üç kalp

Son günlerde bazı alışkanlıklarım değişti benim. Mesela; vapurdan iskele verilmeden atlamıyorum artık. Telaşsız ve sakince iniyorum. Güvenlik cihazlarından geçmiyorum, hoop yandan kaytarıyorum. Vakitlice uyuyorum. Haftasonu motosiklete bile binmedim. Daha iyi, daha sağlıklı bir kız oldum.

Biz evlenirken, sadece deli gibi bir arada olmak istemiştik. Aynı evde olmak, aynı hayatı paylaşmak, aynı soyadını taşımak, aynı sabahlara uyanmak...

Sonradan geldi bir mucizeyi de aramıza katma isteği. Elele verdik, doğru zamanı bekledik.

Çatımızın altında üç kalp çarpıyor bir süredir.

Kış geldiğinde, herşey vaktiyle ilerlerse hayatta en sevdiğim insan; babasıyla aynı ayda, o üçüncü kalp de minik bir insan olarak ev halkına katılacak. Küçük bir insan. Biz iki kişinin toplamından bir etmeyi becerdik, bakalım bu yeni matematikle üç edebilecek miyiz?

Bence edeceğiz.

Şimdi, aylar önce aldığım bir anahtarı verme vakti, hıdırellezde kutlamak da gerekli, dileklerin kabulüne içten bir teşekkür etmeli.

aşk üzerine

gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

Mahrem/Elif Şafak


---
Ne kadar uzun zaman elim gitmedi okumaya. Hem korktum hayal kırıklığından, hem kıyamadım okumaya, hem de doğrusu kıskandım. Hayır, yazarı değil. Yazdığını. Kalbimin en güzel sandıklarına, sarıp sarmalayıp sakladığım, en gizli çekmecelere lavantalarla koyduğumu, raflarda, herkesin elinde gördüğümde kıskandım, hoyratça dokunacaklardan, yere düşüreceklerden. Nasıl anlatayım, hani bir elmas taş varsa elinde, onu parmağına takarsın özenle, ayakkabına takmaya kalkarsan yuvarlanır gider, onun gibi.


Sonra nihayet, bir cesaretle aldım elime, bir türlü su gibi akıp gidemedi, takıldı da takıldı. Kitap bittiğinde, hissettiğim en güçlü duygu, yazarın suratına bir yumruk atmak ve yanına düştüğüm notlarla kitabı ona geri vermekti.


Cüretkâr buldum bir kere, özellikle bu. Onun dışında, çömezin maceralarını densizce buldum, Ella tanıdık geldi, bir yahudininkine benzemeye başlayan şehir insanı yaşamını, kurallarını, köşelerini, sertliklerini, rutinlerini tipik bir şekilde yansıtmış onunla. Onun kendine yolculuğu güzeldi. Belki okuyucunun kendini özdeşleştirebilmesi için koyulmuş bir öğe. Ama ona da bir mürşid tayin etmesi ne derece adildi kestiremedim. “Çöl gülü”nün anlatıldığı bölüme benzer meselleri çok okumuşuzdur önceden, ve diğerlerini de,- kopyala yapıştır yaz-. Tarihsel hatalar var mıydı? Evet kesinlikle. Beğendiğim bölümler olmadı mı? Oldu. Ama her biri, Mesnevi'den pırıltılar taşıyan cümlelerdi ve ben onları nerede görsem severim. Kitaptan alıntılayabileceğim bütün cümleler, onlardandı zaten. Bilmeyenin, kendi kaleminin yazdığını zannedeceği cümleleri bir araya getirmiş en fazla. Elindeki elmas tozuysa, serptiğin yer neresi olsa ışıldamaz mı? Ve bence ancak, bu cevherle, kaynağında karşılaşmamış insanları büyüleyebilir. Daha önce keşfetmemişleri… Neden mi? Çünkü "Mesnevi", "dini kitaplar" reyonunda, "Aşk" ise "best seller".

Ama...

