son-bahar


Photo: Deviantart



Yaz bitti! Geçen gece, Beşiktaş’ta, eve dönerken, yerde sarı bir yaprak gördüm.


Sonbahar!


Hüzünlü falan değil benim sonbaharım. Yaz sıcağında elime alamadığım örgülerime kavuştum yeniden. Film izleme mevsimim başladı. Kafayı yormayan sabun köpüğü filmlerden, “sanat” filmlerine geçiş. Sıcak öyle bir şey ki, insanın beynini sulandırıyor sanki, izlediğini anlayamıyorsun, ne yersen ye ağır geliyor, yığılıp kalıyorsun. En sevdiğim mevsim bu. Elimden gelse, kavanoza koyar saklarım, canım çektikçe çıkarıp yaşamak için. Ya da yaz gelince, sonbahar olan coğrafyalara göç ederim. Hem evi daha birçok seviyorum şimdi, hem sokakları. Yağmur bulaşmış kaldırımlara, daha ne isterim. Gıcırdayan tahtalarıma daha da yakışıyor bu havalar. Kapüşonlu bir şey buluyorum mor, onu giyip çıkıyorum. Soğuk havalar için çorbalar öğrendim bile, (hem ramazan da kapıda) üstünden duman çıkan, mutlu ev demek olan çorbalardan. Sıcak çikolata içeriz artık geceleri, dondurma yemek yerine.


Bu hafta yolculuğumuzda bir de hırkalar ekledik çantamıza. Duman bile daha hareketli bugünlerde, en serin köşeyi kaparak saatlerce uykuya yatmıyor artık. Bienal başladı. Tiyatro sezonu açılmak üzere. Sanat tarihi kitabı okumak için de iyi bir mevsim.



/
Tavsiye: Tatlı keman sesi eşliğinde, kadın portreleri, mutlaka görmelisiniz! Gözleriniz, siyah, Asyalı ya da Avrupalı olmayan her hangi başka bir ırktan kadın ararsa, şimdiden uyarayım, bulamayacaksınız . Yine de güzel bir kolaj, sevdiğiniz birkaç ressamdan örnekler görebilirsiniz.



Şahane sahiden.“Woman in Art” : http://www.youtube.com/watch?v=nUDIoN-_Hxs



ankara







İkindi ışığı saatlerinde uçaktaydık biz.

İnanılmaz keyifliydi. Ve ben anladım ki, havaalanlarına bayılıyorum. Sevgilim, check-in yaptırırken, bir sürü havaalanı görmeyi diledim içimden. Çok gezelim istedim.

Uçuştan bir saat kadar önce alanda olduğumuz için, elimiz cebimizde gezdik tüm havalimanını. Sürekli o şaşkınlık ve mutluluk çığlıklarımdan attım. Ne çok insan, çantalar, yetişme çabaları. Ya da tam tersi, saatlerce uçak saatini beklemekte olduğundan banklarda uyuyanlar, yere uzanmış diz üstü bilgisayarıyla internette gezenler. Paşabahçe bardakları gibi sıra sıra dizilmiş hostesler. Ki bence çok matraklar, ifadesiz yüzleri ve “nikâha giden görümce” topuzlarıyla.








Uçtuk işte biz, bu kez;

Ankara’ya…


Evet, susuz Ankara’ya bu dönemde gitmek delilikti biraz :) Herkes, Ankara’dan bir yerlere giderken, (ki belediye başkanı bile “tatile gidin” demiş ya) oraya doğru gitmek. Ama biz suyun kaynağına gidiyorduk.

Nikâh şahidimiz olan parlak fikirli dostumuz çağırmıştı... Kocaman bir su deposu bulunan evinde, pek bir su sıkıntısı çekmedik doğrusu. Kendisi küresel ısınmayı çoook önceden görmüş de bir su dükkânı açmış bulunmakta :) Önceden sinek avlarken, artık gece yarıları bile su siparişi alıyormuş.





