2010 bitiyor, geçen zamanla bazı şeylere kuş bakışı bakabiliyorum artık. Ben yeniyılda muhasebe yapan insanlardan değilim, ama 2010 benim için ciddi bir dönüm noktası sayılacak yıllardan oldu, şimdiye kadarkiler içinde tabi. Düşününce; zamanında ne doğru bir şey yaptığıma emin oluyorum. Yaklaşık 4 yıl önceydi mesela. Ben hayatımda ilk defa sadece kendim için bir şey yapmıştım. Ve şimdi o şey hayatıımın en büyük "iyi ki"lerinden biri oldu. O zaman vazgeçtim zannettiğim şeyler, meğer tamamen kurtulduğum hastalıklarmış.

2011'den dileğim; oğluma bolca sağlık ve mutluluk getirmesi.

40

40 oldu.
Benim anneliğimin 40. günü, minik adamımın dünyadaki 40. günü.

Bir çok şey değil de, bu basamak benim için önemliydi. Ben inanıyorum 40 rakamına, 40 çıkarmaya, bir şeyi 40 kere söyleyince olmasına, 40 yaşın kemalat yaşı olduğuna, gebeliğin 40 hafta oluşunua, 40 yıllık hatırlara, ölen birinin 40. gün toprağa karışmaya başlamasına, günlük namazın 40 rekat olmasına, 40'ta bir'lik zekata, ve hatta 40 haramilere bile...

Var bence 40 çıkarmak diye bir şey. Sahiden bir bebeğin dünyaya alışma, bir kadının anneliğe alışma, doğum meselesini üzerinden atma ve dahası lohusalık hallerinden kurtulma süreci... Kolay şeyler değil. Doğumun devamı gibi sanki.

Gerçekten şimdi; gözleri adam adam bakıyor, ayakları minik pamuk helva gibi, yanakları pofuduk, kokusu değişik ama tanıdık bir yerlerden, elleri aynı benimkiler, uykusu ve yüzü tıpkı babası, burnu minik bir düğme.

Geçenlerde biri "ne olmasını isterseniz öyle sevin" dedi, sevdiceğim; "astronot oğlum" dedi önce şaka yollu, sonra "mutlu oğlum" dedik. Mutlu oğlum.

Sevgili hayatımda gördüğüm en güzel şey;

Dilerim, hayatındaki her süreci böyle güzellikle tamamlar, her basamaktan böyle kolaylıkla çıkarsın. Yaprakları bulutlara eren ulu bir Çınar olursun, dimdik ve upuzun, dallarında kuşların cıvıldadığı, gölgesinde yolcuların dinlendiği, kökleri güçlü, varlığı güven veren, güneşle, suyla, gökyüzüyle, toprakla dost...
Dilerim hep mutlu olursun.

İyi ki annen ve baban bizler olduk. İyi ki bizim oğlumuz oldun.

Seni çok seviyorum,

Annen.

mükemmel anneler

Bazı blog tutan annelere hastayım. Ne şiirsel ne lirik bir hayatları var. Hayatları hep Amerikan filmlerindeki Pazar sabahları gibi.
“Az önce uyudu kuzucuğum, ben de pencereden karı izliyorum”…
Demek ki evde birkaç “Sebastian” var. Annesi, “kayınvalide”si, bilmem nesi. Hadi itiraf et. Satenlere sarınıp yaattığın yerden blog yazıyorsun kesin.Emzirmek dışında yaptığın bir şey yok. Komut girmek en kolay unutma; "tez bu veledin altı değiştirile, akşama da fasulye pişe!"
Çünkü ben mesela, oğlan uyurken, ya çeviri yapıyorum, ya temel ihtiyaçlarımı gideriyorum, ya bulaşık-çamaşır çalıştırıyorum, ya yemek yapıyorum, ya bir şey, ya bir şey… Sonsuz bir telaş. Hem bizim burada kar bile yağmadı. Eğer dışarı çıktığım bir gün değilse, havanın farkında bile değilim, nerede oturup iklime methiyeler düzmek.
Aynı tiplerin kedileri olsa eminim aralıksız; “battaniye altında film izledik” yazar durur. Çünkü o bir miskin. Oysa kedi bakmanın; o şirin hayvanın hiç de şirin olmayan tuvaletini temizleme, tüylerini bütün evden toplama, kızgınlık döneminde kafayı yeme gibi bir çok başka yönü var.

“Ah geceler uykusuz ama bir gülüşü her şeye değiyor.”
Herhangi birini bir duruma “rağmen” seviyorsanız, durum sakattır. “Falan kısmı çok zor ama çok güzel”, “zorluklarına rağmen eşsiz bir duygu” gibi cümleler hep bu sağlıksız sevginin alametleridir dikkat. Olduğu gibi, öylece seviyorsanız, tamam. Ama bu çilekeş ve fedakar, sözde halinden memnun anne rolü olmuyor.

Sonra işte sağlıklı beslendiklerine ve kilo kaybettiklerine dair anekdotlar. Bir kere sağlıklı beslenebiliyorsan, gene bir “sebastian” faktörü var, kabul edelim. O da ayrı bir mesai çünkü. Ayrıca mesela ben şu anda –önceki minyon tipime kıyasla- iriyim. Ve daha tehlikelisi bundan feci mesudum. Emzirmek çok mucizevî bir durum ve ben şu an bu iri halimle kendimi kraliçelerden harika hissediyorum. Acayip yiyorum ve dünya umurumda değil. Evet biberon dışarı çıkmak ve uyuyabilmek için hayat kurtarıcı gerçekten ama ben emzirme işini çok sevdim. Böyle dışarda mevsimler değişsin, birşeyler olsun, ben aynı koltukta oturayım mıkmık emzireyim falan. Bu ikimize özel bir durum. Değişik bir duygu. Bak bu kısmı biraz şiirsel olabilir.

Ve bir de unutmayalım, o çoğul konuşma durumu. “Biraz gaz sorunumuz var.” Hanginizin? Geçen aşıya gittiğimizde duydum biri anlatıyordu; “doktor bey kakamız…” Kakanız mı? Senin kakandan doktora ne, o sadece çocuk doktoru. Bir de "babamız akşam gelirken bize bilmem ne al" Babamız mı? Nasıl yani?

Annelik bir delilik hali. Sanırım. Daha yeniyim ben de.

Yorucu, neşeli, endişeli… Sürekli bir devinim, devri daim.

meğer

Meğer benim hayatta en çok istediğim şey; şimdi, hayatımın tam da burasında, bu küçük adamın annesi olmakmış.

bebekli hayat

Bebekli hayatın 21. günü. Bu iş hakikaten enteresan.
Bir kere şunu söyleyeyim, biz iki kişilik hayatımızda ne çok şeyi erteleyebilme lüksüne sahipmişiz meğer.
Üçümüz bir arada geçirdiğimiz bu 21 günde, eve bir sürü raf çakıldı, dolaplar yeniden düzenlendi, eşyalar tasnif edildi, eksikler alındı, bir sürü değişiklik yapıldı. Bildiğin yerleşik düzene geçtik. "Amaaan sonra halledilir" denilen her minik iş tek tek yapıldı.
Aynı döngüyü aralıksız bir şekilde yapma hali bebek bakmak. Biberon sterilize et, süt sağ, emzik yıka, emzir, uyut, uyandır, gaz çıkar, çöpleri at, yemek yap, çamaşır yıka, alt değiştir, çamaşır as, banyo yaptır, ütü yap, uyut, uyandır, doyur, kaldır, hoplat ve tekrar başa dön. Sonsuza kadar. Aradaki maddelerden hiç biri ertelenemiyor.
"Makineyi çalıştırdın mı hayatım?" "Üşeniyorum, sabah yıkasak olmaz mı?" "Olur"
Olur-du. Şimdi hep bir yetişme hali. Bir tanesi bile atlanamayan işler silsilesi.

Aslında yorucu bir yönü yok, yorucu olan kısım dünyevi işler. Bebekle ilgili işler sınırlı. Ama bizim bebekten ötürü geçtiğimiz bu yerleşik düzen ciddi emek istiyor. "Akşama pizza söyleriz" sistemi sona ermiş durumda. Besleyici şeyler yemek lazım, o besleyici gıdaları satın almak, pişirmek, pişirdiğin kapları yıkamak, oturup güzelce yemek falan lazım. Uzun işler. O yüzden genelde insanlar bu işleri delege ediyor yanlarında kalanlara. Bu geçiş süreci biraz zorlayıcı olabiliyor.

Sonrası pek güzel.
Minik bir adam var evde. Gülüyor, mimikler yapıyor, günden güne gerçekten büyüyor. Ancak fotoğraflardan takip edebiliyorsun. Daha önce gerçekten tatmadığın türden bir sevgiyi tadıyorsun, ortak. Aşık olduğun adamla bir de yol arkadaşı oluyorsun, aynı dilden bir sevgiyi hissediyorsun. Aşkı perçinliyor bu, katmerliyor. Kalbin giderek büyüyor, elinle dokunsan hissedebilirsin. Duyduğun aşk kocaman oluyor. Ve bir de bu küçük adamı deliler gibi seviyorsun-uz. Kafayı yiyebilirsin gerçekten.

İçimde kıpırdayan, hıçkıran kurbağa lavrasına benzeyen bir şeyden büyüyen minik bir can vardı ve şimdi o burada. Anne aslan gibi hissediyorum kendimi, "bunu ben içimden çıkardım". Fantastik bir durum. Gerçekten hayatta yenilmez olduğumu, dağları devirebileceğimi falan yoğun olarak hissediyorum. Ve bu kesinlikle bağımlılık yapacak bir duygu, devamı gelecek eminim.

Bir yandan biz ilk acemilikleri atlatıyoruz. İlk banyoyu izledim geçen akşam, ben resmen deprem bekleyen tokyolu gibi gözlerim açık, ellerim kaskatı "boğulur mu, boğulur mu" diye sorup duruyorum. Şimdi pek kolay geliyor yıkamak.

Hamilelikteki duygusallık, aşerme, nazlanma gibi kadın icadı hallerin olmadığına bahse girerim. Ama lohusalık denen mevzu mevcut. Tabi kontrol edilebilir bşy. Şöyle ki; bebeğin uyuduğu ve -nazar değmesin- kesintisiz bir kaç saat uyuyacağı o vakitlerden birinde duşa giriyorsunuz. Aklınıza gelmeye başlıyor düşünceler, "ağlar mı, uyandı mı, sesi çıksa duyar mıyım, dur şu suyu kapasam mı..." Buraya kadar normal değil mi? Ama devamı gelebiliyor; "şimdi eve birileri girse, onu alıp götürse ruhum duymaz, of keşke girmeseydim, ne var ki insan yıkanmadan da yaşayabilir, evet kesin giriyorlar şu an eve, of duyamam ben, ne yapsam..." Bu böyle devam edebiliyor. Kontrol etmek lazım. O anda şarkı söylemek, güzel şeyler düşünmek lazım. Kendini bu delilik haline kaptıran yeni anneleri kınamamak lazım. Üstüne giydiğin şey kusmuklanınca "ay ne şirin" diye annelik tribine kapılmadan değiştirmek, sık sık tazelenmek, makyajlar yapmak, kiloyu kontrol etmek lazım, yoksa göz açıp kapayıncaya kadar saçları kafasına yapışık kusmuk kokulu kabus bir kadına dönüşmek ihtimal dahilinde.

İşte böyle.

tık tık

Tık tık. Tık tık.

Topuklu pabuçların sesi. İnce ve sivri. Parfümün az önce sıkılmış gibi. Ferahsın. Yanında sevdiğin adam. Sonsuz güveniyorsun kendine. Kah elini tutuyorsun, kah öpüveriyorsun. Kaygısız sohbetler. İncecik bileklerindeki saate bile bakmıyorsun. Gülüp duruyosunuz bir şeyler anlatarak. Üzerinde uçuş uçuş bir elbise, bir trençkot belki. Elinde hafif bir alışveriş torbası, bir yerde unutsan bile umurunda değil.

Kahve içmeye bir kafeye girersiniz, birden bir aileye gözün takılır. "Çift" değildir onlar artık dikkat; "aile".

Kadın hafif toparlak, ayağında converse belki, kargo pantolon giymiş ya da kot. En kolayı o. Adam ona hala nedense dünyanın en güzel, en kırılgan şeyine bakar gibi bakıyor. Yanında bir anakucağı. Dikkatinin çoğu onda. En masum, en asitsiz içeceği içiyor kadın. Adamda bir kaç beyaz tel, kadının gözlerinin altında belli belirsiz mor halkalar ama mütebessim. Gülüyor evet, belli ki mutlu ama dağınık. Bir sürü torbalar var koltukta. Evet onu anlatacak kelime bu olabilir. Dağınık. Masada telefon, fotoğraf makinesi, biberon. Sırt çantası var adamda. Tam adamı öpüverecekken, bir mıkırdanma, ikisi de gülüşerek bebeğe bakıyorlar. Bir telaş, bir şenlik hali.

Gözün takılıyor işte, hafif burun kıvırıyorsun ve "ben asla böyle olmayacağım" düşüncesiyle bakıyorsun.

İşte ben dün, o "hiç böyle olmam ben" dediğim kadındım. Ve aklımı kaybedecek kadar mutlu. Bir sürü alışveriş yaptık, sonra oturduk bir yerde. Donutlar, içecekler. İmkansız bir şey topuklu giymem şu an, şişlerim yok olmadı daha. Sonra, o orta yerde, herkesin gözünün önünde oğlanı da doyurduk. Çocuklu insanlara neden bakar diğerleri? Mortingen'in dövmesinin göründüğü karizmatik tişörtünün üzerinde kusmuk lekesi. Bir an durduk böyle, "biz evli barklı ve hatta çocuklu olduk yahu" dedik. Herşey öyle kendi doğallığı içinde gelişti ki, çok garip geldi cümle kurunca. Onun uykuya geçişiyle kalktık. Ben bir kaç mağazaya daha baktım, babayla onlar kapıda bekledi. Kendime göz ucuyla baktım şeyler, "yok daha kilo vericem, hiç almiyim" ve hoooop bebek reyonları, koşarak yanlarına dönüş; "bak oğlana ne bulduuum" diye bir heyecan. İkimizde de bir sevinme hali. Ve çok acayip, "ben bu ekiple, hatta yanımıza bir kaçını daha katarak, dünyayı dolaşırım yahu" duygusu.

Sahi anne baba olduk biz.

taze anne'den

Eğlenceli günler.
20 saatlik uzun bir yolculuğun ardından geldi Pıtıpıtı. Bugün dünyada 8. günü. Doğum hikayemi yazmak gelmiyor içimden, çok özel olduğundan ve abartıyormuşum gibi duracağından korktuğumdan. Sadece zordu. Ve bir arkadaşım "sen hep zoru seversin zaten" dedi. Belki de hata bu, bunu düşünerek bunu çağırıyorum hayatta, üzerine düşünmeliyim bu konunun.

İlk dinlediği şarkı; Imagine oldu. Ama Derya'nın söylediğine göre; Mortingen ona Hey Jude'u söylemiş daha önce.

