keçekeçe

Bahardan bir gün. Sahi, çünkü cemreler düşüyor. Önce vapur. Sonra biraz yağmur. Çünkü o yağmur bulutlarıyla geziyor. Kadıköy, Moda. Sonra yine vapur, vapurda bir kitap. Kitap pek özel ve tanıdık, çünkü hediye. Ayrı bir postun konusu. Sonra Deryik ve Eminönü. Yürümek, geveze haller. Hayatımda gördüğüm en gerçek crafty! Yok böyle bir şey. O boncuklardan neler yapıyor, neler biliyor ve dahası insanı komplekse sokmuyor. Kelimelerle yaptıklarını boncuklarla da yapabiliyor. Aa keçe de var! Aaa Deryaaaaa şunlara baaak. Bak tabi, bunlardan alabilirsin. Sahi mi? E çok da ucuz, ay renk renk. Üşenmiyor, “tasar”layıveriyor orda bir şeyler, neyi nasıl yapacağımı gösteriyor. Neşe doluyorum. Alıyorum alıyorum. Rengarenk. Rengarenk. Başım dönüyor. O ne aradığını biliyor, ince zevkiyle bir bir seçiyor. “Pirinç yoksa nasıl pilav yaparsın, bulunsun” diyor. Ben dağınık. O zarif küçük bir kadın, takıları kendisine kafiye, bir sürü noktacık yüzünde. Uzun zamandır kendime ayırdığım en güzel vakitlerden. Yolda meyve suyu molası. Onun tansiyonu, benim tıkanık nefesim iyi bir ikiliyiz. Halden anlıyoruz böylece. Mısır çarşısının önünde duruyoruz; “derya bu taraf diyorum ama…” “hayır bak köprüden geçeceğiz”… Yön duygum yok ki benim. Sahiden biraz eksik. Neyse sonunda benim onu uzun zamandır götürmeyi planladığım gizli yeri buluyoruz. Tozlar, eşyalar. Hooop kelepir bir kirpi ona ve dünyanın en şahane teneke kutusu. Ve uzun zamandır istediğim parfüm şişesi bana. Ben yüzlerce kere geldiğim, fotoğrafladığım bu yeri onunla paylaşıyorum, sanki gizli mağarama girmesine izin veriyorum. Bolca toza, kelimeye, güzelliğe bulanıyoruz, burun kıvırıyoruz bazılarına, gülüp duruyoruz, hatta bir ara sevgilim bile uğruyor ayaküstü bir şeyler alıyoruz veriyoruz, üç dakikaya birkaç öpücük sığıyor, sonra hop kayboluyor. İyi ki gün bitmiyor. Tavuklu pilav, kazandibi, tavuk göğsü. Bolca sözcük, keyif. Bir sürü şey daha. Aramızda. Ve biz yine fotoğraf çekmeyi unuttuk.

/

Salı günüydü bunlar. Onca karmaşanın içinde kendime çaldığım bir gün. O günden beri toplam 7-8 saat uyudum-uyumadım. Yorucu bir çalışma hali. Ama daha doğrusu yazmaya kıyamadım. 3 gündür masamın üzerinde duruyor o renk renk keçeler. Bir de o incecik minicik narin parfüm şişesi. Pıspıs sıkıyorsun hani eskiden olduğu gibi. Ve tabi cebinden çıkardığı kitap. Sanki hissetmiş, alıp kaybettiğimi, okumayı pek istediğimi.

/

Önümüzdeki hafta doğum günüm. Sakin bir çalışma programı yaptım; çünkü biraz heyecanlıyım. Çokça şaşkın. Bu rakama pek fazla anlam yüklemişim meğer. Kısacık hayatım çeyrek asrı tamamlıyor, yuvarlak hesap bir rakam oluveriyor. Hem aynı gün, tek çatı altında geçirdiğimiz süre 3’leniveriyor.

up!



Mart’ın kıyısı en güzel mevsimlerden. Hem de benim doğduğum ay. Balık mevsimi :) Yılın en sevdiğim zamanları, şubat, mart, nisan mayıs. Sonra yaz eh işte, sonra eylül, ekim, kasım yine şahane. Hep aynı duygu, yeniden başlamak gibi, okulların açılması gibi.