Şaka bir yana, şehre çok acıdım. Zaten gri, zaten sisli. Kuş bakışı üzerinden geçerken bile, hani Google Earth gibi izliyoruz ya uçaktan, bir duman bulutu sanki. Bir de sular kesik. Şehir sanki kocaman bir çöplük. İnsanlar gergin ve sinirli. Kokuşuk dersem ileri gitmiş olur muyum? Toz, toz, toz ve milyarlarca küçücük sinek, yürürken gözünüze kaçmaları an meselesi.





Hafta sonuysa ve İstanbul’daysan, yapacak şey sınırsızdır. Sahil kenarına inip çekirdek çitlemek bile bulunmaz bir neşedir. Üstelik bizim sahilimizde Kız Kulesi manzarası da var :) Bir çıkıp yürürsün sıkıntın dağılır. Hele camdan bakınca deniz görmekten hiç söz etmiyorum bile.


Cumartesi’ydi, Ankara’daydık ve yapacak hiç bir şey yoktu. Öğle sıcağı geçtikten sonra çıktık yürüdük. Yürüdük, gezdik, sokaklar, birkaç tarihi yapı… Soğuk binalar. Bürokrasinin yavaşlığına çok benzeyen bir insan kalabalığı, yoran bir hava, insanın enerjisini tüketen, sıkıcı bir düzenlilik hali, simetrik sokaklar; birbirinin tıpkısı, ayırt edilecek bir farklılığı olmayan. Ha bir de anlamsız heykeller, susuzlukla dalga geçer gibi akmaya devam eden fıskiyeler… Hepsi bu. Yürürken tahmin etmeye çalıştık, “bu insanlar dışarı ne yapmak için çıkmışlar acaba?” Mesela yürüdükçe hep aynı ya da çok benzer yerlere çıkıyorsun, bir sokak keşfetmek mümkün değil, biz Kocatepe Camii’siyle üç, sahaflarla iki kez karşılaştık birkaç saatte, dahası aynı kokoş ablayı da gezi boyunca birkaç kez gördüm, çok farklı yerleri gezerken üstelik. O an içimden kaçmak geldi :)

Ankara’nın, belki tek “daha iyi” yanı, trafik sorunun olmayışı ama trafik sorununu bile seviyorum İstanbul’un ben :)

Şehir turundan elimde kalan en güzel anı; Kurtuluş Parkı’nda, sular gelir gelmez, az önce sulanmış çimlere yatarak dinlendiğimiz anlar oldu. Mır mır kediler gibi. Bilmem kaçıncı şişe suyumuzu içip, uzanıverdik çimlere. Ağaç gölgesi pek bir hoşumuza gitti.

Kaldığımız evin terası öyle sefalıydı ki, ilk kez yıldızlara bakarak, hamakta sallanarak uyumanın keyfini yaşadık. Beşik gibi. Şehir ışıkları, yıldızlar, karşımızda Ankara Kalesi, eşsiz gece ışıklandırmasıyla Anıtkabir… Hepsinden öte; gece. Karanlıkta tek ses, sallanan hamağın sesi.
Ve dönüş; ulaşımın en ileri teknolojisinden, çok daha ilkeline hızlı bir manevra.

Tren! Müzik gibi sesi, tin tin tin. Sonra yemekli vagon keyfi. Kafayı çıkarınca yüze çarpan rüzgâr, “şimdi biz nerden geçiyoruz” diye sormak gecenin bir saati…

Güzeldi.

Hamiş: Bir de, bu yolculukta bize, Maeve Binchy’nin “Aşk Mutfakta Pişer” kitabı eşlik etti. Yolculuk için, uzun plaj miskinlikleri için ideal, tavsiye olunur.









Fotoğraflar: Ben

omlet

Pazar bugün.

Pazarları seviyorum artık ben. Şimdi içime akan bir sıcaklıkla, Onun mutfakta bir şeyler hazırlamasını izlerken düşünüyorum.

Pazar’ları seviyorum artık. Büyük, uzun Pazar kahvaltılarını. Hafif sabah yürüyüşlerini, sabah mahmurluklarını seviyorum. Saati işe gidilecek bir günmüş gibi kurup, sonra kapatıp uykuya devam etmeyi seviyorum. Zıp diye yatağa atlayan Duman’la telaşsız oynamaya bayılıyorum. O, sofraya yiyeceğimiz kadar reçel, peynir getirerek mutlu oluyor. Bense kocaman peynir dilimleri görmeyi seviyorum, derin bir tabağa kavanozun yarısı kadar reçeli koyarsam seviniyorum.