Bir haftanın sonunda bir takım tespitlerim var tabi:)

Öncelikle Şu Moby Wrap denen şey muhteşem bir icat. En taze deneyimim olduğu için ondan başlıyorum. Uzaktan bakıldığında kefen bezinden hallice görünen bu zamazingo sayesinde biz bugün dışarı çıktık ve uzun süre dışarda kaldık. Eller serbest kalıyor, evde de kullanılabilir, ufak tefek işler halledilebilir. Koy bunun içine adamı, ısıt mamayı vs. Dışarı çıkmak içinse, hakikaten ideal. Tamam ana kucağı da harika bşy ama yok ben onu hayatta taşıyamam. Çok ağır bir şey, bu durumda da bağımlı olurum ve tek başıma dışarı çıkamam. Oysa bununla, sarın sarmalan in markete, çık yürüyüşe, vesaire. Evden uzakta bir Avm'de alışveriş yaptık. Eksikler vardı, varmış daha doğrusu. Bebek olayına girmeden önce, hangi tulum daha fonksiyonel, hangi ıslak mendil paketi daha ekonomik falan bilmek imkansız oluyor. Bunlar kitaplarda yazmıyor:)

Bir müthiş icat daha; Itzbeen Alarm. Bu şu işe yarıyor; yaptığınız aktivite tamamlandığında, pıt basıyorsunuz düğmeye, kendisine ait kronometre başlıyor çalışmaya. Uyudu mu, mama mı yedi, altı mı değişti, ilaç saati mi... Hop basın. Ben bu iş için excelde tablo tutmak, kağıda yazmak, günlük yapmak falan gibi şeyler yapanları duydum. Onlar da mantıklı ama bu acaip pratik. Duyduğum kadarıyla Iphone'lar için benzer işlere yarayan yazılımlar varmış, onları da araştırabilirsiniz. Şu yeni anne babalık döneminde, kafamız bir dünyayken, bazen birimiz mola vermişken; "ne zaman uyudu" sorusuna net bir şekilde; "2 saat 14 dakika" diyebilmek büyük nimet oluyor inanın. Rutin oluşturmakta da işe yarıyor tabi. Hastaneye bile götürdük ve doğduğu andan itibaren kullandık öyle söyleyeyim.

Biz iki kişiyiz. İlk günden beri evde üçüncü bir kişi; bakıcı, yardımcı, anne, anane, büyük teyze falan olmadı. -Haftanın bir günü gelen yardımcı ablamız hariç- Bu bizim seçimimiz. Şimdilik iyi gidiyoruz. Evet yorgunuz. Benim mecburi sezeryanın getirdiği bir takım sıkıntılarım da mevcut olmasa, daha iyi kotaracağım. Ve doğum-sancılar vb derken, savaştan çıkmış gibi oluyor insan. Ama iyiyiz. Hiç bir şeyden de geri kalmadık. Mortingen lohusa şerbeti bile yaptı bana. Kendi bebek süslerimizi yaptık. Heves ettiğim herşey, gönlümce oldu. Gücümüz yetti. Dostlarımız, ailemiz gelip gitti, misafir oldu, Pıtıpıtıyla oynadı. Bir de karşı kapıdaki melek komşumuz, yemekler, kremler taşıdı. O evden bu eve tencereler geldi, sevgi, muhabbet geldi. Bu bir istisna ve ayrı bir yazının konusu. Hepsi bu. Ayrıca başkalarının düşüncelerini dinlemek ve kendi kararlarımızı açıklamak durumunda kalmadık. İnsanlar ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bu dönemde yorucu oluyorlar. "Emdi mi, üşütmesin, aman dışarı çıkmayın, olmaz öyle, vb." Kendi minik evrenimizde sakin sakin gidiyoruz.

Lohusa depresyonu denen şey; 40 gün evde çıkmamaktan kaynaklanıyor, buna eminim. Hayır bu bir "bebeklendik ama hayatımız hiç değişmedi" yazısı değil. Elbette tepetaklak oldu, tümden ve kökten değişti. Ama dışarı çıkabiliyoruz. Ve bu bana iyi geliyor. Kesinlikle iyi geliyor. Havası değişiyor insanın bir kere. Kendine cesareti geliyor. Pazartesi sabah Mortingen işe başladığında, ben normal döngüyü sürdürebileceğim, inşallah.

Kendimi çok iri hissediyorum. Değilim elbette ama sanırım doğurur doğurmaz eski halime döneceğimi umuyordum. Not so fast! Yavaş yavaş yoluna girecek herşey.

Bu doğumla gelen şenlik hali çok güzel. Gelenler, gidenler, çiçekler, kutlamalar. Kırk gün, kırk gece neşe. Bu kendimi kraliçeler gibi hissetmeme neden oluyor. Ne çok sevenimiz varmış meğer.

Çeviri yapmaya üçüncü gün başladım, çok süper oldu. Süpermanliğe soyunma isteği değil bu, sadece zaman içinde yapmaya başlayacağım şeyleri zaten hiç bırakmamak, belki biraz azaltmak daha doğru geliyor.

Bu yıl kurban bayramanın yegane kıyağı, Mortingen'in öncesinde de kullandığı yıllık izniyle birlikte 20 gün kadar evde olması oldu. Bu harika bir durum, mümkün olsa herkes yapsın. "Yanında kim kalıyor" sorusuna, "sadece ikimiz varız" diye yanıt vermek çok gurur verici. Ayrıca bebeğin ilk günleri benim için olduğu kadar, onun için de kıymetli.

Ve biz harika bir takım olduk. Bunun için minnettarım.

Şimdi bardaktaki kırmızı ve pek afilli lohusa şerbetlerimiz ve hafiiif tatlılarımızla, kendimizce bir kutlama yapıyoruz.

Bu kadar, şimdilik.

teşekkür


Cebimde bir sürü teşekkür var benim.

En büyüğü ve en sahicisi elbette Yaratıcı'ya. Beni bu mucizeyle taçlandırdığı için, hep duyduğu ve ne istesem oldurduğu için. Şimdiye dek bir kere bile, en şımarık isteklerim dahil olmak üzere, reddetmediği için.

Ve tabi; sevdiğim adama...

Elimden tutup, hiç bırakmadığı için. Benim gibi bir kızdan, "anne" yaratmaya kalktığı için. Bazen "sen her halinle güzelsin" diye moralimi düzelttiği, bazen de net bir şekilde "o ayakların hemen küçüleceğini sanmıyorum" diye gerçekleri söylediği için. Tatlı tüketimini abartmamam için evdeki pişmaniyeyi en ulaşmayacağım yere koyduğu için ve tuz atmaya kalktığımda ters ters baktığı için. Tabi bunda elimi karnıma koyup hülyalı bir şekilde bakarak "ah babası bebeğimiz istiyor ama" diyen kadınlardan olmayışımın da etkisi var:) Kabus görmeyeyim diye uykularımı kolladığı için. Kocaman karnıma rağmen, sımsıkı sarılıp kalbine soktuğu için. Binlerce çok büyük, çok anlamlı şey için. Biz bu 9 ay, çok zor dönemler de geçirdik, büyük dersler verdik, ama hepsinden geçtik. Bir adama aşık olmanın, onunla sevgili olmanın o kişinin "baba" olmasına yetmediğine inanırım ben. Ama ben şanslıydım; o sevdiğim adamın içinden, dünyanın en şefkatli baba adayı doğdu, daha ilk günden. Kendine en şahanesinden baba olma tişörtü bastırdı. Ve ona pek yakıştı. Doktorla konuşurken gözleri dolan, bebeğin doğduğu an için kimsenin aklına gelmeyecek hayalleri olan, elinde olsa bir 9 ay da kendisi taşıyacak olan, yaşananları kime anlatsam "çok içli bir adamı seviyorsun sen..." dedikleri için teşekkür ederim. Seni dünyadaki herkesten ve herşeyden daha çok seviyorum.

Sonra anane, babane ve dedeler. Babaneye heyecanı, telaşı ve kilometrelerce öteden taşıdığı "organik" gıdalar için. İlk torunu olmamasına rağmen, ilkmişçesine yaşadığı için. Ve ananeye de; benim hayatım boyunca onunla kuramadığım ilişkiyi bu dönemde kurabildiğim için en çok. En güzel hediyelerden biriydi. Ailenin diğer üyelerine her an tetikte doğum haberi bekledikleri için.

Bütün arkadaşlarıma... Heyecanımı paylaşan, beni dinleyen. E takdir edersiniz, benim pek evli çocuklu bir arkadaş grubum yok, doğrusu ben olsam onlar kadar dinler miydim bu yeni gündemimi bilemiyorum. Bana pek sabırlı davrandılar, pek ilgili. Biricik Deryik'ciğime mesela... "Hamileyim" dediğimde, sahiden kalbinin hızlandığını hissettiğim için. Dünyanın en orjinal bebek süslerini birlikte yaptık biz. Ve sır olarak sakladık:) Emrimizde bir ekip çalışsa daha neler neler yaparız hem. Hamile olduğumu hatırlattı bana, en çok da kendimden yakındığımda. "Hamilesin unutma." dedi kaç kez. Bana güç verdi. Ve elinde bir "ilk kitapla" çıkageldi. Çantasından lavantalar çıktı. Telefonu bir kerede açmazsam, hemen ikinci defa aradı :) Ne yazsam az. "Ay teyzoşuuu yesin onuuu" gibi vıcık vıcık sahte sevgiler yerine, satır arası mesajlarıyla göz kırpmak ve içtenlikti ona hep yakışan.

Taa Amsterdam'lardan duygu dolu kart atan, biz evlenirken başka bir şehirden uçup gelen ve şahit olan dostumuza. Sevdiceğimin arkadaşları içinde en sevdiğim kişi olduğunu söylemeliyim. İlk enstürmanını o aldı minik adamın. "Bana bak çok heyecanlıyım, mutlaka haber vereceksiniz" dediği için. Böyle bir amcası olacağı için çok şanslı minik adamım.

Karşı kapıda, evinde ne pişse "canın çekmiştir" diyerek gönderen, süpersonik bir çöp kovası armağan eden biri yaşadığı için müteşekkirim sonra. Canım tiyatro perime ne kadar teşekkür etsem az, her geldiğinde elinde minik adama bir şey, bir süpriz, bir plan, bir düşünce... İsmi en çok beğenen ve ilk paylaştığımız insan oldu. Sevgili okul arkadaşlarıma. Benden önce doğuranlara, deneyimlerini anlatanlara ve heyecanıma ortak olan diğerlerine. İngiltere'den tek tek ne istesem buraya taşıyan dostuma. Çörek otlarına tılsımlar yerleştiren arkadaşıma. Doğum esnasında ihtiyacım olduğuna inandığım ot kök ve suyu ülkeler arası taşıyan bir deli kıza. "Sen hiç kendini yorma, bir çay koy yeter" diyerek gelen kuzenlerime. Kendi acısına ben ortak etmeyen bir başkasına, Mortingen'in ne zaman ihtiyaç duysam, eve-doktora gelebildiği çalışma sistemine. Sonra taa Alaska'lardan komik pijamalar taşıyan arkadaşıma, telefonda "daha doğurmadın dimi?" diyenlere. Birlikte çalıştığımız insanlara da çok teşekkürüm var. Hepsi pek anlayışlıydı, çeviriler için konuşurken, ben özel bir muamele istemediğimden; çekinerek "daha doğurmadın değil mi, sen söylemezsin de..." diyerek beni güldürdükleri için. Ve patronuma, en çok da hiç patrona benzemediği ve sıcacık sesiyle, yaşam enerjisiyle hayatımda olduğu için. Ve tabi bu dönemde hayatımdan kendiliğinden kopup giden, omuzumda yük insanlara da içten bir teşekkür. En doğru zamanı seçtikleri için.

Bakkal amca'ya bile teşekkür edesim geliyor. "Taşıyamayacaksan göndeririz" inceliği için. Ani fren yapmayan taksicilere, yolda görüp dualar eden teyzelere, gülümseyerek bakan yabancılara, her şeyi ayağıma getiren nazik kargo görevlilerine, internet alışverişi denen mucizeye, İpek hanım'ın çiftliğine, evden çalışabilmemi sağlayan tatlı netbook'uma, -bu evden çalışma konusu için de bir post yazasım var; mesai ve deadline'ı kendin belirliyorsan, yaptığın şey çalışmak değil, kariyerkadıncılığı oynamak oluyor diye omzundan sarsmak istediğim müdürkarısı kıvamında ablalar var- aldıklarıma "bu da bizden" diye minik bir çorap hediye eden satıcıya, bazen kendimi kraliçelerden güzel hissettiren, bazen "çok iriyim galiba" dedirten aynaya, yaz günlerini serinleten pırpıra, çilekli dondurmaya, çatlak patlak kremlerine, yeşil eriklere, fındık ezmesine, kısacık öğle uykularına teşekkür ederim. Dinlediğim şarkılara, okuduğum kitaplara, güneşli günlere, güzel yağmurlara, canım Eylül'e ve tabi Kasım'a, minik bebek çoraplarına, sevgilimin rusya'lardan getirttiği matruşka bebeklere -daha anlamlı bir armağan olabilir miydi-. İçimize en sinen ismi bulduran ilham perilerine. Robotlu uyku tulumlarına... Hepsine teşekkürüm sonsuz.

Twitter'dan hatır soran, iyi dileklerde bulunan herkese teşekkür ederim. Çoğu zaman içimi döktüğüm, heyecanla cıvıldadığım bir mecra oldu bu bekleme halinde. Keçelerden harfler, oda süsleri ve tabi en değişik lohusa tacını yapıveren Nazo'ya, birlikte gün saydığımız İnci'ye, ki bu hamilelikte kurulan dostluklar biraz da askerliktekine benziyor sanki. Garip bir şey, ortak endişeler, benzer düşünceler, tecrübe aktarımları, birlikte yapılan alışverişler. Ben çok memnumun onu tanıdığıma. Telaşları, seyahatleri içinde vakit bulup, hal hatır istek soran, cesaret veren Tanya'ya. İlk dinleyeceği müziği soran Elif'e. Söylemiş miydim, biz bu minik adama şahane bir koleksiyon hazırlıyoruz. İşte bu sandığa; 70'li yıllarda basılmış velet kitapları gönderen, bana da kırmızı kurdeleli bir taç ekleyen PrimaRima'ya, hamile bandı zerafeti için Laçin'e, kitaplarıyla ve mailleriyle ablalık eden Ece Arar'a, hastane konusunda içimi rahatlatan Perizad hanımefendi'ye, bir konseri eşsiz bir anıya çeviren Biricik hanım'a, bu hamile zihnimle tek tek hatırlayamamış olabileceğim bütün güzel kalpli insanlara. Hala bu blogun akibeti hakkında mail atan herkese. Ben gerçekten birilerinin okuduğunun farkında değildim.

Biz üç kalbiz bir süredir. İkimiz elele yeni bir dünya yapıyoruz. Tek tek her adım için emek vererek.

Bu süre içinde, bizi sevgisiyle sarıp sarmalayan herkese çok teşekkür ediyoruz. -ben ve Mortingen tabi, bebeğinin ağzından konuşan, "babamız bunu aldı, sizi öpüyoruz teyzeleri" diyen bir tip olmayacağım hiç bir zaman ben, tahmin ettiğiniz bunu, değil mi? :) -

Sağda sersem bir sayaç yok, zamanı parmaklarımızla saydık biz. Biraz daha sonra, 6 el ve 6 ayak yaşayamaya başlayacağız çatımızın altında. Heyecanlıyız, mutluyuz ve çok merak ediyoruz. Hayatımızın en güzel macerasına hazırız.

Dualarınızı, iyi dileklerinizi bekliyoruz.

kasım 1

Hayat güzel.

Kocaman karnımın üzerinden, 4 yıl önce bugünlerde aşık olduğum adama bakıyorum şu an. İçime akan bir sıcaklıkla. Gözlerim doluyor. "Otostopçu'nun Galaksi Rehberi"ni izlerken uyuyakalan bir adam ne rüyalar görür acaba? Kendi doğduğu ayda, baba olacak bir adamın kalbi nasıl çarpar?

4 yıl. Sonsuz mutlu olduk, sonsuz aşık, ve tabi yokuşlar çıktık, tümsekler atlattık. Şu anda tam olmak istediğim yerdeyim ben, tam olmak istediğim gibiyim. Ben bir sürü hayal kurmuşum meğer bilmeden, fark etmeden oluvermişler.

Şimdiden iyi ki doğdun, iyi ki yeniden doğdum seninle ve iyi ki bir minik adam doğuruyoruz bu aşktan, birlikte.


Yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? Ne güzel yaşlanırsın sen.
c.süreya

171010

İnsan ister istemez hayal kuruyor. Şimdi ben, yine bu Pazar sabahında olduğu gibi erkenden kalkayım. Hop bir börek atayım fırına, akşamdan kalma dağınıkları toplayayım. Tam da çevirimin başına geçeyim ki; komik adamlarım uyansın. Bakkala gitsinler bir gürültüyle, bir sürü bir şeyler alsınlar, kahvaltıyı hazırlasınlar. Oturalım, güle oynaya yiyelim, döke saça. Sonra sokaklara dökülelim falan. Haftasonu "ödevini bitirdin mi?" vakti olmasın bizde.

Yaşasın güneşli Pazar günleri!

özetle

Bu hamilelik mevzuu pek göreceli. Herkesin kendine özgü yaşadığı bir dönem, sanırım. Ama bence o camdan bakan uhrevi hamile tipi; filmlerle, kitaplarla ya da tembel kadınlarla ilgili bir durum.

Son günlere yaklaşmışken, kendi sürecimi özetleyebilirim...

İlk trimester diye anlatılan, ilk üç aylık dönem; bir aklı havadalık, bir "neler oluyor"luk bir dönemdi benim için. İstemek başka, hazır olmak bambaşka bir hal çünkü. Yapılması gerekenler düşündükçe, aklım yerinden oynuyordu. Ve öyle hemen "anne oluyoruuum" duygusuna kapılmadım. Çünkü "gelin ata binmiş ya nasip demiş" durumundaydım. Bir duralım, bir netleşsin, şu ilk üç ayı sağlıkla atlatalım duygusundaydık daha çok. Bana hala garip ve sersemce geliyor, 3 haftalık cenin duyuruları. Kendime özen, sağlığıma dikkat, bolca şükür ve gelecek planları daha ağır bastı. İlk yaptığım alışveriş; bir sürü kitap almaktı. Mide bulantıları ve aşermek pek olmadı. Hatta başımızda öyle esiyordu kavak yelleri, neredeyse hiç kimseyle paylaşmadık bu haberi. Çokça günce tutarım zannettim ama pek gelmedi içimden.

İkinci üç aylık dönemse, daha bir garip. Cinsiyet netleşti, daha bir hamile oldum sanki. Sonra, çok çalıştım bir kere. Belki tren bir süreliğine kaçıracağım duygusu ağır bastı, emin değilim. Bolca çalıştım, okudum, endişelendim, hazırlıkları planladım, ufak tefek başladık hatta. Testler arttığı ve derinleştiği için kaygılara, yeni kaygılar ekleniyor. Çekilmez miydim bilmiyorum ama zor anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kendimle en ağır kavgalarımı ettim. Hayatımın genel süreciyle ilgili de, yerinden oynayan bazı taşlar bu dönem oturdu, hafif sancılı geçti.

Benim için en ballı dönem son üç aylık dönem oldu. Evet. Sular duruldu. Oda yavaş yavaş yerleşti. "Tadını çıkar" denilen öğle uykuları uyudum, güzel şeyler izledim, kitaplar okudum. Bolca alışveriş yaptım. Dünyanın en eğlenceli alışverişlerini... Eksikler tamamlandı. Biz anne baba oluşumuzu daha bir idrak ettik, e uçan tekmeler, hıçkırıklar, bir mucizevi haller... Dolaba yerleştirilen komik tulumları bir insanın giyeceğini düşünüp gülüyor insan. Zaman bereketlendi. Bebeğin gelişine ayak uydurabilecek düzene büyük oranda geçtim, geçtik. Ben "hayatımız hiç değişmedi, o bize uyuyor" annelerinden olmak istemiyorum, "baştan alıştır o sana uysun, sonra zorlanmazsın" öğütlerine kulaklarımı tıkıyorum. Minik adam gelsin ve evet özellikle ilk bir kaç yıl biz ona uyalım istiyorum. Evet, evde-ofis şeklinde çalıştığım için sürdürebileceğimi umuyorum, ama sürdüremesem de sorun değil. Ve bunu bir fedakarlık olarak görmüyorum. Ben o minik canlının tek bir anını bile kaçırmak, başkasına devretmek istemiyorum. Uykular, beslenme saatleri onun keyfince, onun rutinine uygun gerçekleşsin istiyorum. Anne-baba olmak, bunu da sağlayabilmektir gibi geliyor. Hem bunun kötü bir yanı yok ki, bu değişimi, bu alaborayı istediğimiz için almadık mı bu mucizeyi hayatımıza?

Şimdi, zamanı geriye doğru sayarken, bir heyecan. Bugün bir ara, ev derli toplu mu kontrol ettiğimi fark ettim. "Dünyanın bin türlü hali" var öğüdünün bıraktığı iz olsa gerek. Bir anda doğuma gidebiliriz gibi geliyor. Korkuyorum diyemem, ama bilmediğim bir şeye karşı tarifsiz bir merak ve heyecan duyuyorum. Telaşlanıyorum. Bence "normal" doğumun en eğlenceli yanı bu bilinmezlik.

hamile baskısı

Bir süredir hamilesiniz, karnınız da biraz çıkmış.
Kadınlar arasında garip bir tarikat var sanki. Bazıları sizi ve karnınızı görünce dokunmaya kalkıyor. "Tekmeliyor mu?" diye soruyor hatta. "Yoo bütün gün uyuyor" deyin, çok şaşırıyorlar. Tanımadığınız kadınlar bunlar. Garip bir şefkat ve merak.
Kibarca redderseniz tamam. Tabi bazıları daha bir ısrarcı. Ve bir de savuşturulması gereken sorular var:

"Kaç aylık?"
Bu soru kritiklerden biri. Vereceğiniz yanıta göre; "hm karnın çıkmış"/"aa pek karnın yok"/"benim de böyleydi"/"benim hiç böyle değildi"... Ve benzer bir çok yorum. Hatta karın şekli üzerinden cinsiyet tahmini. Sonra olası çatlaklar üzerine bir seminer. "Ay ben şunu sürdüm/bizim zamanımızda bilmem ne yoktu/zerre çatlamadım, genetikmiş çünkü" gibi tahammülfersah muhabbetler. Bir susun yahu. Hakikaten şu an çatladım.

"Kız mı erkek mi?"
Bunun ardından gelecek yorumlar daima saçmadır. Burun kıvırma, eğer kendi hayalindeki cinsiyet değilse "olsun canım" diye kendince teselli etme, kendi hikayesiyle kıyaslama, ikinci bebekse ona göre yorum. Hayır bu sorunun da doğru bir cevabı yok.

"Kaç kilo aldın?
Ve bu en rahatsız edicisi! Sana ne şekerim. 10 kilo aldım, 25 kilo aldım, hiç almadım. Nedir yani? Çıtı pıtıysan, çocuğu beslemiyor olmakla eleştirilebilirsin, değilsen boşa ağırlık taşıyor olabilirsin "dikkat et, doğumdan sonra kalıyor o kilolar" uyarıları geliyor. Ve sonuç yine kendinden örneklemek. Üstelik kendisi bir pelte ama olsun. Çünkü yeryüzündeki en mükemmel anne o, hayattaki yegane sıfatı anneliği ve bu bağlamda yaptığı fedakarlıklar, kahramanlıklar.

"Aşeriyor musun?"
Bu soruyu da merak ettiğinden sormuyor. Kendi kocasının gecenin bir yarısı nasıl avokado bulduğunu anlatacak, dikkat kesilin, övün onu. Ya da hava atacak "ay ben zerre aşermedim, bunlar insanın kafasında olan şeyler şekerim" diyecek. İkisi de yalan ben size söyleyeyim. İnsan hamilelikte belli gıdaları yoğun olarak yiyebilir ama bunun dozu çevresindeki kullanmaya dönüştürmeye yetecek kadar değildir.

"Normal mi sezaryen mi olacak?"
İşte kilit soru. Birincisi sezaryen bir doğum yöntemi değil, tıbbi bir zorunluluk halinde doktorun karar vereceği bir uygulamadır. "Ayh ayın 4'ü olmaz, gezegenler acaip, 5'inde doktor meşgul, tamam 6'sı sabah 9 uygun, yok saat 10 olsun ancak kalkarım" şeklinde planlı bir şeye doğum denmez, üzgünüm. Benim düşüncem bu yönde ama hiç bir hamile kadına bu konuda yorum yapma hakkına sahip olduğumu sanmıyorum. Çünkü yine de anne adayının paşa gönlü isterse öyle de doğurabilir, bunu kimseye ve özellikle de otobüsteki teyzeye açıklamak zorunda değildir. Ve çok dikkatli olun, bu soruya yanıt olarak kazara; sezaryen derseniz, kendi sezaryen doğum yapmış biri bile eleştirir sizi. Kendisi için bahaneler üreterek, hem de "çünkü bebek tersti, çünkü suyum gelmişti, bikbikbik". Bir tek "canım istedi" diyen de duymadım. Ya da tam tersi normal doğuranları aşağılayarak, "ay beş dakkada kesip çıkardılar, yan odadan çığlık sesleri geliyordu şekerim"ci sersemler de mevcut.
Ama soruyu soran normal doğurmuşsa da, nasihatleri ve anlatacakları gerçekten çekilmez oluyor. Bu doğum hikayeleri askerlik anıları gibi zaman içinde anlatıla anlatıla büyüyor ve şekil değiştiriyor, buna eminim. Yanlışlıkla bir kedi vuran avcının, o anıyı onuncu anlatışında "aslan üzerime doğru koşarak geliyordu ama..." diye başlaması gibi bir şey. Dünyadaki en zor doğum muhatabınızın doğumu ve o dünyadaki en korkusuz savaşçı, bu zor doğumu atlattı. Lütfen küçümsemeyin. Aksine o sizi küçümseyecek ve "tarlada kadınlar kendileri..." diye başlayan klişeyi burnunuza dayayacak. Kaçın.

"İsmi ne?"
Masum görünen bu soruya yanıt verirseniz, ardından bin tane daha saçma yorum gelir. Misal; bir enerji uzmanı organik abla "aaa aile büyüklerinin adını koymayın, onun enerjisini taşımasın..." diye girer konuya, bir diğeri "biz birini İngilizce koyacağız, yurtdışında falan okur, hem Türkçe karakter olmasın..." diye devam ederek sizin koyduğunuz "demode" ismi küçümser, -evet bu komik uygulama günümüzde çok yaygın- ve siz baygınlık geçirirsiniz. Hadi ismi söylediniz, eleştiriler bu kez de sonra ermez, anlamı nedir, aa bilmem kimin adı budur ve berbat biridir, nereden bulmuşsunuzdur, eşiniz ne istiyordur, ortak kararınız mıdır... Bu liste uzar gider.

"Emzirecek misin?"
Yahu bir dur, ben daha içinde bulunduğum durumu daha kanıksayamadım, biraz zaman tanı. Bu sorudaki amaç, kendisinin ne fedakarlıklarla emzirdiğini anlatarak söze girmek ve ardından lohusalık maceralarını paylaşmak. Şunu yemiştir süt yapmıştır, bilmem ne gereksizdir, bak mutlaka şöyle yapmazsan olmazdır... Ben ve süt verecek organlarım söyleyeceklerinizi dinlemiyoruz bayan.

Çok mu karanlık bir tablo çizdim? Aksine, bütün bu soruları soran ama iyi kalpli ve içten yorumlar yapan insanlar da var. Bir yerden geçerken size yol veren kibar gençler, size gülümseyerek bakan yaşlılar, işinizi kolaylaştıran satış görevlileri, restorantın tuvaletini kullanmanıza izin veren koca göbekli amcalar daha çok. Anlattığınız kadarıyla yetinen tatlı insanlar, sizi tanımadığı halde iyi dileklerde bulunan, sımsıcak dualar edenler. Yukarıda bahsi geçenler daha ziyade çok bilmiş kadınlar. Ve ne yazık ki pek fazlalar.

İşte zaten bu çok bilmiş kadınlar daha evlenirken yeryüzünde tek ve mükemmel evlenen kendileri olduğuna inanarak, eskiden olsa komşu sohbetinde anlatacakları şeyleri bir blog açarak paylaşır, en iyi gelinlikçi, en şahane ayakkabıcı, mucize yaratan makyözü kitlelere anlatmak için can atarlar. Hayatlarındaki şanslardan dem vururlar, en şahane koca onlarındır, en destek olan arkadaşlar kendilerinindir, tanrım ailesi ne kadar da iyidir her işe koşmaktadır. Özetle, insan kullanırlar ve buna bir kılıf uydururlar. Neyse; devamında evlilik hayatları da eşsiz olduğundan, gittikleri muhteşem balayı oteli, yaptıkları yemekler, dondurucuya attıkları yedekler, dolap düzenleri, giydikleri kıyafetler gibi sıradan ve herkesin yaptığı günlük işleri büyüterek, abartarak ve anlam katarak yazar da yazarlar. İçten içe bir köşe yazarı, öğlen kuşağı programı sorumluluğu taşıyarak üstelik. Gerçekten birilerine faydası olacağını zannedecek bir sersemlikle.

Ve bu ruh halinin peak noktası hamileyken yaşanır. Tanrım o bir annedir artık. Daha ilk günden hissetmiştir. Hemen sayaç koyar, o hamile kalmıştır, neredeyse olay anını paylaşacak kadar coşkuludur. Herkes duysun ister çünkü onun minik dünyasında bu bile büyük başarıdır! Daha kurbağa lavrası formundaki bebeği adına konuşmaya başlar; "seni çok özlemiş teyzesi" falan der. Ve el attığı herşeyi mükemmel bir şekilde -suyunu çıkararak desek daha iyi- yapacağı için ne kadar anlatsa azdır. Mükemmel kocası o istemese bile onu müthiş nazlamaktadır. Şimdi gelsin en sağlıklı sterilizatör nereden alınır, ilk altı ay anne sütü en iyisi, hastane çantam listeleri. Göbekli pozlar, gün gün gelişmeler, daha neler neler. Yaşasın, dünyada tek becerdiği iş olan anlamsız alışverişe de iyi bir neden buldu. Artık anlatır da anlatır. Daha durun bunlar iyi günler, yakında kolektif yapıldığına inandığı olayları da anlatacak: "Bugün ilk meyvemizi yedik." "Babamızla parka gittik." "Teyzoşumuz bize hırka ördü" "Sütüm azaldı ama iştahımız açık, kakamız kahverengi" falan gibi... En mahrem ve bir o kadar sıradan şeyleri kitlelerle paylaşma dürtüsü arttıkça artar. Çünkü o en iyisini biliyor.

Ve tam da bu yüzden sizi yolda görse dahi durdurarak, yukarıdaki saçma soruları sorup, bayıcı yorumlar yapıyor.

geri sayım

Garip bir şey blog işi, yazarken yazıp duruyorsun, yazamaz olursan alışkanlığını tamamen kaybediyorsun.
Son bir aydayız artık. Ve belki artı eksi üç beş gün daha. Haliyle heyecan verici. Geri sayım halleri, son durumlarla ilgili kararlar.

Pek çok şey hazır. Bulutlu bir cibinlik, benzer bulutlar taktığımız bir perde. Tepede yıldızlar. Beyaz ne güzel renk... Ve artık televizyonsuz bir hayat.

Bir mektup yazdım bugün, doktoruma özellikle. Doğum sürecinin nasıl olmasını istediğim hakkında. Sanırım abartmışım, bir tür manifesto oldu. Umarım herşey gönlümüzce ve sağlıkla olur. Eleştirilecek ve yazılacak çok mevzu var, kendim doğum yapmadan susuyorum. Sezaryenci doktorlar, yeni nesil acaip anneler, planlı yapılan ve doğan proje çocuklar... Çok sıkıcı ve bunaltıcı. Benimse hayallerim her anının tadını çıkaracağım bir yolculuk, bittiğinde "aslanım kaplanım ben, bunu yaptım ya, herşeyi yapabilirim artık" mutluluğu.

