otuzekim



"Geldin, değiştirdin tüm anılarımı..."
Cemal Süreya

/

Sevgilim,
Aşığım sana.
Bir yıl önce bugün, umutsuzdum.
Yalnız uyuyordum, yalnız uyanıyordum.
Neydi o şarkıdaki gibi "Kahvaltım anlamsızdı/Sensiz olmaz, sensiz olmaz/İlk sigaram bile tatsızdı/Sensiz olmaz..."
Bir yıl önce bugün, beni yaşamam için bekleyen, bu mutlu hayattan habersizdim.
Öylece bekliyordum, neyi olduğunu bilmeden.
Yemek pişirmeyi, ütü yapmayı ve bunların zevkli şeyler olduğunu bilmiyordum.
Severek, paylaşarak yaşanan hayatın ne harika olabileceğine dair bir fikrim yoktu.
Kalabalıklarım vardı lüzumsuz, içimde bir sürü ses, kulak tıkayamadığım.
Sen gelene dek,
bir bir sustu içimdeki tüm sesler, bir sen kaldın.
Bir yıl önce bugün,
bir evim yoktu benim, sadece kırık dökük bir çatı, altında gider ayak duruverdiğim.
Yaralarım vardı, sabırsız ve telaşlıydım.
Ağrılarım vardı, sebeplerini bilmediğim.
Sonra sen geldin, bahar gibi sevgilim!
Öyle çok sevdim ki seni, kendi gücüme şaştım çoğu zaman.
Bir insanı, bir mevsimi özler gibi, istanbul'u özler gibi özlemeyi öğrendim.
Bu aşkla ben iyileştim, güzelleştim, kendimi buldum, kendimi sever oldum.
Trene binip gittiğinde, arkandan nasıl bakardım, içim acıyarak. O otobusün ardından el sallarken sana, "bi' daha beni böyle bırakıp gitme" dedim;
gitmedin.
İyi ki.
Bütün yolları birlikte gidiyoruz. Gündüzüm, gecelerim, akşam telaşım, sonsuz şımarma hakkım, istediğim her şeyi gerçekleştirebilen kahramanım, beyaz atlı pirensim, sabah mahmurluğumsun.
Her şeyim.
Elimizi kalbimize koyarak uyurken, şimdi, kalbim senin elinde dünyanın en huzurlu uykularını uyuyorum.
Her gün, uyandığımda yanımda bulduğum için seni, şükrederek.
Senin benden ayrı bir varlık olduğuna bile inanamıyorum. Bensin çünkü sen, öyle içimdesin ki...
Seni seviyorum.
Hep daha fazla.
Hep artanım, hiç eksilmeyenim oldun benim.
Seni seviyorum, bunu anlatmak için kelimeler yetmiyor.
İstesen benden, kalbimi çıkarıp ellerine verebilirim, anlaman için.
Seni seviyorum.
Bu eşsiz yıl için ve daha yaşayacaklarımız yıllar için minnettarım sevgilim.
Seni seviyorum aşkım!

yıldıztozu




"i know that love is unconditional. but i also know that it can be unpredictable, unexpected, uncontrollable, unbearable and strangely easy to mistake for loathing, and... what i'm trying to say, tristan is... i think i love you. is this love, tristan? i never imagined i'd know it for myself. my heart... it feels like my chest can barely contain it. like it's trying to escape because it doesn't belong to me any more. it belongs to you. and if you wanted it, i'd wish for nothing in exchange - no fits. no goods. no demonstrations of devotion. nothing but knowing you loved me too. just your heart, in exchange for mine"

Dedi, esas kız, filmde.


Masal seven balık burcu kızına, görsel bir masal. Ben bunu seviyorum. Ne kadar filmekimini iple çeksem de falan filan, masal dendi mi akan sular duruyor. Hiç bitmesin istiyorum. Hayal gücü en sevdiğim ve en iyi oyuncağımdı çocukken, birazını şimdiye taşıyabildiğimi düşünüyorum.

Kitap nasıldı, filme nasıl aktarıldı düşünmesek de olur. Kitap ayrı bir güzellikti, filmse daha başka bir güzellik olmuş. Tadını çıkarmalı.

Çok çok keyifliydi, sesler, renkler, müzikleeeer...

Griler giymiş yıldız kız, cadılar, güzeller güzeli mişel fayfır, şımarık kız victoria, olağanüstü korsan robert de niro (sadece onu izlemek için bile filme gidilebilir), ölü prenslerin geyikleri, peri kızı, duvardaki gedik, gediğin bekçisi, krallık için sönen entrikalar, hepsinden daha çok aşk-masalın ta kendisi...
Elele tutuşarak film izlemek, akşam saati sinemaya gitmiş olmanın zevki. Saate bakmadan, eve yetişme derdi olmadan.