Pazar günü benim için “Güneş yumurta”ya çıtır ekmek batırıp patlatmanın mutluluğu demek. Harika omletler, zeytinyağı ve domates, sosisler demek. Bütün gün Cnbc-e’deki dizi tekrarlarını izlemek demek. Simpsons’a hastayız, bir de My Name Is Earl’e. Pazar günü, kahvaltıyı Sponge Bob izleyerek yapmak demek. Kocaman kahkahalarla. Bütün bunları yapmazsak, hızla hazırlanmış hafif bir çantayla yola çıkmışız demektir. Kedimiz evde bizi bekliyor demektir.

Pazar gazetelerini de unutmamak lazım, kahvaltı üstü kahvesiyle tembel tembel onları okumak ayrı bir zevk. Her bir köşe yazarını ve bütün ekleri, bütün röportajları. Omleti zıplatıyor şimdi tavada. İlginç bir tarif bulmuş övünüyor.

Diyorum ki, “Bu omlet… şey gibi kokuyor…” yüzüme bakıyor merakla, bir şey söylememi bekliyor…“Mutlu Pazar günü gibi…”

tatil

İstanbul’un üzerinde bir buhar tabakası var sanki. Hareketlerim yavaşladı. Gün boyu su tüketiyorum durmadan, bir de dondurma.

Ben yazı sevmezdim, bu yazı sevdim. İlk haftalar sauna etkisi yaşarken, şimdi artık öğrendim. Çatı katı nasıl havalandırılır, günün hangi saati neresi güneş alır biliyorum. Kitap okuyarak, siesta yaparak geçiyor vaktim güneş tam tepedeyken. Tüm gün şezlongtayım sanki. Öyle bir huzur. Ağaç gölgesi sakinliği, trafik değil ezan sesi mutluluğu. Duman Kız gelip kulağımı ısırmasa, uyanma vaktini anlamayacağım…

Gün dönünce, hafif tarifler, salatalar, yaz tarifleri deniyorum. Buzlu çaylar hazırlıyorum, meyve salataları.

Akşam serininde sahilde yürüyoruz. Bizim gibi, dondurma seven kedimizle beraber. Sonra filmler izliyoruz.

Ben bu yaz, ilk kez kendimi tatilde gibi hissediyorum. Herkes tatil planları yaparken, ben hafta sonu uzaklaşmalarına bile üşeniyorum. Bütün derdi bacağıyla karnının aynı tonda bronzlaşması olan yaz tembellerinden farkım yok.

Ben bu yazı seviyorum.

/

Akşam izlediğimiz filmlerden bir demet:

lallalallalallaaaaaaaaaaaaaaaaaaa


http://happytreefriends.atomfilms.com/index.html

Özellikle; "Eyes Cold Lemonade" izlene!

Dr. Google


Bir mikrodalga fırınım var artık. Kendisi oldukça hassas bir cihaz. Pilav koyarsan mesela, yeni pişmiş gibi çıkabiliyor içinden. Ama yumurta haşlamaya kalkarsan, o yumurta bir molotof kokteyline dönüşebliyor.


Dr. Google’a sorarak, detaylı bir araştırma yaptığımda, kullanma kılavuzunu bile okumama gerek kalmadan, nasıl kullanacağımı öğrendim. Hatta bir takım muzur fikirler bile edindim. Misal, Cd koyup mikrodalgayı çalıştırırsam, mavi bir ışık şovu elde edermişim.
Bunu yaparken, bir an durup düşündüm de, ne çok şeyi Google’dan öğrendim meğer. Bunun artık gerçek insanlarla muhakeme etmekten çok da farklı olduğunu düşünmüyorum, çünkü birçok insanın fikrine, deneyimine, bilginin her türlüsüne ulaşmak mümkün.
Şimdiye kadar, film kritikleri, sanal sergiler, hatta okuduğum okul yüzünden yaptığım araştırmalar… Oturduğum yerden her şeyi takip edebiliyordum sahiden. Hani hakikaten de, “dünya’ya açılan pencere”den farksız.
Derken şimdi “Sararmış bir gömlek nasıl beyazlatılır?” diye bile sorabiliyorum. En güzel yönlerinden biri, gecenin bir yarısı kafaya bir şey takıldığında, hani alerji dökersin de tatlı tatlı kaşınır ya aynen onun gibi bir hisle, merak ettiğim bir şey olduğunda, bir oyuncu ismi, bir kitaptaki karakter, başını hatırlayamadığım bir şarkı… bütün bunları anında çözebilmek.