Şems'i anlatmak, onun dilinden olan biteni anlatmak? Ve tabii, Mevlana'yı? Mevlana’ya aşk sorulduğunda, “ben ol da bil” demişti, sen oldun mu da, o “aşk”ı yazıyorsun? Ve neden şimdi? Neden tasavvuf herkesin dilindeyken? Neden onu “secret” falan gibi bir şey haline getirerek? Bu denli “light” bir şey mi tasavvuf? Bütün bunları tasavvuf üstüne nasıl temellendirebilirsin? Neden bir proje yazar gibi yazdığını hissettirerek? Neden modayken? Bir inanç sistemi moda olabilir mi hem? Nasıl bir şaka bu? Bin bir gece çile çeken dervişlere haksızlık olmaz mı bu, büyükleri geçelim, hiç değilse o kitabındaki çömez gibilere? Ya da ayıp? Bu kadar ucuz, bu kadar kolay mı bu yolculuk? Binlerce dervişler geçti oralardan da, bir ona mı kaldı anlatmak bu kadar pervasızca ve kelimelerini onların yerine koyarak?


Neden böylesi bir aşkın en iyi anlatılabileceği “anadilinde” değil? Hem sonra, neden sevgililer gününde, pembe kalpli, kapağı reklâmcılara tasarlatılmış bir kitapla poz vererek? Aslında konunun anlam ve önemi düşünüldüğünde Şeb-i Aruz'u da seçebilirdi tarih olarak ama satış kitlesi için çok "in" olmayabilirdi elbette. Migros raflarına daha da yakışsın diye mi renk pembe ve yayın evi artık metis değil? Ah pardon grisini de bastın sonra değil mi? Çook dâhiyane sahiden. Diğer kitaplarındaki satır aralarında, yalnızca o dili bilenlerin anlayacağı bir gizle, baharatlandırarak anlatan yazar nerede? Mahrem'i yazan elif şafak'ın edebi nerede? Diline pelesenk ettiği “aşkın edebini” neden kendisi giymemiş? Aşkın şeriatına sığar mı bu? Röportajlarında, dünyanın bilmem neresindeki bir kuş türünü ya da ilkel bir kabileyi, günlerce onların arasında yaşayarak incelemiş gibi anlatması neden? “Ben uzaya gittim, ayda bulundum, geldim, şimdi sizlerle bütün bu deneyimleri paylaşıyorum. Evet, havada takla attım. Ortam pek tozluydu.” Peki ya, kitabı okurken de bu yapaylığı hissettirmesi? Bir konunun terminolojisine, diline hâkim olmak, onun hakkında çok okumak, onu içselleştirmek demek midir? Balık, suyu anlatabilir mi? Yanmayı, en çok ve ancak pişmişler bilmez mi?

O 40 kuralın evrensel olabileceği fikrine nereden kapılmış. Hayır hiç de değil. Şeriat kelimesi, ki sanırım bu kitaptan sonra daha az antipatik olmaya başladı önceden sosyetik ablalara yaptığı çağrışım simsiyah bir şeydi, evrensel bir kelime mi? Mevlana'ya İslam dünyasının Shakespeare'i demek, ne bileyim Diyarbakır'a buraların Paris'i demekten binlerce kat zavallıca, bunu düşünebilecek bir insan yazar olabilir mi? Nasıl zekadan yoksun bir benzetmedir bu?!

Tarihsel hatalara hiç girmiyorum. Bunu internette araştırarak da bulabilir herkes. Ve elbette çok daha derinlikli bir şekilde konuya hakim olanlar var, ama Şems ve Mevlana'nın bale gösterisi düzenler gibi sema yapmaya kalkışmadıklarını en birinci seviyedeki beyin bile biliyor olmalı. O yılların Konya'sında, aynı evde yaşayan bir kadın ve adamın başbaşa saatlerce ayet tahlili yapmaları mümkün mü yani? üstelik ayetleri iniş sırasına göre incelemek dediği şey, son elli yıllık bir metotken! Evet, o yıllarda karagöz olmamasına rağmen, Şems'in ağzından "...hayal perdesinde karagöz oynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işin kandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar." diye cümle kurması belki bir detay ama bunların binlercesi var kitapta. Fantastik bir şeyse, kurmacaysa, hayır olmadığını iddia ediyor, tarihsel bir yönü varsa, evet olduğunu iddia ediyor ama çöp. Ve tehlikeli.