En son -detoks diye kibarlaştırdığım- hastalık sürecinden önce makarna yemiştim. Makarnadan nefretteyim. Fakaaat Deryik Hanım sayesinde daha iyi bir lezzet buldum; kuskus. Çocukluğum boyunca zorla yediğim bu garip şeyi, şimdi en şahane soslarla deniyorum. Sos demek az kalır çünkü basbayağı bir yemek eşlikçisi oluyor kuskus. Asıl olay kilit maddeyi keşfetmiş olmakta. Bu kilit madde sayesinde, krema olmadan –çünkü çok ağır oluyor- daha hafif bir lezzet elde ediyoruz. Makarna sosu aynı şekilde kaldırmıyor, sebzelerin baharatların tadı alınmıyor. Altı hamur üstü lapa bir sos gibi kalıyor. Muş. Kuskus keşfedince anladım bunu. Şimdiye dek 3 ayrı içerik geliştirdik, bravo bize!


Bir kuskus mevzusuna bu kadar güzelleme yapmamdan da anlaşılacağı gibi, evet ben yemek yemeyi çok seviyorum. Yapmayı da bu nedenle öğrenmiş olabilirim. Yemek yemek bütünüyle neşe kaynağı benim için. Güzel yemek yapan sevgili bu nedenle çekici, nasıldı o laf “Basit yaşayanlar karın doyurur, mürekkep yaşayanlar yemek yer.” İşte öyle.


Bir hafta sakin geçti, şimdi her şey yeniden hızlandı. Birikmiş kelimeler. Pencereden ışıl ışıl bir ışık. Camıma çarpan kuşlar. Parmaklarım eskisine oranla daha hızlı. Uykular daha dinlendirici.

Bloglardan sıkıldım. Yok galiba insanlardan. Bazıları hala çok özgün, çok mutluluk verici, “iyi ki var”lardan. Bazıları hep kendini tekrar, öğrenilmiş üç beş kelimeyi sürekli cümle içinde kullanma hali. Özgün bir şey, farklı bir insan tanımış olma neşesiyle iletişim kuruyorsunuz ve; hooop nakarat.

Dün ben karşıya geçerken tesadüfen devasa –hayır suhulet değil- bir vapura bindim. Kocaman camlar, geniş koltuklar. Ve martılar şenlik halindeydi. Fotoğraf çekmeye kıyamayacağım kadar güzeldi.


Yeni oyuncağım dvd player. Yepyeni filmler aldım, çok heyecanlıyım. Film indirmekten, dvd alarak/kiralayarak izlemeyi unutmuşum.


Lost. Hakikaten bu kadar keyifle izlediğim ve sevdiğim bir dizi olmadı. Sürükleyici olması bir yana, gerçekten yapılan işi de hayranlıkla izliyorum. Ayrıca da Richard’ın kimi/neyi temsil ettiğini bulduğumu düşünüyorum, çok mutluyum:) Lost demişken: http://bobiler.org/m_156967



Bu arada; Up! Gördüğüm en sahici, en etkileyici aşk filmiydi. Evet, klişeler çokça vardı. Ama hem çok güldüm, hem de ağladım. İkisi bir arada haller en çok sevdiğim. Ve bence artık hep animasyon olsun. Kötü oyunculuk, kötü ışık riski , devamlılık hataları yok. O köpekler, o tombalak yanaklı velet, afacan dennis’in komşusuna ve tabi walter mattahu'ya benzeyen amca, uçan ev, balonlar, "kevin is a girl?" sorusu, kadın ve adamın koltukları, kumbaraları -ki bizimkine pek benzettim-, çocuksuz ama mutlu aile, turuncu diken saçlı kız, "squirrel!", dug'ın sevgi gösterileri, Russel'ın izciliği, filmin tamamındaki müzikler ve kullanımları, "it's like america- but south!" komikliği, kadının hayalleri, fotoğrafları, üzerine düşünüldüğü hissedilen her bir detay… Hepsi çok güzeldi. Çok kahkaha, çok gözyaşı. Yüzlerce kere daha izlerim. Bence hayatta en güzel şey olmalı; birine âşık olmak ve onunla yaşlanmak.



Bir de ben Üsküdar’ı çok özledim, oradaki ışık bile farklı, sesler başka, adımlar değişik, hava ılıman. Bence gökyüzü bile değişik. Gece yarısına uzamış bir akşamın sonunda, Beyoğlu’ndan dönerken, vapurdan inip “oh evdeyiz” demeyi, avare yürümeyi çok özledim. Vapur saatlerini ezbere bilmeyi, iskeledeki bayiden dergi almayı özledim. Ben Üsküdar’ı çok özledim.




sakın!