Google gerçekten, özellikle şu son 3 ay çok işime yaradı. Kafama ne takılsa, telefonla açıp sormaktan farksız bir şekilde öğrenebiliyorum. Domestik sorulara da net cevaplar veriyor.Üstelik bazı soruları, gerçek bir insana sorsanız güler. Ama Google bu konuda çok anlayışlı bir arkadaş. “Soğan doğrarken gözlerim yaşarmasın diye ne yapabilirim?” diyorum, kesinlikle üşenmeden cevap veriyor. Bunu bilmediğim için beni ayıplamıyor, hatta benim gibi bilmeyenler olduğunu da gösterip, kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Ukalalık yapmıyor, “ooo ben senin yaşındayken…” gibi triplere girmiyor.

Ne bileyim, bozuk bir elektronik nasıl tamir edilir, hafta sonu ne yapsak acaba, akşama ne pişirsem, selanik örgü nasıl yapılıyordu, gibi sonsuz soru seçeneğim var.

Dahası aynı soruyu 50 defa sorabiliyorum. “Su bazlı boyayla diğerinin farkı neydi kuzum Google?” diye, bilmem kaçıncı kez soruyorum da, yine de bana aptal demiyor. (Heh he evi boyuyoruz da!)


Ayrıca, yanıtlayamadığı soru yok!

Pazar Yürüyüşünün Ardından

Sabahın ilk saatleri, Salacak…

Rüya gibi.

Ilık bir hava, usul usul esen rüzgâr yüzümüze değerken, sabah mahmuru gözlerle denize baktık.

Bir de gelip geçenlere tabi,

İlk dikkatimi çeken, marka eşofmanlarıyla koşuyormuş gibi yapan, sarı saçlı (çıtır) bayanlar oldu. Hangi saatte uyanıp da, fönlü bir şekilde evden çıkmayı başarabilmişler anlayamadım.

Bunlar zaten formda olduklarından ve bu manzaranın keyfini birlikte çıkaracak biriyle olmadıklarından, amaçları bellidir; enerjik sportif ağabeylerle muhabbet kurmak. Bunlara dikkat etmelisiniz, incecik bir sesleri vardır ve her an ayak bileklerini burkabilir, kendilerini sizin önünüze atabilirler. Ya da, hani hiç de nasıl geçtiğini anlamaz bir edayla, saati sorabilirler. (Ben öyle anı yaşayan biriyim ki, saatten haberim yok…) Bunların bir kısmı, kulağına walkman takar, bir kısmı köpek gezdirir.


Bu kızlar genelde şu tiplere takılırlar; yine kulağında walkmaniyle, Dünyaya aldırmıyormuş da tüm meselesi koşmakmış gibi bakan cool gençlere. Sabah yalnız yürümesinden de bellidir ki, zavallıcık yalnızdır.Çift olarak gezenler de vardır. Bu türlerden kız olan, topuklu pabuç konseptindedir. Birlikte ağır ağır yürümekte, manzarayı izlemektedirler sanki. Kızın elindeki güle, çocuğun elindeki üniversite hazırlık kitaplarına dikkat lütfen :p

Dershane başlamadan buluşmak için, sabahın bu kör saatinde birliktedirler. Kızın ayakları vuracağından, bir banka oturmaları an meselesidir.


