://www.lushturkey.com/banyo-urunleri/banyo-kopukleri/category.aspx?catid=0102


*Veee haftasonu:

Yol yol yol, deniz deniz, yepyeni yerler, fotoğraflar, mor köpükler, tam 3 gün! Hişt yağmur bulutları dağılın bakim!

Derhal en hafifinden bir çantana hazırlansın!

ayşe arman'a mektup

Sevgili Ayşe Arman,

Yazılarınızı zaman zaman okurum, kendi alanınızda, ki bu yediğini içtiğini anlatmak ve bir kaç ünlü isimle cüretkar bulduğunuz sorularla (örn: sevgilinizi seksi buluyor musunuz/çocuklardan sonra cinsel hayatınız ne yönde değişti?/ben bugün dubai gördüm, ya siz?) muhabbet etmek oluyor, başarılı olduğunuzu bile düşünürüm. Ama boyunuzdan büyük işlere kalkışmanız, hakikaten yüzünüze gözünüze bulaştırdığınız için komik oluyor. Daha deniz seki'yi düşünce suçlusuymuş da kitapları toplatılmış falan gibi yansıttığınız saçmalık dolusu kelimeleriniz yeni bitmişken, hop ucuna bir tane daha baş yapıt eklediniz.


Öncelikle, mahalle baskısı, house cafe'de olmaz zaten, benzer yerlerde de olmaz, parayı bastıranın içeri girebildiği yerler bunun yeri zaten değildir. Hangi kafe, para kazanacağı bir müşterisine "ikileyin" der, dalga mı geçiyorsunuz?

Ki, siz kim oluyorsunuz ki "bizim mahalle", "karşı mahalle" gibi bir ayırım yapabiliyorsunuz? Hangi akılla? Hangi cüretle? Bütün mevzunun zaten insanları çeşitli mahallelere bölmek olduğuna aymadınız mı hala? Dahası öyle bir ayırım söz konusu olacaksa, siz zaten mahallede değil, "residence"da falan yaşıyorsunuz:)

Araştırmanızın kapsamını geliştirmek adına sizden ricam, bir üniversite kapısı çalmayı deneyin... Ama nasıl olsun biliyor musunuz, böyle çok anlam yüklediğiniz hayalini kurduğunuz bir bölüm, öyle ki, başınızı açmaya razı olsanız bile kim olduğunuzu bildikleri için mülakatlarda zaten eleniverin... Hmm... Ya da şöyle diyelim, çok ihtiyaç duyduğunuz bir şirketten şöyle bir cevap gelsin size, "cvniz yeterli, tam aradığımız kişisiniz fakat...", o iş, o sırada sahiden ihtiyaç duyduğunuz bir iş olsun hem. Veya yine cv yolladığınız bir şirketten onay gelince "ben size fotoğraflı cv mi yollamıştım?" diye sorma gereği duyun... Çekinerek. Çünkü siz görüntünüzle değerlendiriliyorsunuz.

Sizin "bez parçası" dediğiniz şey, bazı insanlar için değerli olabilir, kelimelerinizi seçerken biraz daha dikkat. İslami hayat tarzına uygun yaşamak, başörtülü sokaklarda dolanmak fink atmak falan olmuyor diye biliyorum. Tek yönlü bir şey değil, sizin gibi imajlarla oluşan bir şey değil. Nasıl iyi anne olmak, kızının adını dövme olarak yazdırmak değilse... Harama helale, hak ve hukuka dikkat etmek, doğru insan olmak, güvenilir, ahlaklı olmak anlamına da geliyor. O "bez parçası" dediğiniz şey bunların çooooook ama çoook küçük bir yönü.

Başörtüsü for dummies olarak maddelediğiniz, yok kulağım kapanıyor, yok duyamıyorum falan filan oldukça cahilce bir yaklaşım. Kastedilen asıl örtü edep. Ve anladığım kadarıyla bu sizden oldukça uzak bir kavram. Kafanıza doladığınız her hangi bir örtü bu işi görürdü. Konuyu bu kadar büyütmeye gerek yok.

Aslında çok basit bir şey. Sadece bir kişisel tercih. Ne bileyim, kurşun döktürmeye inanmak gibi, dua etmek gibi, saç rengini değiştirmek gibi, alkol almak gibi, sigara kullanmamak gibi, rejim yapmak gibi. Hayattaki bir milyon tercihten sadece biri. Bu kadar keskin sınırlar o kadar kırıcı ki.