Keyifti film baştan aşağı. Kış kıyısında bahar neşesi. Çıkışta, zihinde, yıldızlardan, geceden, "mutlu mutlu yaşadılar" başka bir şey kalmıyor, kesinlikle!
Film bitip de, yazılar akarken çalan şarkı dilimde:

-Yeah you and me
we can ride on a star
If you stay with me girl
We can rule the world
Yeah you and me, We can rule the world-

-Take That/Rule The World-

gaiman


"have you ever been in love? horrible isn't it? it makes you so vulnerable. it opens your chest and it opens your heart and it means that someone can get inside you and mess you up. you build up these defenses, you build this whole suit of armor, so that nothing can hurt you, then one stupid person, no different from any other stupid person, wanders into your stupid life. you give them a piece of you. they didn't ask for it. they do something dumb one day, like kiss you or smile at you, and then your life isn't your own any more. love takes hostages. it gets inside you. it eats you out and leaves you crying in the darkness, so simple a phrase like 'maybe we should be just friends' turns into a glass splinter working its way into your heart. it hurts. not just in the imagination. not just in the mind. it's a soul-hurt, a real gets-inside-you-and-rips-you-apart pain. i hate love”


-neil gaiman-


---


böyle dio kaçık adam, güzel bir kaç gün, sakin, huzurlu, Da Vinci'nin şifresini izlemek-nihayet, 2 cd olduğunda genelde cd değişiminde uyuyakalma hali, "ehi bu film tek cd uyumazsın hem" diye dalgaya konu olmak, gene de uyuyakalmak, üstelik film de sarmıştı, ama ev sıcacık, battaniye süper, teni ısıtan sevgi anlatılmaz, ben uyumayayım da kim uyusun:)? ...Vee Need For Speed Carbon oynamak, virajları alamamak, pek de becerememek, saatlerini ps2 oynayarak geçiren sevgiliyi anlamak, yeni bir iş, takım elbise telaşı, nasıl ütülicem kaygısı, sonra dün gece; istanbul'da olmanın güzelliği, gece yarısı olsa bile, bi' adım ötede, sevdiğimiz büfe, birer sosisli, kız kulesi manzarası, Duman'ı gezdirme neşesi.





Fotoğraf: deviantart

yağmur yağmur

haftasonu, gez-toz, kadıköy, bahariye, baylan'a gideliiim, ps2 oynarken sabahlayan sevdiceke trip yapma, yağmurda çatıda gezen yaramaz kedi, blog yazmak eğlenceli bşy mi denemek, yağmur yağmur, battaniye altında kitap okumak, neskafe içmek, iyi ki çorba diye bir şey var, bu kış üşümüyorum ben, yemek kokan ev, bu kedi iki saattir nerde gezmekte merak, örgü örgü, iki ters bi düz, mor mor yünler, yumuşacık, sıcacık, soba karşısı zevki, pastırma yazının da bitişi, artık kış, en sevdiğim mevsim, kat kat giyinip yürümek, haftasonu kışlıkları indirmek, anıları toplamak, bir kutuda, fotoğraflar, biletler, yazılar, notlar, anı biriktiriciyim ben, ayak izi kaydedicisi, sonra havada buhar yapan nefesin, cama kalp çizmenin mutluluğu, tembellik yapmanın dayanılmaz hafifliği...

böyle bir kaç gün.

sesdeneme

Ses deneme…

Bir… Kiii…

:)


Arşivdeki yazılarımı düzenledim, bir isim aldım, şablon, renkler seçtim.

Yeniden basmaya başladı klavyeye parmaklarım.

Evet ben de blog yazarı oldum:)

son-bahar


Photo: Deviantart



Yaz bitti! Geçen gece, Beşiktaş’ta, eve dönerken, yerde sarı bir yaprak gördüm.


Sonbahar!


Hüzünlü falan değil benim sonbaharım. Yaz sıcağında elime alamadığım örgülerime kavuştum yeniden. Film izleme mevsimim başladı. Kafayı yormayan sabun köpüğü filmlerden, “sanat” filmlerine geçiş. Sıcak öyle bir şey ki, insanın beynini sulandırıyor sanki, izlediğini anlayamıyorsun, ne yersen ye ağır geliyor, yığılıp kalıyorsun. En sevdiğim mevsim bu. Elimden gelse, kavanoza koyar saklarım, canım çektikçe çıkarıp yaşamak için. Ya da yaz gelince, sonbahar olan coğrafyalara göç ederim. Hem evi daha birçok seviyorum şimdi, hem sokakları. Yağmur bulaşmış kaldırımlara, daha ne isterim. Gıcırdayan tahtalarıma daha da yakışıyor bu havalar. Kapüşonlu bir şey buluyorum mor, onu giyip çıkıyorum. Soğuk havalar için çorbalar öğrendim bile, (hem ramazan da kapıda) üstünden duman çıkan, mutlu ev demek olan çorbalardan. Sıcak çikolata içeriz artık geceleri, dondurma yemek yerine.