Sonra, koşmak için çıkmış “şişman teyzeler güruhu” var. Bu teyzeler, yalnız gezmez, olaya mahallecek katılırlar. Genel çıkış saatleri, “sabah namazından sonra”dır. Nefes nefese hızlı hızlı yürürken, mahalle gündemini de kritik etmekten geri kalmazlar. Burada ilginç olan, siz bir tur atıp döndüğünüzde, onları oturmuş salatalık doğrayarak, pikniğe hazırlanırken görmenizdir. Formda kalmayı başarmış, yalnız, (orta) yaşlı teyzelerse, son derece bakımlı çıkmışlardır yürüyüşe. Onları hafif allıklarından ve beyaz eşofmanlarından tanırsınız.


Bu teyzelerin mukabil ve muadili olan “yaş yetmiş iş bitmemiş” amcalar vardır ki, gülmekten öldürürler insanı. Kollarını iki yana açarak, doğduklarından beri spor yaparmış da, bu üçgen vücutlarını ona borçluymuş gibi yapar, bu yürüyüşü bir atletle yaparak göz zevkinizi bozarlar. Ama bu bakımlı ve şık teyzeler onlara bakmazlar.


Biz de kıyıdaki teknelere bakıp, amcalardan birine nasıl kiralanır sorup, denize açılma hayali kurarak, bu yürüyüş klişelerine kapılmış olduk. Bir de tabi hemen o an, “biz bunu her sabah yapalım” falan da dedik…


Ama hangi gruba giriyorduk biliyor musunuz?

Arada romantik takılan, “deniz hiçbir yerde buradaki gibi değil” diyen, Kız Kulesi'ne bakıp elele yürüyen, yakalamaç oynayan, arada da etraftakileri gözlemleyip kikirdeyen genç çift. Bizi, "tıpkısının aynısı" spor ayakkabılarımızdan ve aynı renk giyimlerimizden tanıyabilirsiniz.


(Öff, çok banaliz biliyorum)



Fotoğraf: Ben

Duman Kız



“İmkansız şey

şiir yazmak

aşıksan eğer
ve yazamamak aylardan nisansa”


Orhan Veli.




Bahar geldi. Mart’ta doğdum ben. Yılın bu zamanı en sevdiğim aylardır. Bahar temizliği yapmak için ideal zamanlar. Çıkıp sahilde yürümek için. Kıştan kalma hüzünleri havalandırmak için. Kedi edinmek için ama en çok…Kediler yerleşik hayatın simgesidir. Çünkü ev nedir bilir kediler. Evin yolunu bulurlar, ne kadar uzağa bırakılırlarsa bırakılsınlar. Geri döner, gelirler. Bir tek kez, bir tek yeri ev bellerler ve hiç unutmazlar. Dahası, bir kediniz varsa, sizin de dönecek bir eviniz var demektir. Evde bekleyeniniz, yolunuzu gözleyeniniz…

Kitaplara en çok yakışan canlıdır onlar. Örgü şişlerine, sallanan sandalyelere, yüksek tavanlı evlere, daktilolara, çatı katlarına… Karakterleri vardır sonra. Muzur ve şakacıdırlar. Karşılıksız sevgiyi bilirler. Dediğim dediktirler. Koyduğunuz yemeği, kendileri isteyince, kendileri istedikleri kadar yer onlar. Terliklerinizi getirecek kadar eğitemezsiniz ama terliğinizin içinde uyuyuverebilirler.

Bir kediye sahip olamazsınız, kedi sizi sahiplenmedikçe.




Ben (Shrek filminde de bize göz kırpan) Çizmeli Kedi’yi, bir de Garfield’ı tanırdım yakından. O da kitaplardan. Oya Baydar’ın “Kedi Mektupları” kitabını okumuştum sonra. Birbirlerinden uzak olan, arkadaş kedilerin, birbirlerine yazdıkları ve insanlara koku bırakarak yolladıkları mektuplardan oluşuyordu. Kedi hayaliyle okumuştum onu da, ama hiç kedim olmadı.