"Onlar gibi giyindim ve şimdi anlayacağım."Ah kraliçe hazretleri halka indi! Kaplumbağaları da çok severmiş hem. Acıyormuş veya onlar adına üzülüyormuş gibi yaparak inceden dalga geçmeniz o kadar zavallı ki. Şükür ki merak ve inceleme konunuz başörtülüler, ne bileyim, eşcinsellerin çektiği zorluk, bir engellinin günlük hayatı, dilencilerin gün boyu kazandığı para, çöpten yiyecek arayan insanların beslenme biçimleri, fahişelerin iş yaşamı, bir kot işçisinin kariyer planması, doğu'da törelerde sıkışmış kadınlar, düğün sonrası kapısında bekleyecekleri düşünmekte olan bir gelin, çocuk yurtlarındaki çocukların durumu falan gibi bir çok konu da olabilirdi ve en gerzekçe metodu seçerek yaptığınız araştırmanızın bedelleri de pek ağır olabilirdi.

Sizin o gezdiğiniz yerler, zengin veya iktidarla sonradan zenginleşmiş bir adamla evli bir kadının veya o tür bir babanın kızının yaşamı. Nasıl açık (bu ifade kaba ama daha iyisini bulamadım) bir kadının yaşamı, bilmem hangi iş adamını kapatması olan mankeninkiyle değerlendirilemiyorsa işte öyle. Bu ülkedeki bütün kadınlar sizin gibi yaşamıyor. Çalışıyorlar, emeklerinin karşılığını göremeyebiliyorlar, dayak yiyebiliyorlar, zengin bir koca bulup hayatlarını garantiye alma dışında amaçlara sahip olabiliyorlar, tutkuyla arzuladıkları tek şey kırmızı bir ayakkabı veya 40 yaşında seksi fotoğraflar çektirmek olmayabiliyor.

Reina'ya girmekte ne var ki? Parayı bastırdığınız müddetçe özgürsünüz zaten o tür mekanlarda. Ayrıca bir başörtülü reina'ya girseee noluuur girmese nolur? Sonradan edinilmiş paranın görgüsüzlüğüyle o alışveriş merkezi senin bu beymen benim, sizin tabirinizle "allah ne verdiyse" gezmek değil o insanların yaşamı. Kimsenin değil hatta. Bunu kafanıza sokun.

Haşemaymış. O kabus astronot kıyafeti bile icad etmeleri ne kadar acı bunu bir düşünseniz ya? Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede, denize girebilecekleri bir tek yer yok? İnsan illa sizin deyiminizle; "kapalı" olmasa da, kimseye görünmeden yüzmek isteyebilir. Ayrıca bu da büyük bir mahrumiyet değildir, tamam bence de seçimleri bu yöndeyse girmeyiversinler denize, ama onlarla özdeşlik kurmaya çalışmanın yolu haşemayla yüzmek olmasa gerek! Onunla ilgili yorumu, gazetecilik dehası sizinkine denk ahmet hakan, çok daha önce yapmıştı malumunuz.

Ne bileyim daha güzel örnekler yaşayabilirdiniz mesela. Kuaföre gitseydiniz ya Ayşe hanım. "Ay saçların ne güzel niye kapatıyorsun kiii?", "peki böyle yaptırdın sen şimdi, kim görecek ki?" Hani Fatih'teki bir güzellik salonunu kastetmiyorum ben. "Aslında normal bir kuaför gibi..." derken? Ay bak seen, ağda falan da yaptırıyorlar ne kadar da şaşırtıcı?! İnanmıyorum manikürden falan haberleri var mı sahiden? Kel değiller mi gerçekten? Ya siz inançlı birinin gidip başörtüsüne model yaptırabileceğini mi zannediyorsunuz?

Sizin hakikaten bir zeka özrünüz falan mı var, yoksa dünyayı dubai'de minik bir mahalleden ibaret veya nişantaşında bir planetten müteşekkil mi zannediyorsunuz? Kendisi başörtülü olmasa da, burada çoğu insanın başörtülü bir komşu/arkadaş/ahbap/eş dost falanı vardır ve bu denli zevzek soruları yalnızca sizin gibi, ülkesine, meselelerine ve insanlarına uzaktan bakanlar utanmadan sorabilir.