Bugün;
Gül satan yapışkan teyzelerin,
Yanındaki adama, “acaba gül alacak mı” diye yan yan bakan tiplerin,
Bu yıl hatırlayacak mı kaygısıyla karın ağrısı çekenlerin,
“Aşkııııım bana hediye almışşş” diye ince ve cırtlak bir sesle zıplayarak peluş hayvanına sarılan kızların, -bu kızların bir ortak özelliği de dipboyası gelmiş bir halde gezmek, balayı fotoğraflarını facebook’a koymak, hediye olarak istediği şeyi önceden belirtmektir-
Evli olduğu için, sevgililer gününe nasıl yaklaşacağını bilemeyenlerin,
Sevgilisine olabilecek en gerzek isimleri takan -bazıları var ki kediyi öyle çağırsan dönüp bakmaz- ve "sefkilim" diye bahseden dişilerin,
Elmyra'nın hayvan sevgisi gibi, sevgilisini boğum boğum boğanların,
Kalpli ayıcıklara tapanların,
Kendi kültüründe, doğasında, alışkanlığında hiçbir şeyinde olmayan bir tüketim çılgınlığına kolayca kapılanların,
Sevgilisine kredi kartına on taksit parfüm alan adamların,
Kendisine alınan hediyeyi hatun arkadaşlarına göstermek için sabırsızlananların,
365 gün içinde, yalnızca bugün sokaklarda el ele dolaşabilecek/öpüşebilecek cesareti bulanların,
Yatağının üstüne gerzek kalpli yastıklar döşeyen az gelişmiş ergenlerin,
Akşamki yemek için kuaförde fön sırası bekleyenlerin,
“Ay ben çok karşıyım, insan sevgilisini bir gün mü hatırlar” diye eleştirdiği halde gizli gizli hediye bekleyenlerin,
Battaniye-altında-romantikkomedi-izlemek isimli klişeyi yaşamaya heves edenlerin,
Bunun yanına da illa ki sıcak çikolata ekleyenlerin; (buraya dikkat, çay çekirdek gibi basit abur cuburlar asla olmaz)
Romantik bir akşam yemeği anlayışı, mum, şarap, keman olanların,
Birbirine duvar yazısı düzeyindeki Can Dündar yazılarını fwdlayanların,
Evde bir sofra hazırlayıp iki de mum yakanların bayramı.
Doya doya kutlasınlar.

Yeri gelmişken; en saçma hediyelerin başında; parfüm ve mutfak eşyası geliyor. “Bu mikseri al karıcığım ve bana güzel kekler yap” insanı. İhtiyaç maddesi hediye olmaz çok basit bir kural bu. Bir şeyi yapıyorsunuz bari layıkıyla yapın. Evet, hemen ardından peluş hayvanları sayabiliriz. Bu devasa toz toplayıcıları kocaman dolaplarının üstüne yerleştiren süper zekâ kadınları hiçbir zaman anlayamadım. Nedir? İri, naylon, yumuşak ve tüylü şeylere mi sarılıp uyuyorlar? “Ay erkeğe hediye almak zor yaa” diye yakınan kadınların yine yine yine gömlek alması. Hayır efendim, hiçbir cinse hediye almak zor değil, belli ki karşınızdaki insan hiçbir hobi, zevk, merak, ilgi alanına sahip olmayan ilkel biri. Bir de çikolata. Amanın kalpli de olunca tadından yenmiyor:) Kendinize gelin. Kadınların alışveriş ve çikolata delisi beyinsiz bir yaratık olduğu düşüncesine neden olan bütün hemcinslerim, diziler, dergiler yanılıyor bilginiz olsun.

Gerçek sevgililere tavsiyem,
Bugün sakın evden çıkmayın. Saklanın!

sınıf başkanı

Günlerdir iki çocuğun videosu dolaşıyor internette.
Herhalde bir şey icad ettiler, bir şey var diye izledim. Sonra beyaz’a çıkmışlar internetten onu da izledim. Dayanamadım sonlara doğru, kapadım.