Şimdi, duman renkli bir kedi kız kalbime girdi, evime yerleşti. Uslu bir balık burcu kızı kendisi. Yazı yazarken, film seyrederken, yemek yaparken gelip sokuluyor. Evden ayrılırken arkamdan ağlıyor, gelir gelmez hopluyor ama son derece cool bir ifade takınarak. Ben bu duman kızı çok seviyorum.




“Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu sonyıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa birdeliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri biryerde, bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerincekatıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işesanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, okatın uykusunu yaşarlar.”


Bilge Karasu




Fotoğraflar: ben

Öğrenci Evi Nedir?

Öğrenci evleri; sakinlerinin, her konuda son derece rahat oldukları evlerdir. Ortada bırakılan bir havlu ya da toplanmayan bir sofra asla mesele edilmez. Dahası yeniden kurmak derdi yok diye sevinilerek başına geçilir.

Buzdolabının üstünde bulaşık ve çamaşırlarla ilgili bir liste vardır. Benim gördüğüm liste o kadar eskiydi ki, listedeki isimler artık o evde yaşamıyorlardı. Hem bizde pazarlık yapmak hep vardır ya bilirsiniz, “çok yorgunum sen benim sıramı al, ben de senin yerine yarın akşam yıkarım olur mu?”
Ortada bulunan her şey; sigara, pil ve benzerleri özellikle, kesinlikle kamu malıdır. Üzerinde hak iddia etmek yersizdir.

Faturalar, vaktinde ödenmesi şart olan şeyler değildir mesela, rahat olun. Para zaten çok dikkatli harcanması gereken bir şeydir ve fatura mümkün olan en geç tarihte ödenir.

Temizlik günü olarak belirlenmiş güne riayet edildiği görülmemiştir. En sonunda biri, salonda koltuğu bulamadığında olaya müdahale eder. Eğer yetişilecek bir ders, ya da acil bir iş yoksa kimse sabahları uyandırılmamalıdır. Yayılmak serbesttir. Öğrenci evi; akşam pişirilecek diye ıslatılan nohutun ancak filizlenmek üzereyken pişirilebildiği evdir. (Ben, kendim, bizzat gördüm!)

Bugün, benim de ıslanacak nohutlarım, kuruyacak çamaşırlarım var.

Güneş yokken de gezebildiğim yerleri yazmak isterdim. Sokak lambalarının, Salacak’a nasıl da yakıştığını ilk kez gördüm. Bankta oturup, Kız Kulesini izledim. İstiklal’den aşağı karanlıkta ilk kez yürüdüm, hem de korkmadan. Yol arkadaşım, yorulunca dinlenilecek durakları iyi biliyor. O bir gezgin, geceler ve sokakları, onlar da onu biliyor. Ben uzun yürüyemezdim. Üşengeç bir balıktım ben.

Ne diyordum...Evdeyim bugün, evde ses olsun diye neden televizyon açtıklarını anladım... Kumandaya bastım, sessizlik yerine ses istediğimi fark edince. Şahan’ın taklidini yaptığı teyzelerin, gerçek olduğunu tespit ettim. Kadın programları bitmek bilmiyor. “Program teyzeleri” her konuda ahkâm kesebiliyor.

Bir de, ayrılan, barışan ünlü güruhu var. Bunlar da “televizyon aracılığıyla” seslerini duyuruyorlarmış. Cevap hakkı doğan karşı taraf, anında bağlanıyor da, Allah’tan, mesele açıklığa kavuşturuluyor. Sonracığıma, “yetkililere” seslenenler var. Televizyonu şikâyet kutusu zannedenler. Yemek tarifleri kuşağı diye de bir kuşak var sanırsam.

Evde olmak yaradı walla...

İnce Elek







Evliliğe ve evime alışarak geçiyor günlerim. Bu çok başka bir keyif. Her şeyin senin yerine düşünüldüğü sistemden çok farklı. Kendi yemeğini yapmak, kendi çamaşırını yıkamak...

Kanepenin üzerine bıraktığım montumun, ben kaldırmazsam kalkmayacağını anlamam birkaç günümü aldı. Her konuyu iki kişilik düşünmeyi öğrenmekse, daha çok zamanımı…En ilginci, kurallar içinde yaşarken önceden, şimdi kural koyucu olmak. Akşam yemeği kaçta yenecek, alışveriş ne zaman yapılacak gibi şeylere beraber karar vermek.