Bizse artık kocaman tekmeler, hop hop hareketler, içinde bir canlının hıçkırması hali. Gerçekten çok değişik. Hafif bir hüznü bile var bu sürecin bitiyor olmasının. Çünkü insan hayatında bir kaç defa bir mucizeye tanık olabilir ama bir mucizenin ta kendisi olamayabilir.

eylül

Bu serinlik ne mutluluk verici şu an anlatamam. Yazın sıcak kavurucu günleri sahiden zordu. Eylül benim hayatımda hep bir başlangıç, sanki yılbaşı. Mutlaka bir güzellik zamanı. Mart'a, hayır hatta Nisan'a kadar iyilik güzellik. Sonra yeniden Eylül'ü bekleme hali.

Eylül'e yazdığım yüzlerce güzellemeden en güzeli şimdi, çünkü hayatımın en güzel mevsimlerinden biri. Okulların açılmasını beklemek gibi bir şey. Son hazırlıklar, telaşlar, ütülü önlükler. Bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek. Bu deneyimi bir daha yaşayıp yaşamayacağını bilememek.

Pek çok şey tamam. Son düzenlemeler, ufak tefek eklemeler kaldı. Hepsi heyecan verici. Yeni bir insanın gelişi kadar müthiş bir şey yok sanki hayatta. Yani sadece doğuran için değil, kutsal annelik değil mesele. Yepyeni roller, oyunlar, kelimeler... Herkes için heyecan verici, bu sahiden yaşamın en büyük mucizesi.

Güzel şeyler.

küçük kara balık



Güzel geçiyor günler. Şu son bir kaç gün tam bir dinlence, ayak uzatıp kitap okuma, tam da vaktinde serinleyen hava. Hop birden dağılan bulutlar...

Önce taa Alaska'lardan pijama getiren bir arkadaşım geldi. Komik ötesi bir şey. Bir sürü macera bulaşmış üzerine hem. Ardından bir kaç test, ufak tefek önlemler, hepsine rağmen sakin kalma hali.

Sonra D. geldi. Ve biz bu minik adamın doğumu için harika hediyeler hazırladık. Bebek çorapları desem, lavanta desem... Yeter bu kadar ipucu. Bu esnada zıpzıp tekmeler. Sanki akvaryumda yüzen bir balık. Kozasında kanat çırpan bir kelebek.

Bir kutu hazırlıyoruz şimdilerde, içinde de zamanı gelince açacağı hediyeler. Kimileri kitap, kimileri müzik, belki bir kaç mektup, o büyüyünceye dek hiç bulanamayacak olan tıktık daktilo... Böyle şeyler.

Şimdi bir de ilk kitabı geldi, kutuya konmak üzere, ilk sayfasında bir not ve başında da adı yazıyor, pek fiyakalı:
Küçük kara balık.

Dilerim, o kitabı okuduğunda benim kadar sever. Dilerim, küçük kara balık gibi engin denizlere açılacak gücü bulur kalbinde. Uçsuz bucaksız olur.

sıcak

Sıcak.
Sanırım ilerde bu dönemi hatırlamak istediğimde, kullanacağım yegane sıfat bu olur. Günler ısındıkça sanki ben de genişliyorum, beynim daha az çalışıyor, uykular bile yorucu. Yazın en iyi yanı eylül'ü beklemek. Bu yıl hayatımın en sıcak yazı oldu. Çocukluğumdan beri, sıcaklamak nedir bilmeyen ben, ilk defa bu kadar şikayet ettim, bu kadar bunaldım. Su içme alışkanlığı bile kazandım.

Kitaplar okuyorum. Çok özlediğim, kitapları yer gibi okuma halimi, bu en yoğun ve telaşlı dönemde yeniden yaşıyorum. Bir yaz, dünyanın en sıkıcı yazlığında, televizyonsuz, aktivitesiz bir yaz geçirmiştik. İstanbul'dan koliye kitap taşıyorduk. Uyanır uyanmaz ve aradaki deniz saatinin dışında bütün yaptığım okumaktı. Öğle uykusunun yanında, gece verandada, sabah kahvaltıdan sonra, deniz kenarında kururken... Şimdi de sanki tren kaçmak üzere ve ben bu geniş sayılabilecek zamanlarda kendim için  ne yapsam kar...

Bir yandan hazırlıklar. Evi bir şişeye koyup çalkaladık sonra yeniden yerleştirdik. Yeni bir düzen. Hayatımızın kökten değişmekte olduğu bu döneme ayak uydurmak bazen zor. Hala değişen bedenime tam olarak alışmış değilim. Daha garibi, eski halime döneceğimden emin değilim. Hep böyle sürecekmiş gibi geliyor.

İşte böyle günler.

yeniden

Yeni bir blogda yazıyorum bir süredir. Gevezelik böyle bir durum. İnternet çalışırken elimizin altında olunca, blog tutmak herşeyden kolay. Sevdiceğim ne rengini ne tipini beğendi ama olsun yine de okuyor:) Hem ben anlamıyorum ki bu şekilli işlerden.

Zaman içinde, burada duyurmak değil ama, blog diyaloğunu arkadaşlığa taşıdıklarımızla yavaş yavaş paylaşacağım.

Bu yenilenmenin harika yanları oldu. Çok rahatladığımı fark ettim. Mesela; artık sıkıcı akraba diyaloğuna dönüşmüş bazı blog muhabbetlerinden kurtulmak. Böyle yazınca çok ukala mı duruyorum acaba? Öyle ama.

Açıkça gıcık olan ama inatla takip eden bir güruh oluyor bloglarda, nedense. Hem sevmiyorlar hem okuyup okuyup yorumluyorlar. Garip bir kalp kırma gayreti. Hatta bazıları yazılanların kötü kopyalarını yapıyor. Var böyle tıkanık insanlar. Yazdıklarınızı üzerine alınıp, yanıtladıkları falan geliyor kulağınıza. Ya da blogdan gerçek hayata taşınmış sohbetlerde, hiç tanımadığınız insanların sizi, blogunuzu, hakkınızda bir takım şeyleri konuşması durumu. Hepsi nahoş haller. Veya sohbet-takip mesafesini ayarlayamayanlar. Normal görünüp içinden canavar çıkanlar. Uzaktan bakıp, gün teyzelerine dönüşmüş bir halde cıkcık yapanlar. Ne yazık ki, hepimizin şans eseri tanıştığı bir avuç şekerpare insanın yanısıra, böyleleri de var. Ve uzun süre blog tutunca, yorumlaşınca ister istemez bakıyorsun çevrendeler. Oysa ben en çok alakasız bir isimle, internet kalabalığında kayıp bir halde yazmayı sevmiştim. Bir de gerçek hayatta tanıştığım ve bir şekilde blogumdan haberdar olmuş, ama neler yazdığımı okumasın istediğim kişiler de var tabii... Bence bir çok sevdiğim blogger, benzer nedenlerden artık ya az yazıyor, ya soğuyor, ya yazmaz oluyor.

Kısacası; tebdil-i mekanda ciddi ferahlık varmış.

Yakında bir posta düşer belki kutunuza, "burada yazıyorum yine" diye anlatan... Okursunuz, yine seversiniz belki, veya hiç bilmeden yollarımız kesişir yine, kim bilir... Düşmezse de gücenmeyin olur mu?

Güzel şeyler paylaştığım, blog sayesinde tanıştığım herkese teşekkürler.

Sevgiler.

mormermaid@gmail.com

Sonradan not: Mail adresini yorum olarak bırakan, haber vermemi isteyen herkese teşekkür ederim. Mail de atabilirsiniz.

selam dünyalı

E bir yerden başlamak gerek.
Bu robotlu sayfada biriksin bu kez kelimeler, yanyana dizilsinler. Neşelensinler.

mola

Bazı şeyleri herkes bilir, tahmin eder, ama seslendirmez. Çünkü seslendirmeye gerek görmez. Ve dahası altını çizip çizmemek kişinin kendi tercihine bırakılır. Mesela, ben sürekli sevgilimden bahsederken, evli olduğumuzun anlaşılmadığını bir mail üzerine fark ettim, bana gün gibi ortada geliyordu oysa. Benim normalim buydu. Sonra daha açıkça yazdım, çünkü evli olma halini çok seviyorum. Hayatımı şekillendiren bu şahane gerçeği ve yeryüzünde en sevdiğim insanla aynı soyadını taşıma güzelliğini kocaman harflerle yazasım geliyor çünkü. Bunun gibi bir çok şey var, bana sürekli işimden bahsediyormuşum gibi gelse de, hala ne iş yaptığım bir çok insan için meçhul.

Öte yandan; biraz zeka kıvrımı olan kişiler için de hayattaki duruşum aşikar. Ama bunu kimse seslendirmeye, sormaya, sorgulamaya, beni bunun üzerinden değerlendirmeye gerek görmedi. Benim sessizliğime veya herhangi bir insanın düşüncelerine saygıdan olsa gerek.... Ya da insanların bir takım tercihlerini, genelleme yaparak, belli bir kesime göre kategorize etmenin saçmalığı bildiklerinden. Veya sadece; birini olduğu gibi, kelimeleriyle kabul edecek gücü kalplerinde bulabildiklerinden.

Blog kişisel paylaşımların yapıldığı bir ortam. Kimileri adıyla, soyadıyla, fotoğraflarıyla var oluyor. Kimi, benim gibi bir mahremiyet içinde yazmayı tercih ediyor. Bunun pek çok nedeni olabilir, çok basit; iş görüşmelerinde adımı google'a yazarak son derece kişisel paylaşımlarımın okunmasını istemiyor olabilirim. Veya kibar görünen birinin içinden canavar çıkması riskini göze alamayabilirim. Ya da sadece internet canavarı için genel bir önlem almayı tercih edebilirim. Herkesin kendi nedeni var. Pek merak etmedim doğrusu. Ya da adsız yorumlara kızmıyorum, televizyonda bile "ismini vermek istemeyen seyirci" diye bir kategori var. Ha adsız yazmış biri bana ha "papatya" lakabıyla yazmış, fark etmiyor.

Örneğin bir kişinin fotoğraf paylaşıyor olması, benim de paylaşmamı gerektirmiyor. O zaman zaten topluca bir evde oturur, bütün her şeyimizi paylaşır, birbirimizin hayatını gözetletirdik. Benim kim olduğunu bilmeden okuduğum ve öyle oluşundan ötürü yakınlık duyduğum bir çok blogger var mesela. Veya iyi ki kim olduğu açık yazıyor, arkadaş olduk diye sevindiklerim de var.

Zaman içerisinde, belli sınırlarım olmasına rağmen, bunları karşılıklı sevgiyle aştığımız ve yakınlaştıklarım, arkadaşlık kurduklarım, hatta bunu dostluğa taşıdığım insanlar oldu. Tabi bu insanlar hiç bir zaman "ahahah fotoğrafını gördüm" "ehihi yakından gördüm şöyle biri" diye ortalığa dökmedi paylaşımlarımızı... Bunu elbette ben de yapmadım. Gerektiğinde bohçadan çıkarmak üzere değil, kara kutuda saklamak üzere biriktirdim hep. Bu bana yazılan bir mektubu, sırf bana yazıldı diye kamuya açmaktan farksız olur, kelimeler o kişinin kelimeleri ve onun mahremiyeti, benimle paylaşması ve bunu genele anlatması arasında fark var, bunu unutmamak gerek. Üstelik burada mektup da değil, sadece samimiyete güven söz konusu. Elmaslarla misket oynamak gibi bir şey sanki, herhangi bir konuda haklılık için kişisel bir paylaşımı ortaya dökmek.

Benim için blog, canım ne isterse yazdığım bir şey oldu. En çok ve sırf Sevgilim okusun diye yazdım hep. Ben bir kağıda çöp adam çizip versem bile kıymet verir, alkış yapar. Blogdan önce yazıyorken de hep ilk o okurdu. O yüzden hep o okusun diye yazdım.

Sonra bazen anı yazmak için, bazen bir şeylerle dalga geçmek, bazen düşüncelerimi anlatmak için kullandım. Çok da bağlanmadım. Gittiğim bir çok yeri, yaptığım bir çok şeyi yazmadım mesela, pek yazmıyorum. Herhangi bir sorumluluk, "ay çok birikti yazmalıyım" hissiyatı yok. Kendimi o kadar önemsemiyorum açıkçası.

Kısacası, benim kendime sakladığım, paylaşmaya lüzum görmediğim şeylere ve çizdiğim bazı sınırlara gerekli saygıyı gördüğüme inancım tekrar yerine gelinceye kadar; bir mola.

Ne kadar sürer, başka bir adreste mi devam ederim, veya bir daha yazmaz mıyım bilmiyorum.

Şimdiye dek zaman ayırıp, okuyan, değer veren, kalbini açan, mailler atan herkese tek tek teşekkürlerimle...

teber

Ben dün akşam bir elbise giydim;

Kendimi pek beğendim. Mumlar yaktım. En güzel kokanlardan. Sahibine yabancılaşan bedenime baktım, ah evet pek sevindim.

Ben dün akşam bir elbise giydim;

Sahiden uğur getirdi.

Hani bir fotoğraf vardır ya; cam kenarından dışarı bakan, bakarken hülyalı bir şekilde karnını okşayan hamile kadın. Yüzünde mütebessim bir ifade, nirvanadan bildirir sanki. Yok işte ben olamadım onlardan. Var ama öyleleri yalan değil. Eleştirmiyorum, ama garipsiyorum hayatı böyle kıyısından yaşayan insanları. Ben o camdan bakan değil, aşağıda hızla bir yere yetişen/yağmurda ıslanan/sevgilisiyle öpüşen falan olabilirim ancak. Temmuz’a Kasım kaçmışken hazır, deliler gibi çalıştım. Ha evet, molalarım daha sık şimdi, stres getiren zamanla yarıştığım şeyleri yapmıyorum, sık sık kalkıyorum, beslenmeme dikkat ediyorum. Ofise ancak öğleden sonraları gidebiliyorum. Ama hala yoğun çalışıyorum.

Evlendikten sonra vardığım bir kanı vardı; evlilik bana bir büyüteç gibi gelmişti. O “sevgililik” halinde ne varsa; evlenince büyüyordu! Ben şanslıydım, bizde aşk bolcaydı, ilişkimizle ilgili değişim bu oldu, katmerlendi, güzelleşti, demlendi. Etraftakilerin “ya siz evlisiniz yeter artık sevgili muhabbeti” esprilerine konu olduk zaman zaman. Kat kat açılan çiçekler gibi olduk. Ama evet hayatla ilgili çakıl taşlarımız vardı minik minik, onlar büyüdü, kayalar oldu, aldığımız sorumluluklarla ilgili sorunlar kocaman oldu. Almamız gereken dersler büyük bir okula dönüştü. Güzel olan, artık yalnız değildim, değildi. El ele verdik. Şanslıydık dedim ya, güzel oldu, güçlendik. Çevremde gözlemlediğim tam tersi örnekler de vardı; kıskanç sevgili, “gözümü açtırmıyor” kocaya dönüşebiliyordu, ne bileyim “ay kızınca gözü kimseyi görmez” adamın şiddet eğilimleri ortaya çıkıyordu, hesap öderken eli titreyen yaratık cimrinin dik alası oluyordu, “çok nazlı” kız tembel tenekeye bağlıyordu, abur cuburu seven çıtır şişko teyzeye geçiş yapıyordu, “pek geveze” kızın dırdır şiddeti kimsede bulunmuyordu. Özetle kimse değişmiyor, sadece iki insan birbirine daha yakından bakıyordu, iyi ve kötü her ne varsa güçleniyordu her birinde, belki de en çok diğerinden güç alarak.