Ve neden "20 ytl'ye insan-ı kâmil olmanın sırları" tavrıyla? Neden, gülben ergen'le derin derin bakarak ve şarkılar söyleyerek anlatıyor kitabını? Bence tek ortak noktaları “anne” olmaları değil de, o kadın nasıl, korkunç namelerle söyleyerek, "bu su hiç durmaz"ı kendine yakıştıramıyorsa, işte elif shafak'a da bu söylemler aynı şekilde yakışmıyor. Üstüne büyük gelen bir giysi gibi, annesinin ayakkabılarıyla bakkala giden küçük kız gibi.

Hangi arada, akademisyen hanım, ortamların “sufi ablası” kesildi de biz kaçırdık? Bir tek beni mi bıktırdı, her yerde "göçebeydim, asiydim, âşık oldum, anne oldum değiştim, kemale erdim" diye anlatması? Neden, bu kitapla, onları sosyetik ablaların çay sohbetlerine "bir kitap okudum hayatım değişti şekerim" gibi meze yapıyor? Plajda güneşlenirken, bir şezlong kitabında mı çözecekler ilahi aşkı yahu? Bir şezlongdan diğerine “enerji” yollasınlar tabi, tam olur. Nedir yani, özel davetlerde, yemek yiyen insanların etrafında "dönen" semazenlerden ne farkı kaldı acaba? Konunun özüne vakıf olmadan, onu sohbet konuna eklemek, cin olmadan adam çarpmaya benzemez mi? Bu gücü, “Siyah Süt”teki kibirli halinden mi alıyor? Hani kendini o kocaman yazarlarla bir tuttuğu, küçük ve büyük, tüm dağları ben yarattım halinden? “E tabi, Mevlana ve Şems’i de, yazsam yazsam ben yazarım” diye düşünmüş olmalı öyleyse. Ha bu türlerin genel savı olan "olsun bir kişi olsun bu kitap sayesinde merak edip mesnevi karıştırdıysa ne mutlu bana" diyorsa, ki dedi, bir o kadar da kafası karışık insana sebep olduğunu bilsin isterim. Ramazan ayında promosyon kuran-ı kerim veren gazetelerin de aynı cümleyi kurduklarını hatırlayalım. Siz Türkler nasıl diyor shafak hanım, “kaş yaparken göz çıkarmak”?

Büyüklerin aziz ruhları mutmain midir ona göre? Ne haddine düşmüş onları anlatmak? Kimden izin aldı ve dahası kimden destur aldı da yaptı bilemedim. Kırıldım, üzüldüm ne çok cümleye. Küçücük boyumla ben bile.

Evet, elbette ki kendi penceresinden, kendi şems'ini, mevlana'sını anlatmış, ama öyleyse keşke bizler okumasaydık dedim içimden. O denizden, kabı kadar alabildiği, kendine kalsaydı. Tabi niyetinin bu denli masum olduğunu düşünürsek...

Peki ya neden okudum? Hani bir bölüm vardır Leyla ile Mecnun'da, bilir misiniz? Biri gelir Mecnun'a ve der ki, işte ben falanca şehirden geliyorum leyla'yı gördüm. Mecnun da, sevincinden ne yapacağını bilemez de, ona hırkasını çıkarır verir sırtından. Adam gittikten sonra, çevresindekiler, adamın yalan söylediğini söyler mecnun'a. Mecnun'un yanıtı şahanedir; "biliyordum, doğru olsa hırkamı değil, canımı verirdim."

Eğer içinize kaçmışsa o zehir, artık kurtuluşunuz yok, burnunuz her nerede olursanız olun, onun kokusunu alacaktır. Sırf o çiçeğin sarhoşluğuyla birçok yapay bahçe de göreceksiniz, birçok diken de batacak elinize.


Ama olsun. Aşk böyle bir şey.

Hamiş: Bu yazı aylar önce yazdığım, yayınladığımı zannettiğim ama taslaklarda kaybettiğim bir yazı.

telaşlı babane

Günler harika geçiyor. Elim hala aksak ritim ama idare ediyorum, ediyoruz. Arada unutup kullanmaya kalkmasam sanırım daha çabuk iyileşecek. Çünkü geceleri içime oturan bir ağrısı oluyor.

Kitaplar okuyorum, kitaplığımda yepyeni bir boş raf var, yavaş yavaş doluyor.