Bunu “yürü be, çocuğa bak, yoruma bak, helal olsun, aferin be, tepki budur” diye yorumlayan herkesin zekâsından şüphe ediyorum. Bunu çeken öğretmenin, internete koyan hasta ruhlunun insanlığından şüphe ediyorum. Buna gülebilen herkesin vicdanından şüphe ediyorum. Bunu paylaşan, dağıtan, tekrar tekrar izleyen, kendi ortamına (tv programı, facebook vb fark etmez) misafir eden herkesin ruh sağlığından şüphe ediyorum. (aynı düşüncelerim; bir kadın programında acınası durumunu paylaşan bir kadının kelimelerinden şarkı yapan, dinleyen, dinleten, sloganlaştıranlar için de geçerli)

Rica edicem, okuyan paylaşan, yayılmasına katkıda bulunan ve “aferin” diyen biri varsa bu yazıyı okuyanlar içinde, benden uzak dursun. Bu kadar kıt bir algıya sahip biriyle tek kelime paylaşmak istemiyorum. Olay anında miniklere “aferin alkış” diyen bünyeyle aynı gezegende yaşamak bile istemiyorum.

Basbayağı çocuk pornosu bu, üzerine de yoksulluk eklenmiş, acı pornosu.
İzlerken kötü olmadınız mı? İçiniz oyulur gibi? O iki çocuk, çocuk işte adı üzerinde, insan. Hani anime değil, çizgi değil, animasyon değil bir şey değil. Siz tvyi kapatınca ölmüyorlar, hayatları sürüyor. Beyniniz mi yok, kalbiniz mi yok, yoksa büsbütün kötüsünüz farkında mı değilsiniz? Hangi duyguyla izleyebiliyorsunuz, hani kendi haline şükrederek ve o kötü durumun başkasının başına geldiğine için için sevinerek mi? “Bunu da bulamayanlar var” hissiyatı mı, “herkesin başına gelebilir” insafıyla mı? “Ah yavrum erken büyümek zorunda kalmış” takdiriyle mi? İzlerken duyulan acımayla mı tatmin oluyor ruhunuz? “Pis mendilci çocuk almıyycamm aa ısrar etme” dedim insanısınız hepiniz. Nasıl bir acı fetişi bu, ne zevk alıyorsunuz? Küfreden çocuğa gülen “eşşolueşşeek de oğlum ekikiki” ilkel mağara adamı mı var içinizde? Hep birlikte mi delirdiniz nedir yani? Ruh hastası bir yetişkin gibi davranan zavallı bir çocuğun nesi komik?

Her açıdan sakat bir durum, bir de tvye çıkartılıp, “anlat çok mu fakirsiniz” muhabbeti nedir yahu?
O reytinglerinize tüküreyim ben asıl.
Hepinizin canı cehenneme.

love who you are








Ben 2010’a dün girdim, Şubat 1’de.
Güneşli ama serin Kadıköy gününde. Çünkü pırıl pırıl bir sabahtı. Ben neşeli ayçiçeği. Hop bir mucize, hop bir telefon, hop bir güzellik. Hayat cömert davranıyor. “Topla kendini” diyor. Ne yorgundum oysa. Şimdi ne güzelim. Ve bu yılın defterini nihayet edindim ve yıla 1 şubat pazartesi başladığımı yazdım.

Zor bir aydı, üzüntüler, kayıplar, hastalıklar, telaşlar, ama geride kaldı. Geçen haftaki zorunlu detoksla sonuçlanan hastalık hali, ruhen de arınmamı sağladı. Demek ki lazımdı. Hop toparlanalım, önümüzdeki maçlara bakalım.

/
Cumartesi günü.

“Sana anne diyebilir miyim been?”

Karşımdaki ses; neşeli bir ses, anaç, genç, mutlu.

Şımarık bir anımda “bana da reçeeel” diye sızlandım diye, kapıma kadar reçel. Bence kariyerini bırakıp “zarifvegüzelşeylerdükkanı” açmalı. O nasıl bir kavanoz, nasıl bir kart, nasıl bir kurdele, nasıl bir kese, nasıl bir el yazısı… Yolladığı çay bile mucizevî. Telaşla Pazar kahvaltısına yetiştirme düşüncesi annece. Üç gündür ona batıra döke saça yiyeyim diye simitle besleniyorum ben.

Ne kadar teşekkür etsem az.

/

Lost’u en baştan izlesek mi derken, 104 kadar bölüm, 70 kadar saat hesaplaması sonucu vazgeçtik. Şimdi yeni sezona hazırlanıyoruz. En sevdiğim dizi bu.