Bunca cümleyi şuraya bağlayacağım; hamilelik de benim yaşamımda böyle bir şey oldu. Kendi kişisel yolculuğumda ilginç bir katman, farklı bir mevsim. Enteresan haller, tekâmüle çevirebilirsem ne mutlu. Yıkıp attığım köprüleri yeniden kuruyorum, bu kez üşenmeden. İnatla. Derinlere gömdüğüm yaralarımı çıkarıp yüzleşiyorum, e tabi kolay olmuyor, yeniden kanıyor, acı veriyor, ama aa bir bakıyorum iyileşmiş. Zamanın bir yerlerinde kendime sapladığım bıçakları çekiyorum kaldığı yerden. Bu arada gözyaşı döktüğüm de oluyor, hayır hüzünden değil. E tabi bunlar olurken, yalnız değilim, sürece mucizenin diğer yarısı, sevgilim de katılıyor. Hayat bazen engelli parkura dönüşüyor, hop bir level atlıyoruz, biri daha geliyor. Hem de bu defa daha bir “henüz çalışmadığımız” yerlerden, daha zorlardan. Yepyeni dersler alıyoruz. Hayatımdaki birinin beni rahatsız eden o adını koyamadığım hali, şekil alıyor, patlak veriyor. Evet evet, teşhis koyabiliyorum. Ve daha güzeli, sonrası kolaylaşıyor, çünkü; kendiliğinden silinip gidiyor o insanlar. Hani fark etmeden sırtladıklarım, ‘ah omuzlarımı ne kadar da ağrıtmış meğer’ler…

Teber diye minik bir balta vardır, dervişlere verilir. Semboliktir elbette, hani ağaca sarılmış sarmaşıklar vardır ya, gücünü alan, ondan beslenen. İşte bir bir onları kesmek için minik bir balta. Yol boyu karşınıza çıkan yırtıcı hayvanları öldürmek için, tabi hepsi ruhunuzda bir karşılığı olan haller. O hayvanlar sizsiniz. Şimdi sanki bir bir ölüyor içimdeki o haller, tabi önce hastalığın tamamen patlak vermesi gerekiyor, bu da biraz sancılı olabiliyor. Ama bitiyor sonra. Ve o sarmaşıklar, evet ayrılırken acıtıyor, canından can kopar gibi, alışmışsınız varlıklarına, başka türlüsünü bilmiyorsunuz ne de olsa, ama sonrası ferahlık hafiflik… Öğrenmen gereken bir ders, en ağır haliyle okutuluyor ama sonuçta o meseleden mezun oluyorsun, ne mutlu.

Ben böyleyim bugünlerde. Hırka değiştiriyorum, kabuk değiştiriyorum. Çünkü sığamıyorum eskisine, serpiliyorum, çünkü ben anne olacağım. Daha güçlü bir kadın, daha çok insan olacağım.

hazırlıklar

Evet, yavaştan başladı. Ve hatta çokça ilerledi. Malumunuz tedbir benim göbek adım:)

Evde bir misafir telaşı sanki. Veya uzun bir yolculuğa çıkacağız, onun hazırlığı.

Önce nereden ne alınır öğrendik, çünkü biz alışveriş uzmanı bir ikili değiliz. Avmlerin çoğunu hiç görmedik bilmeyiz.

Bir de en önemlisi ben, bu konuyla ilgilenmezdim. Bu kararı verdikten sonra bile, daha çok ruhsal hazırlık kısmıyla meşgul oldum-olduk. Ve hani yolda “ayy ne tatlı bogucuk” yapan kızlardan biri olmadım hiç. Bebek sevmem. Hala da sevmem. Hangi boyuttaki hangi yaştadır anlamam. Otobüste, uçakta, sinemada falan çocuk oldu mu sinir olurum. Oluruz. “Kesin mızmızlanacak” diye düşünürüm ve çocuk işte illa ki öyle olur. Bir ara aramızda Chucky ismini takmıştık o tür veletlere. Misal alt katımızda gece gündüz bağıran çocuğa Chucky diyorduk, tabi “ev teröristi” desek ailesi alınabilirdi değil mi? Ve doğrusu anlamam herhangi bir çocuğu sevebilme duygusunu. Hani arkadaşlarımınkini, kuzenimkini falan evet tabi, ama o kadar. Ve çok nadiren efendi, uslu çocukları sevimli bulabilirim, hepsi bu. Belki de herkes anne olarak doğmuyor.

Özetle bütün bu sebeplerden, bu konu benim için bir bilinmez. Ve tabi internet şahane bir kaynak.

İlk kez bir şey alırken sevgilimle, 1.5 yaşı, 1.5 aya uygun zannettim. Ebatları şimdi artık ancak anlıyorum:)

Deryik’le bir araştırma turu yaptığımızda mesela, onun müthiş abla olmasından kaynaklı deneyimine hayretle baktım. O bu konuya hâkimdi!

Dünyanın her bir yerinde dostlarımızın olması hakikaten yeni bir anlam kazandı. Daha önce “buradan bir şey ister misiniz”e bir yanıtımız olmuyordu. Vereceğimiz zahmete değecek bir şey bulamıyorduk çünkü. Ama şimdi değişti işler. “Evet evet bak…” diye başlıyorum, hop kredi kartları, hop siparişler, hesaplar, “aa yaşasın shipping de ödemiyoruz” neşesi. Ve dünyanın bir yerlerinden robotlu tulumlar, arabalı havlular falan geliyor. Pek şanslıyız.

Meraklar değişiyor. Bpa-free gibi yepyeni terimler giriyor lügatıma. O biberon, bu oyuncak falan derken alışveriş listelerim tamamen değişiyor. O katlanabilen enteresan küvet en bir çok almak istediğim şey mesela. Bence müthiş bir icat olan timer beni çok heyecanlandıran bir eşya.

Evde bir dikiş makinesi var şimdi. Serin havalardan istifade evde pek değildim, vakit olduğunda ilgileneceğim. Ufak tefek bir şeyler. Hiç değilse anı olsun diye.

Ben evi bir müzeye çevirmeyi düşünmüyorum, ilk kulak çubuğu, ilk tulumu falan saklamayacağım. Kendisi bende olacak –inşallah- ve deli gibi fotoğraf çekmek var zaten. Ama işte dikiş makinesi mesela; bazı şeyleri kendim yapmak için. Sırf öyle istediğimden. Örgü şişleri de öyle, yoksa her şeyin alası var artık hazır. Aynı şekilde, beşiğini de babane ve dedesi yaptırıyor. Bir heves, ellerinde fotoğraf, akıllarında renk ve detay tariflerimiz emektar marangozcularına laf anlatıyorlar. İşte bu gibi şeyleri saklarım. Çünkü anıları olacak. Çünkü biricik olacak.

Arkadaşlarıma, yakınlarıma çokça teşekkürüm var. Ben bu yeni gündemimi heyecanla paylaşırken “aa sıkıldık ama” demedikleri için.

Bu arada başka şeyler de yapıyoruz tabi, vapurlara biniyoruz iniyoruz, ucu gelmeyen kitaplar okuyoruz, çokça çalışıyoruz, dostlarımızla buluşuyoruz, artık hareketleri bile hissediyoruz, biz bu yazı çok güzel geçiriyoruz.

Bir de ev tipitip sakız kokuyor:)

"uçtum uçtum uç oldum"


Yıllardır bir hayal; aslında pek basit bir şey. Fakat işte nasiptir ya bazı şeyler, olmadı mı olmaz, bir aksilikler, bir şeyler. Bu kez kararlıyım ama biletleri en doğru yerden alıyorum.

Şarkıları tekrar tekrar dinliyoruz. Günlerce hayal kuruyoruz. Büyü bozulmasın diye kimseye söylemiyoruz. Yaşasın biz galiba bu konsere gidiyoruz!

Siz bilmezsiniz, ben çok defa o şarkılarda duyduğum kokulardan buldum yolumu. Geçtiğim yollarda ayak izlerini gördükçe çok kez için için sevindim. Kulak kesilip sesleri takip ettim.

Saatler kala bir iki cümle, hiç adetim değilken, hani nasıl desem; bir şişeyle denize mesaj bırakır gibi. Ama bir kadın, hemen yanıtlayan, beş dakika sonra telefonunu veren, “yok artık” hissiyle numarayı çevirdiğimde duyduğum en neşeli ve sahici sesle konuşan.

Yağmurlar yağıyor ama biz hiç ıslanmıyoruz. Ben ve sevgilim, bir de yanımızda taşıdığımız minik adam. Konser alanına geldiğimizde bir kez daha karar veriyoruz, evet biz onu bir yere bırakıp kaçmayacağız, peşimizde götüreceğiz, konserlere, seyahatlere, her bir yere.

Bir kadın ki; güzel gözlü, güzel gönüllü. Bu kadar güzel olmasa neredeyse Yoko Ono’ya benzeteceğim. İçten bir kucaklaşma. Sahi ruhların evvelden tanıştığı bir yer vardı değil mi? Evet oradan olmalı.

Sonra şarkılar. Hep tanıdık bir yerlerden. Hem yıllanmış, hem daima yeniden. Bunca şarkıyı tek bir yaşama nasıl sığdırabilir bu adamlar? Nasıl bu kadar bin yıllık ve yepyeni olabilirler?

Önce oturuyoruz sakin sakin. Yok olmuyor sonra kalkıyoruz, ayakta devam ediyoruz. Her birine avaz avaz eşlik ederek, kah kocaman kahkahalarla, kah gözümde yaşlarla. Yolculuğunu yarılamış hamile bir hatun zıplayabilirmiş sahiden. Hem de içindeki ruhun da pek mutlu olduğundan emin olarak.

Güzel şeylerin güzel sonu oluyor. İnsan uzun zaman bu seslerin üzerine bir şey duymak istemiyor. Hayat sanki bir an duruyor ve yeniden başlıyor.

Elimizde bir kitap, acemi adımlar. Kitaba imza çaktırmak isteğinin tek nedeni aslında; içten bir teşekkür. Çünkü insan bilmek ister bence, hiç farkında olmadan dokunduğu yaşamları. Bilmeden belki akışına yön verdiği suları…

Eve dönüyoruz, yine sadece kalbi olan birkaç kişinin anlayabileceği bir mucizeyi yaşamış halde. Avare adımlarla.

Gökten üç teşekkür düşüyor, biri; süpriz uzmanı birtanecik Sevgilime; ikincisi; hayalimizi gerçekleştiren Biricik kadına ve üçüncüsü de; Baba'ya.

alt tarafı bi' kaç uykusuz gece ve biraz kusmukla kaka!

Altı üstü annemizden iki tokat bi de fırça ile başladık. Hoşumuza giden ama yapmamamız gerekenleri öğrenmeye. Tokatların sebebi de ıslak bi don ve güneşte yanmış bir ten. Demenk ki habersiz gidilmemeliymiş yüzmeye.

Sonra öğretmenler başladı tokada. Neden? Ders saati okulda olunmalıymış, çayırda kiraz peşinde koşulmamalıymış.

Belki fiske vurmamıştır babamız ama onu da eklemesek olmaz. Yaptığımızdan dolayı üzüldüğünü görünce içimiz cız etmiştir, belki tokattan ağır sözlerle hatamızı anlatmaya çalışmıştır. Neymiş? Sigara sağlığa zararlıymış.

Askerde yemişizdir sıradaki fıskeleri ya da ağır kelimeleri. Ya koşuda sonuncu olmuşuzdur ya da hedefi vuramamışızdır. E "Her Türk Asker Doğar" ya, ondan.

Peki sonra? Sonra patrona gelir sıra. Artık tokattan uzağızdır, ama sözler daha bir ağırlaşmıştır. "Ulan iki tokat atsa daha iyiydi" diyenler çıkacaktır. Ama işe zamanında gelinmeliymiş, söylenilen anında yapılmalıymış. Değil mi?

Artık öğren hayatın yarısı bitti.

Hayatınızın belki tam ortasında. Belki ilk çeyreğinde, belki son.

Ben sıradaki cezamın ne olacağını biliyorum.

O kadar hayat dersinden sonra bunun da cezası, bu olsun.

vız gelir tırıs gider..
 
Bu yazı da mortingen'den :)

olan biten

Geçtiğimiz günlerde;
Lost'un finalini izledim ve galiba bir tek ben beğendim :) Mutlu oldum ben, bir kaç gün boyunca aklımdan çıkmadı. Güzeldi. Harika bir bitişti. Anlayamayanları ve hala "ama kutup ayısı neydi bikbik" gibi sorularla kalanları anlayamıyorum. Her şey çok güzeldi ve çok tadındaydı. Bence.

/
Çok zor bir iki hafta geçirdim. Bazı sağlık sorunları, ateşler içinde yatmak, nefessiz kalmak, sonra yeni yeni teşhisler, minik bir alerjiden kocaman bir astıma dönüşmüş haller. Ve tıp ilmi öyle bir şey ki; doktorun elini öpesin geliyor nefes almaya başladığın o anda. Elimdeki aksaklık geçti. Bulaşık makinesini icad edene, nefesimi açan doktor kadar minnet duyuyorum. Nasıl bir rahatlıkmış ve ben hangi akılla şu zamana dek gereksiz buluyormuşum şaştım.

/
Bolca ütü yaptım, son 3 haftamız sepetten lazım olanı alıp ütülemek ve hop giymek düzenindeydi:) Ve ben ütüyü severek yaparım, ara ara yardımcılar olduğunda bile yaptırmam. Fakat pek elim gitmedi ve halim yoktu, sevdiceğimin vakit bulup ütüleyebildikleriyle yetindim. Neyse nihayet bitirdim tamamladım oh.

/
Hava gerçekten sıcak ve ben zaten sıcağı sevmem. Bulduğum çözüm akşamüstünden önce evden çıkmamak. Ev püfüüür püfüüür ve klimasız olmasına rağmen serin. Bu da büyük nimet. Ve neyse ki günlerdir; yağmurlar yağmurlar…

/
Son günlerde okuduğum en iyi yazı: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1275924620&year=2010&month=06&day=07

/
Bir de ben internet alışverişinden pek anlamıyorum. İdeefix ve amazon’dan kitaplar alırdım bir ara çokça o kadar. Ah bir de ebay ve gittigidiyor var tabi:) Fakat blogger arkadaşlarımın bazı şahane sitelerinden alışveriş yaptığım oluyor. Bazılarının üzerinden geçmiş olsa da, bir teşekkür edeyim:

En en en havalı keçeler: http://craftsbynazo.blogspot.com/ Ayrıca öyle iyi kalpli bir elden çıkıyor ki; şans da getiriyor:)

Anne olacağımı öğrendiğimde, bu güzel heyecanın anısına kendime minik bir armağan almak istemiştim. Sonra buradaki: http://www.hersheyler.com/shop Şahane bir kolyeyi beğendim. Çok sevdim. Geldiğinden beri boynumda. Ve yanında bir de sürpriz geldi. Ben böyle ağlamaklı, duygusal haller.

Bu dolaptan işinize yarayacak pek çok şey çıkabilir, ben sık sık bakıyorum: http://bizimdolap.blogspot.com/

Bir de Cuma günü pek şanslıydım, bu harika kitaplara yetiştim: http://ecearar.blogspot.com/2010/06/kitaplar-geldi-5-lira.html

/
Ve şimdi hooop çilek marmelatı.

08062010

Nasıl anlatsam?

“Karnımda bir şey var”dan “bir bebek bekliyoruz”a ilerleme hali.

Ama daha garip bir hal. Anlatması zor.

Başıma gelen bir sürü mucizeden sonra, en büyüğünü yaşamak galiba. Veya hep en sonuncusu mu en büyüktür? Belki pek özel bir örnek olacak ama; Allah’a inanmaktan, varlığını bilmekten, gerçekten iman etmeye geçiş. Bütün bir kalple. Pıtpıtpıt. Cüretkar bir misal mi olur; üç aşamadır ya hani ilimler; bilgiyle bilmek, gözle görmek, ve hakkıyla bilmek. Denizin varlığı bilmek, denizi görmek ve nihayet denizde yüzmek gibi. Bolca su yutmuşsun hatta bir de. Oh ne keyif, su dedikleri bu muymuş sahi? Balık mıymışım ben meğer?
Gerçekten sana özel “buradayım, yanındayım” demesi gibi. İçimizdeki gürültüden duyamayız ya bazen onu, bu sefer kocaman bir şölen var, duymamak imkânsız.