Bu şahane kadının doğurmasını heyecanla bekliyorum. Telaşlı babaneler gibi dakika başı soruyorum ve o da üşenmeden yanıtlıyor. Hayır, doğuruyorum dese ne diyeceğim, ne yapacağım meçhul :)

Ve lost! 11. bölüm dehşetti. Desmond'a zaten ailecek hastayız. Şimdi 12'i merakla izleyeceğiz. Sona çok az kaldı ve gerçekten nefesimizi tutarak izliyoruz.

Amsterdam'dan gelen, "biri yüzünden değil, biriyle birlikte yaşlanmanın örneği" olduğumuzu söyleyen bir kart var başımızın ucunda...

Hayatımızı güzelleştiren şeyler pek çok.

Mesela; nisan!

Meselaaa bol bol çilekler!

Erikler bir garip, o çok ekşi olmayanlar da çıksa, kilolarca yesem diye bekliyorum.

telaşlı babane

Telaşlı babanelere döndüm. Şimdi bu şahane hamile kadın doğuracak ya, her gün bakıyorum, bir şey yazmış mı, online mı, ne yapıyor.
Hadi bakalım, göremedim ya da elbette ki meşgul o zaman üşenmiyorum, sms atıyorum, arıyorum. Doğuruyorum dese napıcam, merak ediyorum.

hayat güzel

Ben sol elle yemek yiyorum diye, kendisi de sol elle yiyen bir sevgilim var.

Hayat gerçekten güzel.

en sevdiğim elim.

Tek elle de yazı yazılabiliyormuş. Sol ele de zamanla alışılabiliyormuş. Anahtarla kapı açmak, saça toka takmak gibi eylemler aslında çok girift bir düzenin başarısıymış.

Baş parmağımın eklem noktasında bir felaket, ağrılar ağrılar. Doktorum şahane biri, teşhisler kondu, tedaviler ve tavsiyeler... Özet: el bezi sıkmak, kapı açmak... akla gelebilecek bütün hareketler bir süre iptal. Gelsin buz kompresleri, gitsin merhemler. Digitürk'ün kumandasına basıp kanal değiştiremediğim için, dvd playerda film izledim bugün, öyle söyleyeyim.

Ne acayip bir sistemimiz var, bir minik parçadaki aksama bütünü tamamen etkiliyor. Nasıl bir uyum. Hani aklıma gelmez bana sorsan ha beş parmak ha dört parmak derim. Onun şaşkınlığındayım.

E bahar geldiği için zaten işleri hafiflettim. Nisan bana öyle iyi geldi ki, hayatımda ilk defa herşeyin bir olumlu yönünü görebilmeyi başarabiliyorum. "İyi oldu bu sayede işlerimi gerçekten yavaşlatırım hem" diye düşünüyordum az önce. Zor bir durumu fırsata dönüştürecek kadar şekerpareyim.

Şimdi birikmiş yepyeni kitaplar, filmler, uzun yürüyüşler...

nisan geldi hanım

Yaşasın! Yaşasın!

Nisan geldi. Ne mutluluk. Ne güzellik. Bolluk bereket.

Son bir aydır deliler gibi çalıştım. Hep yetişmesi gereken işler. Kendi aldığım fazlaca sorumluluklar.
Ama artık bahar geldi. Sokaklara dökülme zamanı, kış uykusu bitti. Kitaplar okunmalı, yürüyüşler yapılmalı.
Daha sakin bir düzene geçtim bugünden itibaren.
Başka başka neler yaptım... Sevdiceğime kup griye denen mucizeydi yedirdim; ki bence dünyanın en harika bir şeyi. Yürüdük yürüdük vapurlara trenlere bindik. Biz treni çok seviyoruz. Daha önce o trene binip giderdi, bakardım arkasından, şimdi birlikte... Harika eski kitaplar aldık. Çok eğlenceli günler başladı. En sevdiğim mevsim; Mart-Kasım arası şahane. Yollara çıkarız artık, baharı karşılarız, hıdırellez gelsin ateş bile yakarız. Dilek listeme baktım da; durum harika.

Bugün mü olur mu yarın mı bilmem ama o ilk deli yağmur; ama yağarsa kesin ıslanın. İşte masalı da burada: http://mormermaid.blogspot.com/2009/04/nisannisannisannisan.html
Burada az önce yağdı ve yakaladım bu uğurlu damlalardan.
Ben çok mutluyum.