Bir devlet dairesinde işlem yaptırmaya çalışın, ya da -herkesin adını tahmin edeceği- bir bankada sorun yaşayın. Size "böceksin sen" diye bakan bakışları üzerinizde hissedin. Otobüse binerken yanlışlıkla birinin sırasını kaptığınızda, "şuna baaaak bir de başörtülü olacaaak" falan diye bir hakaret işitseniz ve bütün gözler size çevrilse "cık cık cık şuna bak"... Ya da sokakta ilk kez gördüğünüz birinin bile en doğal hakkıymış gibi "evli misin, annen mi kapalı, baban mı zorladı, kocan mı kapattı, eee namaz da kılıyor musun, sıcakta zor olmuyor mu, ne mezunusun peki, eğitim şart!" gibi kelimenin tam anlamıyla gerzekçe ve sonu gelmeyen sorularına maruz kalsanız... Kokoş ablaların, gözlerinin devirerek "ne varsa bu kapalılarda var zateeeen" dedikten sonra, "yok sen hariç canım sen modern kapalısın", "hem bizim lafımız o simgeleştirenleree" demelerine ağzınız yerine başka bir organınızla gülseniz, insanlar "bizim ananelerimiz de kapalı", "babam hacı benim zaten" diye saçma sapan geyikleri duyabileceğiniz şekilde söyleseler... Bir alışveriş merkezinde aldığınız şık iç çamaşırlarının ödemesini yaparken arkanızdaki kadının "bu tür şeyleri de nerde giyiyosa bunlar?" diye söylendiğini işitseniz... Herhangi bir kültürel aktivite bilet kuyruğunda, "bunların ne işi var burda ya" diye püfleyen bir genci duysanız... "Neden kapalısın?" Çirkin ördek yavrusu gibi, incelenmesi gereken bir canlı gibi. Devamı gelir "evde açık mısın?" "peki kocanın yanında, peki babanın, peki dayının... bla bla bla bla..." Ya da acıyanlar mesela daha da şendir onlar... "Ah ben çok üzülüyorum sizi okullara almamalarına..." Bunda üzülecek bir şey yok ki. Yaşadığın ülkenin kurallarına uymakla, inançlı bir insanın sorunu olamaz ki. Akıntıya kürek çekmek. Saçma sapan çırpınmak.

İsmailağa'da mini etek, sarı saç ve topukluyla gezmek elbette ki dikkat çeker. Her yerde çeker, bebek'te de, ortaköy'de de... İnsan doğası bu. Ki orada yaşayan insanlar, 28 şubat'a kadar evlerine televizyon dahi sokmayan insanlardı, aborjinlere bilgisayar götürmüşsünüz de dikkatlerini çekmesini yadırgıyorsunuz. Dünya tarihine birazcık göz atsanız, giyinmenin çok eski soyunmanınsa son yüzyılda gelişen bir şey olduğunu görürsünüz, mesele dinle veya bizim kültürümüzle falan ilgili değil sadece. "Sen açık giyersen bakarlar tabiii" demiyorum, doğru değil, olmaması gerekir ama orda ve bir çok yerde işler böyle diyorum.

Bir çok şeyi onaylamayabilirsiniz, yapmacık halleri, "ibadet ediyorum" cümlesini alnına yapıştırıp gezenleri, bunun yanına bir de "ben senden üstünüm"ü ekleyenleri, iktidardakileri, onların temsil ettiklerini, devlet erkanındaki başörtülü eşleri, dini suistimal edenleri, dini kullanarak servetine servet katanları, ayırımcılık yapanları... Bu davranışlar zaten "kötü insan" davranışı, dinle bir ilgisi yok, her türü her yerde, her inançta bulunuyor bu gibiler.

Katılın, veya katılmayın, kadınlar bunu kendine neden yapıyor diye düşünün, doğru bulmayın, inanmayın, delilik olarak görün, bunların hiç biri sorun değil, çünkü yeryüzünde bulunan insan sayısı kadar inanç şekli var...


Ama bunlardan herhangi biriyle dalga geçme hakkı kimsede yok.


Saygılar.

Bir okurunuz.