İçimde kocaman renkli balonlar, bir neşe. Havai fişekler, sanki gökyüzüne adımı yazıyorlar böyle kocaman.

Bazen gözlerime renkli damlalar dolduran bir şükür hali. Sırf teşekkürünü anlasın diye daha iyi bir insan olmak istemek. Vardı ya o filmde; “you make me wanna be a better man”. Ben öyle âşık olmuştum ki, o cümleyi anlamıştım. İşte tam da böyle. Ve daha güçlü bir insan, daha güçlü bir kadın.
Adını bilmediğim, başka bir mevsim. İyi bir haber alırsın, mutluluktan gözlerin dolar, aklına geldikçe ağlayasın gelir. Ondan da fazlası.

İlk kez âşık olduğum o an gibi. Hani o söylediğin şarkıyı anlamaya çalıştığım, “ben de pek severim” diye içimden geçirdiğim. Kapısında "Burası aşıklar Kabesidir/ Her kim ki buraya nakıs gelir/ Buradan kamil olarak çıkar" yazan yerde, ettiğim dua gibi. Sen. Elim ellerinde, kalbim kalbinde. Bir heyecan, isimsiz bir kıpırtı, bir telaş, endişeler ve hemen ardından anlaşılmaz bir dinginlik. Dünyanın en mutlu uykuları. Bolca yağmur, bolca güneş, gökkuşaklarında oyunlar. Kocaman bir bilinmezlik. Hayattaki yerini bulmuşsun gibi. “İşte şimdi oldu” der gibi. “Yorulduğuma değdi” diye geçirmek sanki. Ve yeni yorgunluklara çok fena hazır olma hali.
Şükretmenin sahici anlamını kavramak gibi. Teşekkür edileceklere nihayet kocaman bir maddenin armağan edilmesi. Ben bunu hak etmek için hiçbir şey yapmadım ki üstelik. Sevgim karşılık bulmuş belki gökyüzünde diye için için sevinmek. Noel baba hediye dağıtırken beni de unutmamış diye sevinen çocuk neşesi.

Yanındaki adama başka bir ışıkta bakmak. Hayır, “çok iyi bir baba olacak” düşüncesiyle değil bu, başka bir şey. Elini ilk kez tuttuğumda, başımı ilk defa omzuna koyduğumda, ilk defa öptüğümde, ve her “hayat bundan daha iyi olamaz” dediğimde, “daha mutlu olamam” zannettiğimde, hep daha ilerisi… Sevgililik hali, aşkından ölme hali ve artık belki aşkından “olma” haline geçiş. Aşkın kendini doğurma hali.

Sanki aramızda bir çiçek açmış gibi.
Geçtiğimiz günlerde;

Lost'un finalini izledim ve galiba bir tek ben beğendim :) Mutlu oldum ben, bir kaç gün üzerine düşündüm. Güzeldi. Harika bir bitişti. Anlayamayanları ve hala "ama kutup ayısı neydi bikbik" gibi sorularla kalanları anlayamıyorum. Herşey çok güzeldi ve çok tadındaydı. Bence.




/

Çok zor bir iki hafta geçirdim. Bazı sağlık sorunları, ateşler içinde yatmak, nefessiz kalmak, sonra yeni yeni teşhisler, minik bir alerjiden kocaman bir astıma dönüşmüş haller. Ve tıp ilmi öyle bir şey ki; doktorun elini öpesin geliyor nefes almaya başladığın o anda. Elimdeki aksaklık geçti. Bulaşık makinesini icad edene, nefesimi açan doktor kadar minnet duyuyorum. Nasıl bir rahatlıkmış ve ben hangi akılla şu zamana dek gereksiz buluyormuşum şaştım.



/

ışık

Blogdan tanıştığım bir kaç tatlı arkadaşım, yaz yaz yaz deyip durduğu için hamilelik vaziyetinden bahsedeyim biraz. Vaktim olmadığından veya o diğer boyuta geçtiğimden yazmıyor değilim. Evlenince de hayatı değişen ve birden gerçekdışı bir şekilde yoğunlaşıp vip olan insanlar gibi hani-alakası yok. Vardır ya bir anda bütün gündemi; temizlik-yemek-kocasının akrabaları oluveren. "Evli bir kadın akşam aranmaz" falan triplerine giren. Ben zaten hiç düzenli yazamadım, canım isteyince, kelimeler birikince.

Ve arkadaşlarımın hayatları, dostlarımın sıkıntıları beni hala ilgilendiriyor. Hayır üzüntülerini benimle paylaştıklarında ölmüyorum, "ah hamile kadın hassas" durumu değil, onların üzüntülerini paylaşabiliyorum. Çünkü güçlü bir kızım ve pencere önü saksısına dönüşmedim. O "ışık" bana hala gelmedi. "Ayyyyy seni çok seviyor teyzesiii" gibi cümleler kuramıyorum, çünkü zaten adamımız henüz konuşamıyor ve ben de hiç bir zaman onun adına konuşmayı düşünmüyorum. Bu galiba bebek gibi konuşan kızların anne olma durumu. Çok mu sert oldu:)? "Ah analık, daha şimdiden ne emekler veriyorum, herşeyi hissediyorum" olamadım. Veya kanatsız meleğe dönmedim, ülkenin durumu hala beni öfkelendiriyor, zaman zaman iş yoğunluğu yorabiliyor, hafif üzüntüler yaşanıp geçiyor. Sakince ve abartısız. Heyecan hissediyorum, bir mucize hissediyorum ve bunu pek de kelimelere dökemiyorum. O yüzden "ee nasıl hissediyorsun peki"ye verilebilecek pek bir yanıtım yok.

İlk trimester'deki -terminolojiye de hakimim fark ettiyseniz- mahmur hal, kendisini harika bir enerjiye bıraktı. Ha ben o mahmurlukta da pek yayılmamıştım tabi. Uyku düzenine dikkat etmek dışında, çalışmaya ve normal yaşamıma devam. Uykum geldiğinde hop bir mola. Evet yürüyüştür, dengeli beslenmedir dikkat ediyorum ama çok da kasmıyorum. Çünkü zaten çöp gibi yaşamıyordum. Ve bu değişikliğe bir süredir hazırlanıyorduk. Mutluyum. Ben mutluysam benimle olanlar da mutlu.

Sayaç mevzuuna gelince, bana yuvarlak hesap, bulutsu ifadeler daha sempatik geliyor. Bu kadar özel ve mahrem bir şeyi günü gününe ifşa etmeyi gereksiz buluyorum.

Bir önceki postta yazmıştım ya, eski kitaplar diye. işte 1970'lerden geliyor:

"Bulantı ve Kusma (Aşerme) sabahları daha çok bariz olur. Bazen kadını çok fazla rahatsız eden ve hatta doktora gitmeye sebep olan bu hal, aslında bünyede teşekkül eden değişikliklerin ruhi bir reaksiyonudur. Ve hatta bir ilaç ve tedaviye lüzum göstermeden hafif seyahatler ve muhit değiştirmek (maneviyatın takviyesi) ile tamamen kaybolduğu pek çok görülmektedir."*

Ben demiyorum, uzman diyor. Aşerme durumu hiç olmadı, bu konuda rahatça konuşabilirim çünkü yolu yarılamaktayım. Ne bileyim ara ara bir şeye dadandığım, 20 tane zeytin yediğim veya kilolarca erik tüketip sıkıldığım oldu. O kadar. Bir kere de evde çikolata arandım ama tamamen şımarıklık. Ki lüzumsuz da bir şey. Zaten minik bir mantıkla, gayet zengin beslendiğimiz -şükür- ve hatta üzerine vitamin aldığımız gerçeğini düşünürsek, bunun anlamsızlığı fark edebiliriz. O acaip tiksinti ve bulantı hallerinin de psikolojik bir nedeni olduğuna inanıyorum. Lütfen bunu yaşayanlar üzerime gelmesin:)

Doğum videoları izledim. Normal :) Tünelden çıkan bir köstebek. Tam anlamıyla bir mucize. Sevdiceğimle birlikte mi gireceğiz bilmiyorum, ama bunun onun vermesi gereken bir karar olduğuna inanıyorum. "Ama biz bir takımız, bu ikimizin bebeği" baskısı yapmak gelmiyor içimden veya "aman girme beni sakın öyle görme" demek de. Doğumhane önünde telaşla ve merakla bekleyen baba figürü de, aynı şekilde annenin terini silen ve elini tutan baba da bana çok sempatik geliyor. Sevgilimin içinden hangisi gelirse, bu onun süreci, o kendisi için, bizim için en doğrusunu bilir.

Beni şaşırtan birşey, çevrenin tepkileri. Bildiğim dünya birden dönüştü sanki. Hamile olduğunuzu duyan veya öğrenen herkes, ne bileyim mahallenin pala bıyıklı kasabı bile "bir şey lazım mı yenge, sen yorulma telefon et biz yollarız" diyebilir. O anda ne isterseniz gerçekleştirecek insanlar çevrenizi sarıyor. Anne olmuş büyükler halinizden sizin anlamadığınız kadar anlayabiliyor ve hayatınızı kolaylaştırmaya talip olabiliyorlar. Henüz anne olmamış ve/ya bekar arkadaşlarınız durumunuzu hafife almayı akıllarından bile geçirmiyor ve kahvaltı davetinize icabet ederken bile "kendini yorma sakın, gelirken bir şey alayım mı?" vb diyaloglara giriyorlar içtenlikle ve fazlaca bir özenle. Oysa bence domates doğramanın yorucu bir yanı yok ve lazım olanı genelde kendim alırım, veya hayatı paylaştığım insanla bölüşürüm sorumlulukları ve ihtiyaçları. Herkes siz kendinizi kraliçe gibi hissedin istiyor sanki. Kraliçe gibi hissetmenin yanlış bir yönü yok elbette -bak ben hissediyorum bile :)- ama bu duyguyu derhal içselleştirip, işlerini delege etmeye başlayan insanlar da pek çok. "Annem yemeğimi yapsın, kocam temizliği tamamlasın, kayınvalideme de bir görev bulmayı ihmal etmeyeyim, hah ütüler olur bak, büyükbabalar sponsor olsun, işten zaten ayrıldım, sebastian sen de bir elma yıka getir" mantığıyla ayağını uzatan ve 9 ay boyunca toplamama fırsatını fazlaca değerlendirenler var. Kim bilir belki yeterince sevilmediklerinden, belki bir ilgi eksikliğinden bunu fırsat biliyorlar. Bana bu acınası geliyor.

Veya şimdiden gideceği okulu falan planlamış değilim. Merak ettiğim pek çok konuyu okudum. Tracy teyzenin büyük hayranıyım. Ama şu an için onun geleceğine dair planlarım: babası olan haylaz adam, minik adam ve ben; sokakta, karda, çamurda yuvarlanalım, ben biraz erken döneyim, onlara kekler reçeller pişireyim, ekmek kızartayım, limonatalar yapayım. Kek tam kabarmayabilir, limonata o eski tariflerden olmayabilir, önemli değil. Sonra camdan "hadiii içerii" diye çağırayım. Gelince söküklerini dikeyim, üstleri başları yırtılsın, düğmeleri sökülsün ama ben hiç kızmayayım, "ayy ne pislenmişsiniz" diyeyim gülerek o kadar.

Ben küçük bir kızken de; "oğlum olursa bikbik kızım olursa adını vikvik" koyacağım diyen bir kız olmadım. O yüzden belki, şu anda hala isim konusunda karar vermiş değiliz. Vakti gelince aklımıza düşer eminiz.

Hazırlıklara gelince; yine sakince. Bir listem var, maddelerin yanında marka, temin edilecek yer ve hatta bütçe notlarım. Aklımıza geldikçe ve sırası geldikçe alıyoruz. İtiraf etmeliyim ilk başta biraz telaşa kapıldım ama, onun da pek bir abartılacak yönü olmadığını fark ettim. "Ay hiç bir şeyi eksik olmasın evladımın" takıntısında değilim. Evlendikten bir ay kadar sonra ilk kez çorba yaptığımda farketmiştim bir kepçemin olmadığını. Sonra inip almıştık. Bu kadar basit.

Duygusallıktan bahsedecek olursak, ben zaten öyle olduğum için çok bir fazlalaşmadı. Yer yer burnumun direği sızlıyor, örneğin geçen geceki maden işçilerini konu alan muhabbet kralında olduğu gibi. Ama galiba bunu annelikle birleştiremeyiz:) Elele tutuşan bir anne-evlat falan gözlerime ulvi yaşlar doldurmuyor. Her zamanki gibi, güzel bir söz, güzel bir şarkı, güzel bir kitap, dokunaklı olaylar, iç burkan şeyler koca damlalar getiriyor gözüme, belki eskisinden biraz daha sık, bilemiyorum, emin değilim.

Başka... Evet karnım var biraz artık, eski pantolonlarıma giremiyorum, ama yaz geldi uçuş elbiseler var, güneş sakinleşince çıkmak var, bolca dua ve şükür var. Şimdilik bu kadar, birikince yine yazarım:)

*Doğuma Hazırlık ve Çocuk Bakımı/Dr. Semih R. Geren
Evvet, bir süreci yaşamaya başlayınca, etrafınızda da benzer durumları yaşayanlar ilginizi çekmeye başlıyor. Hamileler ayrı bir alem. Ayrı bir dünya.

Mesela; "
Hoop gribal bir durum atlattım. Ama daha derin bir sorun olduğu çıktı ortaya. Şimdi hafif doz ilaçlarla toparlamaktayım. Tıp ilmi öyle bir şey ki, insanın doktorlara böyle kalbini açasıp hediye edesi geliyor. Dün gece, rahaat ve deliksiz bir uykuyla dinlendikten sonra, sabah gözlerimi açtığımda, içimden doktoruma dua ettim.

lost'a güzelleme

Az değil 6 yıl olmuş. Biz en başta izlemiyorduk. Başlayalı 3 yıl oldu yani. Evlendiğimiz ilk yıldı -teyteytey yaşlandık-, böyle bir telaş, evde minik ekran bir tvmiz var, ekranı ondan bile büyük laptopumuz. Televizyonumuzun anteni sevdiceğimin icadı, garip kablolardan oluşuyor, ayrıca havaya ve keyfine bağlı olarak ayarlanan kanalları çekiyor. Ve tabi kanal değiştirmesek çok daha iyi oluyor. Bu durumda cnbce'nin en iyi olduğu konumda bırakıyor ve değiştirmiyorduk. İnternete gelince; çatıya mucit sevgilimin taktığı bir aparatla yakalıyoruz. Yağmurda çatıda kedi kovalıyordu kahramanım benim. Dolayısıyla indirmek mümkün değil. İşten eve dönerken uğradığımız filmciden ilk sezon cdlerini alıyoruz, sonraki bir kaçını arkadaşlarımızdan falan topluyoruz. Başlıyoruz izlemeye.

Oooooo. Sabah oluyor izlerken. Bizim için çekirdek çitlemek gibi bir şey haline geliyor. Bir sürü de bölüm birikmiş oh ne ala! Bekleme derdi yok. Neredeyse ihtiyaç molaları dışında mola vermiyoruz. Birimiz uyuyakalacak olursak -hayır izlerken değil elbette- diğerimizden söz alıyor "sakın bensiz izleme tamam mı, sen de bırak şimdi kapayalım" şeklinde. Anlaşma yapıyoruz böylece. İşe uykusuz gidiyoruz. O zaman homeoffice değilim, ki zaten hiç çalışamazdım lost manyaklığı içinde. Ben ofiste, ilk müsait anımda, o gece izlediğimiz bölümlerle ilgili teoriler üretiyorum, türkçe-ingilizce forumları deli gibi okuyorum ve üşenmeyip derliyorum, sevdiceğime aktarıyorum. (asistan sevgiliyimdir), o bu konuda konuşmayı benim kadar sevmiyor, bana kalsa sabaha kadar lost konuşabilirim. Referanslar hep dinler tarihi, mistizm, kabala, mitoloji gibi şeylerden, ki benim en ilgimi çeken konular.