Yapmaktan hiç hoşlanmayacağımı düşündüğüm şeyleri, zevkle ve hevesle yapıyorum şimdi. Evde beni kocaman bulaşıklar, yıkanacak çamaşırlar beklese bile, koşarak geliyorum. Çünkü orası benim evim.Takıntılarımı, gereksiz alışkanlıklarımı kapıda bıraktım sonra. Gece kremimi sürmezsem uyku tutmayan ben, beyaz sabunun keyfini çıkarıyorum. Kozmetik kullanmıyorum. Sigara dumanından rahatsız olmuyorum. Sadeleşiyorum.

Beyim kişisi her gün beni şaşırtacak bir şey yapmayı başarıyor. Geçen gün soda kapağını ağzıyla açtı. Açacak getirmeye yeltenmişken, öylece bakakaldım. Oldukça becerikli ama kabul etmese de sakar! İlk haftadan yemek takımımız bozuldu, (artık 10 kişilik ne yazık ki). Ben de ona rahatça kırabileceği tabaklar, bardaklar aldım.

Çeşitli icatları var. Evdeki televizyona anten olarak, ‘kinder sürpriz’ jelatini taktı mesela. İnternet bağlatmadan önce gece çatıya çıkabiliyordu, kablosuz internet bulmak için. Şimdi de telefon bağlamadan, modemi bağlayıverdı eve.

Bir gezginle yaşamak böyle bir şey demek… Onun için her şey halledilebilir ve her şeye çözüm bulunabilir. Hiçbir şey imkânsız değil. Bazen, beceremediğimde her hangi bir şeyi telaşa kapılıyorum ben, sakinliğini telaşıma bulaştırıp gidiyor.

Neydi o şiir, onun gibi…

“beni ne yap biliyor musun
beni yont beni arıt beni ayıkla”

*Sevgili okuyucu, içinden, “İyi ki evlendin, yaz yaz bitiremedin” diyorsun belki. Yeni bir kitap okuyorum. Yeni bir film. Yeni bir şiir. Yeni bir ülke keşfediyorum...

*İnce elek/Metin Eloğlu

Bu Evimde Çok Gökyüzü Var


Evim çatı katında.


Deniz görüyor. Penceremin kenarına oturdum şimdi, elimde kahve. O çok sevdiğim takımlarla hani. Kahve yudumluyorum. Gözlerimde önce pencere önü mor menekşelerimiz, sonra deniz.


Rengarenk perdelerim var benim. Yürürken tıkırdayan yerlerim.


Başımı koyduğum bir omuz var sonra.


Burası benim evim.


Sevgili okuyucu,


Bütün masalı baştan yazmak isterdim. Nasıl tanıştığımızı, onun kararlılığını, benim inadımı anlatmak isterdim. Nikaha geciktiğinde nasıl da korktuğumu, gene de kahkahalarımın gelin bekleme odasının duvarlarında nasıl çınladığını anlatmak isterdim.


Ben bilmezdim bütün bunları. Sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlamayı, akşam beraber tv izlemenin mutluluğunu, zil çalınca koşarak gidip açmayı.


Ne kadar uzakmışım meğer, tedirgin olmadan uyumaktan. Huzurlu ve sakin olmaktan.


Hoplaya zıplaya giden bir gelin oldum ben. Şimdiye kadar klişe bulduğum şeyleri ardı ardına yapıyorum. Birazdan çamaşırlar asılacak misal, akşama da ne pişirsem diyorum.


Herkes bilsin istedim;


ben ev-len-dim!


'Sözlerime gülecek kadar yakınıma hoş geldin

ne yakınmış meğer, aşk yüzünü güldürsün

kocadığında dedikleri gün!

Aynalara yeniden hevesim geldi,

güldürdüğün yüzümü göresim geldi!

Pek sevindirdin de ben,

bıraktım dünyanın işini bu dünyaya:

Kutsal bir işim var dedim,

Tanrının sevdiği bir iş: Seni sevmektir görevim.'


Haydar Ergülen