/

Özlediğim kitaplar var. Bence yetişkin olmak veya çocuksuz olmak engel değil çocuk kitapları rafı edinmeye. Çünkü benim okuduğum en güzel kitaplar onlardı. Hayır çocukluğa özlem değil bu. Küçük Vampir’i kim sevmez? Anton’la Rüdiger’in maceralarına bayılıyordum, o zavallıcık küçücük odasında, sıradan evinde pencereden gelen vampir arkadaşını beklerdi, kimsenin bilmediği maceralar yaşardı. Bir gün benim pencereme de gelir mi diye bekledim hep. Okuduğum en eğlenceli seriydi, hala da öyledir. Enid Blyton’ın kitaplarını peki? Koca bir yaz o serileri okumuştum, okumayı söktüğüm ilk yazdı çok iyi hatırlıyorum. Minik boylu sarı sayfalar. Uzun öğleden sonralar hep o kitaplarla güzelleşti. “Uyumasan da dinlen” talimatlı öğle uykularının rüyaları onlarla demlendi. Tesadüfün en güzeli, yıllar sonra o serinin filmlerinin çevirilerini yapmaktı. Okumayı bana okudukları karton masallarda Rapunzel’e baka baka sökmüştüm. Okuldan çok önceydi, ve ondan sonra en büyük eğlencem masallar oldu. Öylece okula gidince, minyonluktan sınıf atlamam da uygun görülmeyince, Cin Ali dönemim kısa sürdü, diğerleri fiş yazarken sıranın altında Grimmleri, Andersenleri ve daha nicesini o yıl okudum bitirdim. “Canı sıkılmak” deyimini bilmezdim ben. Pippi Uzunçorap’ı bile bilmiyor şimdikiler ama? Uçan Fil Dumbo’yu, Bambi’yi peki? Oz Büyücüsünü? Pıtırcık’ı kim unutabilir, Toraman’ı, Çarpım’ı, Lüplüp’ü? Hepsi arkadaşımdı benim. Pinokyo’yu? Hiç de hafife alınacak bir kahraman değildi oysa. Matilda’yı… Yoksa Çarlinin Çikolatası Fabrikasıyla mı tanıdı şimdikiler Roadl Dahl’ı? Salzburg diye bir şehrin varlığını öğrendiğim macera kitaplarını, Brezina serisini nasıl unuturum? Gittiğimde kaybolmayacak kadar canlandırmıştım gözümün önünde. Öğrendiğim tüm kent isimlerini atlasta arayıp hayallere dalardım. İki yıl okul tatilini, Jules verne’in bütün kitaplarını. Arzın merkezine seyahat, 80 Günde Devrialem, Kaptan Grant’ın çocukları, Denizler Altında 20000 Fersah… Hani kalın kaplı altın yayınlar serisi, ne severdim her birini. Tom Sawyer, Peter Pan, Gulliver, Siyah Lale, Küçük kadınlar, Küçük Prenses. O kız için az mı ağlamıştım. Her birini en az iki üç kez okurdum. Demiryolu çocukları. Kitabın ilk cümlesi dahi hala aklımda. Resimlerini çizerdim okuduğum kitapların. Kokusunu hatırlıyorum. Kapak resimleri gözümün önünde. Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisi. Gülten Dayıoğlu’nun kitapları. Yapa’nın hareketli kitapları. Doğan Kardeş dergilerini. Benim çokça vardı, yetişemediğim zamanlara ait olanlar ciltlenmiş halde. En sevdiklerimdi. Çizgi romanları, mickey’inkileri, dergileri, Donald amca’yı, Tenten’i, Red Kit’i ama en çok ve daima Asterix’i. Daha aklıma gelmeyen binlercesi. Hayal gücü yüksek bir çocuk için define sandığı gibi. Bu yüzden hiç "kitap okumak" meli malı eylemlerden biri olmadı benim için. Bunları birer birer tekrar edinmeli. Çünkü çocuk edebiyatı en güzel şey ve şimdikileri de denedim, okudum ettim, yok aynısı değil, bir şeyler eksik. Tatsız, tutsuz, bir garip.

/

Ve ruhlar arasında var olduğuna kesinlikle inandığım bir bağ. Yoksa uzun zaman üzerine düşünüp, yüksek sesle söylediğim bir cümle, nasıl gelebilir ki bir zarfın üzerine yazılıp? Gerçek mucize işte bunlar.

/

Tanıdığım güzel insanlar... Kalbi, kalbime yakınlar…
Cebimde çokça teşekkür var.

/
Hamiş: Yukarıdaki resmi hatırlayan kaleye mum diksin.