Benim için lost, o eğik tavanlı, tahta zeminli deniz gören evde, en güzel ısınan odada yorganın altına kıvrılmış iki sevgili saaatlerce izlediğimiz günleri hatırlatıyor. Kendimize eğlenceler icat ettiğimiz...

Keşke hiç bitmeseydi. Bu gerçekten televizyonculuk fenomeni mi dersiniz, nasıl anlatılır bilmiyorum, acaip bir şey. Kesinlikle mükemmele en yakın bir işti. Karakterler, cast, hikaye, kurgu, mekan, ışık, müzik, görüntü yönetmeni, montaj vs vs ... Her açıdan eksiksiz, harika bir şeydi. Dizi demeye dilim varmıyor. Daha acaip ve diziler üstü, televizyon üstü bir şey. Sanırım sonu her ne olursa olsun, küseceğiz, beğenmeyecek bir şey bulacağız, çünkü bu başka bir olay, başka bir bağlılık. Kesinlikle izlemeyen kimse bunu anlamaz. Sadece sonu merak edilen bir dizi değil. Başka bir şey, bir dönem sona eriyor. Benim için 3 yıl kadar bize eşlik eden bir arkadaş. Hani en sevdiğimiz ve çocukluğumuzda iz bırakan masallar, kitaplar vardır ya, onlar gibi. Bana hep bu zamanları hatırlatacak.

Bütün bunlar nedeniyle, son bölümü benim için sadece bir son bölüm değil. Bir töreni, bir kutlamayı, bir partiyi, içten bir teşekkürü ve tabi bir vedayı hak ediyor. Kesinlikle özel bir gün olacak o gün ve özel bir şekilde izlenecek. Pürdikkat ve rahatsız edilmeden.

İşte böyle. Bir klişeyle kapayalım şimdi; "all good things come to an end."

aslında zor

Bir gün böyle bir blog açacağım; "aslında zor."
Ben neşeli anları, mutluluk verici hatıraları çokça kaydederken, üzücü olayların uçup gitmesini tercih ediyorum galiba. Sessiz kalıyorum. Belki bu yüzden laylaylay "ay çok pozitifsin" bir görüntüm var blogda, çünkü güzel şeylerden bahsediyorum veya komik şeylerden:)

Derya'ya hep şaka yollu bu cümleyle takılırken; son iki gün gerçekten "aslında zor" olup olmadığını düşündüm. "Hassas bir dönemdesin, bebeğin hissediyor, kendini üzme"lerin faydası olmuyor. Hayat böyle bir şey. Ayrıntıya gerek yok, bazen gerçekten bazı şeyler herkes için olduğundan daha zor olabiliyor benim için. En yakınınızda olması gerekenler savaş baltalarıyla size doğru gelebiliyor. Siz savaşa en bir hazırlıksız haldeyken, tam da barış çubuğu tüttürürken. Bazı şeylerin bin yıllar geçse de aynı kalması, insanların değişmemesi. Devamı biraz gözyaşı, biraz öfke. Hepsi geçince kalansa biraz baş ağrısı, gittikçe küçülen, şu saatlerde bir minik düğme olarak kalan. Bir kaç saate tamamen yok olacağını umduğum. Ve tabi yaşananları tortusu dersler, bizi büyüten, daha iyi insanlar yapan.

İyi ki bütün bunlar olurken, sarılıp ağlayabildiğim, bir şey anlatmasam da beni anlayan, üzülmeme saygı duyan biri var. Belki o olmasa, benim sevgilim olmasa gerçekten "aslında zor" olurdu.

/
Lost lost lost! Masal artık bitiyor. Son bölümdeki gözümüze sokulan ve "bakın 6 yıl önce herşeyi biliyorduk" flashback'i yersizdi. Biz o kısmı zaten çok net hatırlıyoruz. Umarım sonu güzel olur ama bundna pek ümitli değlim, çünkü ne olursa olsun kusur bulacağız gibi geliyor.

Bu arada, ekşisözlükteki şu yorum beni gülmekten öldürdü-henüz izlememiş olanlar için süprizbozan var-: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=19027363

/
Teknolojinin nimetleri, pek çok boyutlu ultrasonlar. Ay kraterine benzeyen bir yerde, uyuyan uyanan boksör gibi yumruk yapan, sanki boşlukta hareket eden bir minik adam. "Sağ elimde beş parmak, sol elimde beş parmak say bak say bak saaay bak" diye bir çocuk şarkısı günlerce dilimden düşmedi. Parmaklarını saydık beraber. Bir mucize, gözlerimizin önünde. İlk defa o kadar duygulandık. Sahiden içimizde kelebekler. İnanmaktan, bilmekten daha öte bir şey bu. Ve çok neşeli.

/
Robotlu üstler bakıyoruz, neşeli uyku tulumları, zürafalı battaniyeler. Gitsin barbieler, tokalar, gelsin legolar, korsanlar.

/
İsim konusu hala çok karışık, evet bir kaç şey var aklımızda. Asıl komik olan koyulan isimler, internette veya kitaplardaki isim önerileri. Bu konuda bomba bir yazı yazmak istiyordum ama adım herşey muhalefet blogger'a çıkacak, birileri üzerine alınacak, haftalar sonra -okunmayacak kadar uzun ve lüzumsuz- yanıtlar yazmaya kalkacak diye yazmıyorum. Kimse buna hazır değil:)

/
Bu maç olayı gerekeni yaptı. Evet birileri onunla o kadar meşgul oldu ki, gerçekten olan biteni o gürültüden duyamadı. Yani futbol yine amacına hizmet etti.

/
Arabalar şahane, rengarenk, ben de binerim diye bakıyorum, capcanlı renkler acaip şeyler. Bu konu bizim için pek mühim, çünkü dere tepe hep beraber gezebiliriz diye düşünüyoruz. Bazı şeylere karar verdik çoktan, böylece alma zamanı geldiğinde, vakit ilerlediğinde, kısa bir sürede halledebileceğiz.

/
Bu arada deryik hanım şekerparemle şahane bir eminönü gezisi. Bir insan her yeri mi bulabilir, ne lazımsa nasıl bilebilir? Dehşet eğlenceli şeyler var. Biberon stoğuna bile başladım. Çok mu temkinli gidiyorum ne?

/
Öyle bir "analık babalık" havalarına girmedik. Heyecan duyuyoruz çok, hayaller kuruyoruz, merak ediyoruz. Ama neşemiz aynı, aşkımız aynı, savruk hallerimiz aynı.

/
Alışveriş yaparken gördüğüm ve elindeki kitaplar üzerinde sohbete başladığımız cici psikolog kadına bile orada ayaküstü okunacak kitap sorduysam, buna ne denebilir artık bilemiyorum:)

/
Başka... Yürüyüşler, güzel yemekler, değişen bedene uygun kıyafetler, hayaller, heyecanlar, çeşit çeşit neşeler, güzel filmler, çokça kitaplar, zevkli çeviriler, vapura binmeler, dualar ve şükürler...


Ve hayatımdaki güzel insanlara; telefonda sağlığımı soranlara, üşenmeyip gelenlere, heyecanımı paylaşanlara, bana o çok istediğim kotu bulanlara, çatlak patlak olmayayım diye kremler gönderenlere, iyi dileklerde bulunanlara, seve seve ablalık edenlere, beni şımartan, sevgisini hissettiren herkese içten bir teşekkür...

anneler günü

Anneler günü tamam, hep birlikte eğlenelim. Ben bile duygulu anlar yaşadım. Sevgili sevgilim kutladı böyle bir şaşırdım, öğlen babam aradı, o da değişik bir duyguydu. Bir kaç cici arkadaşım beni de hatırladı. Ki elbette ki beklemiyordum. Böyle enteresan hisler. Daha pek erken tabi, herşeyi vaktince hissetmek ve yaşamak en güzeli.

Ama bu abartıyı anlayamıyorum. Hani anneler çocuklar güzelce yemek yiyelim, annemizi bir gün olsun şımartalım güzel bir şey. Fakat bu aşırı tüketim hali saçmalık. Bir kere neden anneye meyve sıkacağı ve benzer mutfak aletleri alınıyor? "Al şunu anne de bana daha super yemekler yap". Kadınların tek istediği tek taş mıdır? Kadınlar alışverişi delisi gerzek mahluklar mıdır? Annecikler hep "zahmet etme evladım" mantığındayken bu saçma-savurma hali ne derece anlamlı?

Ayrıca anneler günü boyunca rastladığım birbirinin aynısı arabesk anneler günü yazıları nedir:

"Herkesin annesi başkadır ama benimki bambaşkadır. En güzel dolmayı o sarar. Yıllarca okula giderken bana kahvaltı hazırladı. Bir gün olsun bir şeyimi eksik etmedi. Terkedildiğimde onun göğsünde unuttum acıyı. Konuşmadık ama hep bildi. En büyük kavgalarımı ben onunla ettim, aslında onunla değil kendimle didiştim. Umarım bir gün onun kadar iyi bir anne olabilirim" falan filan. Direk iclalaydın.

Ayşe arman ekolü var: "Annem çok güçlü bir kadın. Ben ilk erkek arkadaşımı ona anlattım. Benimle herşeyi konuştu, o yüzden hiç korkmadım, hiç tedirgin olmadım. Olduğu gibi anlattı herşeyi... Neyse ve nasılsa... Ve yine onun sayesinde 'kendi ayakları üzerinde durabilen' bir kadın oldum". Kendi ayakları üzerinde durmak klişesini bir gün ayrı bir başlık altında inceleyeceğim.

"Benim annem melektir. Beni 9 ay karnında taşıdı. Gece hastayken başımda bekledi. Cennet anaların ayakları altında diye boşuna söylenmemiş. Ben de bu mübarek günde, anneme bir çiçek alacağım. Tabi o daha fazlasına layık. İyi ki varsın annem." Ilımlıislam ekolü.

"Artık iki annem var. Ne mutlu bana..." Yenigelin ekolü.

Bu örnekleri daha çoğaltabilirim. Maksat annelerin için oymak mı anlamıyorum. Ama bana özellikle komik gelen, edilen hizmet üzerinden duyulan minnet. Anne annedir nokta. Dolma sarmayı bilmeyebilir.

Büyük harflerle yaşanan herşeyde bir samimiyetsizlik. Ayrıca onu da bayram ziyareti korkunçluğuna dönüştürmek, sabahtan kadının annesine, akşama doğru yemeğe adamın annesine gitmek falan. Komik işler. Gene kadınlara eziyet. Şehit annelerine, annesi melek olanlara üzüntü...

Onun yerine anne çocuk çimlerde yuvarlanalım, ananelerin, babanelerin elini öpelim, yanaklarını sıkalım yeter. Olmaz mı?

Not: Hediyemizi aldık mı?




ahırkapı 2010

Bu ne saçmalık. Geçen seneki düzenli ve terbiyeli kalabalık, iğrenç alkolik ergenler topluluğuna dönüşmüş. Tamam o zaman da bir saatten sonra kaykılanlar olmuştu ama belli bir sınır içerisindeydi, kimseye rahatsızlık verecek bir şey yoktu. Kimi köşesinde kendi kendine içiyor eğleniyor, kimisi dolaşıyor, kimisi ıvır zıvır yiyor vs. Gayet medeniydi. Geçen seneki, kuyruğa neden olsa da mantıklı olan kupon uygulaması, "biraaabiraabiraaa 5 liraa" rüküşlüğüne dönmüş. Geçen yıl bayağı bir konser dinlemiştik, bu yıl gürültüden başımız tuttu, her tarafta detone sesler, aptalca gıygıylar. Hani masanıza gelip keman çalmak için bikbikleyenler veya "ablaya al bi gül" diyen çiçekçiler gibi. Alkolle bir sorunum yok, edepsizlerle ve bokunu çıkaranlarla var. Nasıl bir gerizekalılıktır yapış yapış durarak bira içmek, plastik bardakta şarap içmek ve elindeki anlamsız tefi çıkkıdı yapmak. Ve bütün çöpleri yere atmak. Ne zevk alıyorsunuz? İğrenç bahar şenlikleri gibi desem o bile değil, azıtmış menopoz teyzeler, varoş abiler, görgüsüz ve açık havada göbek atma özgürlüğüyle delirmiş kızlar var. Ve herkes deli gibi bu kaosu fotoğraflıyor. Facebook'un da canı cehenneme ya. Gayet de tacize açıktı ortam. Hepinize geçmiş olsun. Yılbaşında taksim neyse, ramazanda sultanahmet neyse öyle bir şey olmuş. Nasıl bir avamlık anlatamam. Ve mantıksız! Hıdırellez bu! Allah aşkına hızır kim, olay ne, neyi temsil ediyor, neyden ötürü kutlanıyor, tamam beyin ölümünüz çoktan gerçekleşmiş ama nedir yani bu "açıkhavada alkol, hadi koş" manyaklığı! Ben normalde alkol yasağından yana asla değilim. Ama bu topluluk da gerçekten iğrençti. Nedir boyunuz mu uzadı noldunuz? Olay alkolse, deryik'in dediği gibi, al iki bira, aç ntv'yi, ahırkapı canlı yayın iç evinde efendi efendi. Geçen yıl en azından standlar falan düzenliydi, yok bu sefer yürürken önüne çıkan efes dağları ve "biracılar buraya 5lira5lira" aynen "seda sayan da buradan giyiniyor" tonuyla hem de. Nasıl bir düzensizlik, fırsatçılık, embesillikti anlatamam. En komiği de zaradan katkat etekler bulup giymiş çakma çingenelerdi. "Herkes bir günlüğüne çingene olacak" olayı. Solaryum güzelleri. Dün "pisler, camımı kirletme pis çingene çocuk"tu, bugün "ayyy ne şirinler ne gamsızlaaar" oldu.  Kızlar resmen hani böyle fasılda veya kına gecesinde normal birine benzeyen ama sonra içinden canvar çıkan ve masaya çıkıp dansözle sapıtan ve içkiyi başka bir yeriyle içen kızlardı. Neredeyse hepsi.

O biraları için için için ve o iğrenç tuvaletlere giremeyin, sıra beklemek zorunda kalın, idrar torbanız patlasın.

Bu arada, biz o kalabalıkta deryik'im şekerparemle karşılaştık. Yok doğrusu, o beni buldu. Kendisi sevdiceğimden sonra tanıdığım yön duygusu en gelişmiş ve tarif yeteneği en yüksek insan. Ahırkapının ona anlattığım gibi çıkmadığı için üzüldüm biraz. Ama bolca kahkaha attık, biraz dedikodu attık, sarıldık. Havai fişek bile gördük.

Ve ben devasa dilek resimleriyle dolu kağıdımdan gemi yaptım, denize attım. Yüzdü bile:)

Seneye görüşürüz efendim. Elbette başka bir yerde.

Bir de bugün bizim için mucize değerinde bir gündü. Detaylar daha sonra.

pırıl

Pırıl;
Ailemizin yeni üyesi.
Gördüğüm en karizmatik makine. Bulaşık olayından kurtardı bizi. Yaşasın.

Hamilelik durumlarına gelince, bayrağı devraldığıma göre bir miktar yazmalıyım;
Herşey tıkırında. Hayatımın en değişik dönemlerinden biri. İlk zamanlar alien gibi hissettim doğrusu :) Sonra alışma hali. Bir mucizeyi hemen kabullenmek kolay değil ki. Henüz öyle bir üçüncü gözümün açılması durumu yaşamadım. "Anneler hisseder, herşeyi biliyorum, cinsiyeti rüyama girdi" veya "Babası canımız çilek çekti" halleri olmadı. Daha ziyade; bir neşe, heyecan, merak, bir zıpzıplık.

Elimin durumu yer yer zorladı. Onda da sevdiceğim elim kolum oldu. Şimdi daha iyi, dinlendikçe düzeldi. Onun dışında pek farklı bir durum yok. Uyku atakları vardı, giderek azaldı.

Hayat güzel. Okul tatilinde gibi bir hal. Telaşsız hazırlıklar. Gün içinde çıkıp yürümek. Sayfiyedeki yaşamlar gibi bir hava. Tıktık önümüze açılıveren kapılar, hooop balonlar, havai fişekler.

Kilo durumum iyi gidiyor, bundan memnunum. Yokuştan yuvarlanmak istemiyorum pek. Yine de Ebru Şallı diye birinin olduğu bir dünyada hayat zor tabi.

Pek bir şey okumam sanıyordum, ama okuyorum. Çok da faydalanıyorum. İnternet pek bir karmaşık. "Ah onu hissettiğimden beri hayatımın anlamı değişti." "Babası da pek düşkün bir dediğimizi iki etmiyor" "Bugün dizdiği binbirinci küpün üzerine çiçek resmi yaptı."dan öteye giden çok az günce var.

Bunun yerine güvenilir yazarların ve/ya konuda uzman kişilerin kitapları daha zengin. Hamilelik zaten doktorun önerileri doğrultusunda davranılacak, pek de müdahalemizin olmadığı bir süreç. Laylaylom. Sonrası için, özellikle ilk bir yılı ilgilendiren, bakım, sağlık, gelişim vb konularda okumalar yapıyorum. Evet şimdiden:) Ben her şeyi abartırım. Bir yazara takar kitaplarını patlayana kadar okurum, ilgi duyduğum bir konunun hakkında bir şey kalmayıncaya kadar elime geçen her şeyi ezberlerim. Abartırım özetle:) Yeni merak konum da bu olduğuna göre, çokça okumam kaçınılmaz aslında.

Ece Arar'ın kitaplarını kesinlikle tavsiye ederim. Çokça faydalandım ve beni başka okumalara da yönlendirdi. Zengin, derin ve sakin cümleler. Sahici. Sanırım en iyi tanımlayacak kelime bu; sahici. Mükemmelmiş gibi yapmayan, kusursuzmuş gibi yapmayan, herşey çok basitmiş gibi yapmayan. Çok iyi tanıdığınız ve güvendiğiniz birinin çay eşliğinde size samimi bir şekilde deneyimlerini, kaygılarını, duygularını anlatması hissi. Öyle ki, onu iyi tanıdığınız veya hatta sizi iyi tanıdığı duygusuna kapılarak, ona kalbinizi açmak istiyorsunuz. İyi ki var.

İsim konusu çok komik. Kızılderililer mesela bir müddet bekler, çocuğun karakteri kendini belli edince ona uygun adlar verirlermiş. Biz kedilerde bunu yapıyorduk :) Ben telaşla isim koymak isterken; sevdiceğim "dur bakalım bir, tanıyalım nasıl bir şey" der ve sonra süper isimler bulurdu. Benzer bir durum yaşayabiliriz:)

Kocaman battaniyemi tığ kullanamam sonucu askıya almıştım. Örgünün elimi yormadığını keşfettim. Film izlerken minik bir hırkaya başladım, bitiyor neredeyse. Minik minik minik. Hızla tamamlanması en iyi yönü tabi:)

Kitaplar konusunda güzel bir arşivim olmaya başladı. Peki ya, bu konuda izlenebilecek belgesel vb önerileri olan var mı? Çok sevinirim. Okurken dikkatim eskisinden çabuk dağılıyor.

---


Meraklısına not: Bu blogu yorumlarına dek defalarca okuyup, hayalet hayalet gidip dönenleri ve sahibi oldukları blogları o sayaç programlarından biriyle görebiliyorum, çok eğlenceli.

üç kalp

Son günlerde bazı alışkanlıklarım değişti benim. Mesela; vapurdan iskele verilmeden atlamıyorum artık. Telaşsız ve sakince iniyorum. Güvenlik cihazlarından geçmiyorum, hoop yandan kaytarıyorum. Vakitlice uyuyorum. Haftasonu motosiklete bile binmedim. Daha iyi, daha sağlıklı bir kız oldum.

Biz evlenirken, sadece deli gibi bir arada olmak istemiştik. Aynı evde olmak, aynı hayatı paylaşmak, aynı soyadını taşımak, aynı sabahlara uyanmak...

Sonradan geldi bir mucizeyi de aramıza katma isteği. Elele verdik, doğru zamanı bekledik.

Çatımızın altında üç kalp çarpıyor bir süredir.

Kış geldiğinde, herşey vaktiyle ilerlerse hayatta en sevdiğim insan; babasıyla aynı ayda, o üçüncü kalp de minik bir insan olarak ev halkına katılacak. Küçük bir insan. Biz iki kişinin toplamından bir etmeyi becerdik, bakalım bu yeni matematikle üç edebilecek miyiz?

Bence edeceğiz.

Şimdi, aylar önce aldığım bir anahtarı verme vakti, hıdırellezde kutlamak da gerekli, dileklerin kabulüne içten bir teşekkür etmeli.

aşk üzerine

gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

Mahrem/Elif Şafak


---
Ne kadar uzun zaman elim gitmedi okumaya. Hem korktum hayal kırıklığından, hem kıyamadım okumaya, hem de doğrusu kıskandım. Hayır, yazarı değil. Yazdığını. Kalbimin en güzel sandıklarına, sarıp sarmalayıp sakladığım, en gizli çekmecelere lavantalarla koyduğumu, raflarda, herkesin elinde gördüğümde kıskandım, hoyratça dokunacaklardan, yere düşüreceklerden. Nasıl anlatayım, hani bir elmas taş varsa elinde, onu parmağına takarsın özenle, ayakkabına takmaya kalkarsan yuvarlanır gider, onun gibi.


Sonra nihayet, bir cesaretle aldım elime, bir türlü su gibi akıp gidemedi, takıldı da takıldı. Kitap bittiğinde, hissettiğim en güçlü duygu, yazarın suratına bir yumruk atmak ve yanına düştüğüm notlarla kitabı ona geri vermekti.


Cüretkâr buldum bir kere, özellikle bu. Onun dışında, çömezin maceralarını densizce buldum, Ella tanıdık geldi, bir yahudininkine benzemeye başlayan şehir insanı yaşamını, kurallarını, köşelerini, sertliklerini, rutinlerini tipik bir şekilde yansıtmış onunla. Onun kendine yolculuğu güzeldi. Belki okuyucunun kendini özdeşleştirebilmesi için koyulmuş bir öğe. Ama ona da bir mürşid tayin etmesi ne derece adildi kestiremedim. “Çöl gülü”nün anlatıldığı bölüme benzer meselleri çok okumuşuzdur önceden, ve diğerlerini de,- kopyala yapıştır yaz-. Tarihsel hatalar var mıydı? Evet kesinlikle. Beğendiğim bölümler olmadı mı? Oldu. Ama her biri, Mesnevi'den pırıltılar taşıyan cümlelerdi ve ben onları nerede görsem severim. Kitaptan alıntılayabileceğim bütün cümleler, onlardandı zaten. Bilmeyenin, kendi kaleminin yazdığını zannedeceği cümleleri bir araya getirmiş en fazla. Elindeki elmas tozuysa, serptiğin yer neresi olsa ışıldamaz mı? Ve bence ancak, bu cevherle, kaynağında karşılaşmamış insanları büyüleyebilir. Daha önce keşfetmemişleri… Neden mi? Çünkü "Mesnevi", "dini kitaplar" reyonunda, "Aşk" ise "best seller".

Ama...

Şems'i anlatmak, onun dilinden olan biteni anlatmak? Ve tabii, Mevlana'yı? Mevlana’ya aşk sorulduğunda, “ben ol da bil” demişti, sen oldun mu da, o “aşk”ı yazıyorsun? Ve neden şimdi? Neden tasavvuf herkesin dilindeyken? Neden onu “secret” falan gibi bir şey haline getirerek? Bu denli “light” bir şey mi tasavvuf? Bütün bunları tasavvuf üstüne nasıl temellendirebilirsin? Neden bir proje yazar gibi yazdığını hissettirerek? Neden modayken? Bir inanç sistemi moda olabilir mi hem? Nasıl bir şaka bu? Bin bir gece çile çeken dervişlere haksızlık olmaz mı bu, büyükleri geçelim, hiç değilse o kitabındaki çömez gibilere? Ya da ayıp? Bu kadar ucuz, bu kadar kolay mı bu yolculuk? Binlerce dervişler geçti oralardan da, bir ona mı kaldı anlatmak bu kadar pervasızca ve kelimelerini onların yerine koyarak?


Neden böylesi bir aşkın en iyi anlatılabileceği “anadilinde” değil? Hem sonra, neden sevgililer gününde, pembe kalpli, kapağı reklâmcılara tasarlatılmış bir kitapla poz vererek? Aslında konunun anlam ve önemi düşünüldüğünde Şeb-i Aruz'u da seçebilirdi tarih olarak ama satış kitlesi için çok "in" olmayabilirdi elbette. Migros raflarına daha da yakışsın diye mi renk pembe ve yayın evi artık metis değil? Ah pardon grisini de bastın sonra değil mi? Çook dâhiyane sahiden. Diğer kitaplarındaki satır aralarında, yalnızca o dili bilenlerin anlayacağı bir gizle, baharatlandırarak anlatan yazar nerede? Mahrem'i yazan elif şafak'ın edebi nerede? Diline pelesenk ettiği “aşkın edebini” neden kendisi giymemiş? Aşkın şeriatına sığar mı bu? Röportajlarında, dünyanın bilmem neresindeki bir kuş türünü ya da ilkel bir kabileyi, günlerce onların arasında yaşayarak incelemiş gibi anlatması neden? “Ben uzaya gittim, ayda bulundum, geldim, şimdi sizlerle bütün bu deneyimleri paylaşıyorum. Evet, havada takla attım. Ortam pek tozluydu.” Peki ya, kitabı okurken de bu yapaylığı hissettirmesi? Bir konunun terminolojisine, diline hâkim olmak, onun hakkında çok okumak, onu içselleştirmek demek midir? Balık, suyu anlatabilir mi? Yanmayı, en çok ve ancak pişmişler bilmez mi?

O 40 kuralın evrensel olabileceği fikrine nereden kapılmış. Hayır hiç de değil. Şeriat kelimesi, ki sanırım bu kitaptan sonra daha az antipatik olmaya başladı önceden sosyetik ablalara yaptığı çağrışım simsiyah bir şeydi, evrensel bir kelime mi? Mevlana'ya İslam dünyasının Shakespeare'i demek, ne bileyim Diyarbakır'a buraların Paris'i demekten binlerce kat zavallıca, bunu düşünebilecek bir insan yazar olabilir mi? Nasıl zekadan yoksun bir benzetmedir bu?!

Tarihsel hatalara hiç girmiyorum. Bunu internette araştırarak da bulabilir herkes. Ve elbette çok daha derinlikli bir şekilde konuya hakim olanlar var, ama Şems ve Mevlana'nın bale gösterisi düzenler gibi sema yapmaya kalkışmadıklarını en birinci seviyedeki beyin bile biliyor olmalı. O yılların Konya'sında, aynı evde yaşayan bir kadın ve adamın başbaşa saatlerce ayet tahlili yapmaları mümkün mü yani? üstelik ayetleri iniş sırasına göre incelemek dediği şey, son elli yıllık bir metotken! Evet, o yıllarda karagöz olmamasına rağmen, Şems'in ağzından "...hayal perdesinde karagöz oynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işin kandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar." diye cümle kurması belki bir detay ama bunların binlercesi var kitapta. Fantastik bir şeyse, kurmacaysa, hayır olmadığını iddia ediyor, tarihsel bir yönü varsa, evet olduğunu iddia ediyor ama çöp. Ve tehlikeli.

Ve neden "20 ytl'ye insan-ı kâmil olmanın sırları" tavrıyla? Neden, gülben ergen'le derin derin bakarak ve şarkılar söyleyerek anlatıyor kitabını? Bence tek ortak noktaları “anne” olmaları değil de, o kadın nasıl, korkunç namelerle söyleyerek, "bu su hiç durmaz"ı kendine yakıştıramıyorsa, işte elif shafak'a da bu söylemler aynı şekilde yakışmıyor. Üstüne büyük gelen bir giysi gibi, annesinin ayakkabılarıyla bakkala giden küçük kız gibi.

Hangi arada, akademisyen hanım, ortamların “sufi ablası” kesildi de biz kaçırdık? Bir tek beni mi bıktırdı, her yerde "göçebeydim, asiydim, âşık oldum, anne oldum değiştim, kemale erdim" diye anlatması? Neden, bu kitapla, onları sosyetik ablaların çay sohbetlerine "bir kitap okudum hayatım değişti şekerim" gibi meze yapıyor? Plajda güneşlenirken, bir şezlong kitabında mı çözecekler ilahi aşkı yahu? Bir şezlongdan diğerine “enerji” yollasınlar tabi, tam olur. Nedir yani, özel davetlerde, yemek yiyen insanların etrafında "dönen" semazenlerden ne farkı kaldı acaba? Konunun özüne vakıf olmadan, onu sohbet konuna eklemek, cin olmadan adam çarpmaya benzemez mi? Bu gücü, “Siyah Süt”teki kibirli halinden mi alıyor? Hani kendini o kocaman yazarlarla bir tuttuğu, küçük ve büyük, tüm dağları ben yarattım halinden? “E tabi, Mevlana ve Şems’i de, yazsam yazsam ben yazarım” diye düşünmüş olmalı öyleyse. Ha bu türlerin genel savı olan "olsun bir kişi olsun bu kitap sayesinde merak edip mesnevi karıştırdıysa ne mutlu bana" diyorsa, ki dedi, bir o kadar da kafası karışık insana sebep olduğunu bilsin isterim. Ramazan ayında promosyon kuran-ı kerim veren gazetelerin de aynı cümleyi kurduklarını hatırlayalım. Siz Türkler nasıl diyor shafak hanım, “kaş yaparken göz çıkarmak”?

Büyüklerin aziz ruhları mutmain midir ona göre? Ne haddine düşmüş onları anlatmak? Kimden izin aldı ve dahası kimden destur aldı da yaptı bilemedim. Kırıldım, üzüldüm ne çok cümleye. Küçücük boyumla ben bile.

Evet, elbette ki kendi penceresinden, kendi şems'ini, mevlana'sını anlatmış, ama öyleyse keşke bizler okumasaydık dedim içimden. O denizden, kabı kadar alabildiği, kendine kalsaydı. Tabi niyetinin bu denli masum olduğunu düşünürsek...

Peki ya neden okudum? Hani bir bölüm vardır Leyla ile Mecnun'da, bilir misiniz? Biri gelir Mecnun'a ve der ki, işte ben falanca şehirden geliyorum leyla'yı gördüm. Mecnun da, sevincinden ne yapacağını bilemez de, ona hırkasını çıkarır verir sırtından. Adam gittikten sonra, çevresindekiler, adamın yalan söylediğini söyler mecnun'a. Mecnun'un yanıtı şahanedir; "biliyordum, doğru olsa hırkamı değil, canımı verirdim."

Eğer içinize kaçmışsa o zehir, artık kurtuluşunuz yok, burnunuz her nerede olursanız olun, onun kokusunu alacaktır. Sırf o çiçeğin sarhoşluğuyla birçok yapay bahçe de göreceksiniz, birçok diken de batacak elinize.


Ama olsun. Aşk böyle bir şey.

Hamiş: Bu yazı aylar önce yazdığım, yayınladığımı zannettiğim ama taslaklarda kaybettiğim bir yazı.