Bu hafta yolculuğumuzda bir de hırkalar ekledik çantamıza. Duman bile daha hareketli bugünlerde, en serin köşeyi kaparak saatlerce uykuya yatmıyor artık. Bienal başladı. Tiyatro sezonu açılmak üzere. Sanat tarihi kitabı okumak için de iyi bir mevsim.



/
Tavsiye: Tatlı keman sesi eşliğinde, kadın portreleri, mutlaka görmelisiniz! Gözleriniz, siyah, Asyalı ya da Avrupalı olmayan her hangi başka bir ırktan kadın ararsa, şimdiden uyarayım, bulamayacaksınız . Yine de güzel bir kolaj, sevdiğiniz birkaç ressamdan örnekler görebilirsiniz.



Şahane sahiden.“Woman in Art” : http://www.youtube.com/watch?v=nUDIoN-_Hxs



ankara







İkindi ışığı saatlerinde uçaktaydık biz.

İnanılmaz keyifliydi. Ve ben anladım ki, havaalanlarına bayılıyorum. Sevgilim, check-in yaptırırken, bir sürü havaalanı görmeyi diledim içimden. Çok gezelim istedim.

Uçuştan bir saat kadar önce alanda olduğumuz için, elimiz cebimizde gezdik tüm havalimanını. Sürekli o şaşkınlık ve mutluluk çığlıklarımdan attım. Ne çok insan, çantalar, yetişme çabaları. Ya da tam tersi, saatlerce uçak saatini beklemekte olduğundan banklarda uyuyanlar, yere uzanmış diz üstü bilgisayarıyla internette gezenler. Paşabahçe bardakları gibi sıra sıra dizilmiş hostesler. Ki bence çok matraklar, ifadesiz yüzleri ve “nikâha giden görümce” topuzlarıyla.








Uçtuk işte biz, bu kez;

Ankara’ya…


Evet, susuz Ankara’ya bu dönemde gitmek delilikti biraz :) Herkes, Ankara’dan bir yerlere giderken, (ki belediye başkanı bile “tatile gidin” demiş ya) oraya doğru gitmek. Ama biz suyun kaynağına gidiyorduk.

Nikâh şahidimiz olan parlak fikirli dostumuz çağırmıştı... Kocaman bir su deposu bulunan evinde, pek bir su sıkıntısı çekmedik doğrusu. Kendisi küresel ısınmayı çoook önceden görmüş de bir su dükkânı açmış bulunmakta :) Önceden sinek avlarken, artık gece yarıları bile su siparişi alıyormuş.





Şaka bir yana, şehre çok acıdım. Zaten gri, zaten sisli. Kuş bakışı üzerinden geçerken bile, hani Google Earth gibi izliyoruz ya uçaktan, bir duman bulutu sanki. Bir de sular kesik. Şehir sanki kocaman bir çöplük. İnsanlar gergin ve sinirli. Kokuşuk dersem ileri gitmiş olur muyum? Toz, toz, toz ve milyarlarca küçücük sinek, yürürken gözünüze kaçmaları an meselesi.





Hafta sonuysa ve İstanbul’daysan, yapacak şey sınırsızdır. Sahil kenarına inip çekirdek çitlemek bile bulunmaz bir neşedir. Üstelik bizim sahilimizde Kız Kulesi manzarası da var :) Bir çıkıp yürürsün sıkıntın dağılır. Hele camdan bakınca deniz görmekten hiç söz etmiyorum bile.


Cumartesi’ydi, Ankara’daydık ve yapacak hiç bir şey yoktu. Öğle sıcağı geçtikten sonra çıktık yürüdük. Yürüdük, gezdik, sokaklar, birkaç tarihi yapı… Soğuk binalar. Bürokrasinin yavaşlığına çok benzeyen bir insan kalabalığı, yoran bir hava, insanın enerjisini tüketen, sıkıcı bir düzenlilik hali, simetrik sokaklar; birbirinin tıpkısı, ayırt edilecek bir farklılığı olmayan. Ha bir de anlamsız heykeller, susuzlukla dalga geçer gibi akmaya devam eden fıskiyeler… Hepsi bu. Yürürken tahmin etmeye çalıştık, “bu insanlar dışarı ne yapmak için çıkmışlar acaba?” Mesela yürüdükçe hep aynı ya da çok benzer yerlere çıkıyorsun, bir sokak keşfetmek mümkün değil, biz Kocatepe Camii’siyle üç, sahaflarla iki kez karşılaştık birkaç saatte, dahası aynı kokoş ablayı da gezi boyunca birkaç kez gördüm, çok farklı yerleri gezerken üstelik. O an içimden kaçmak geldi :)

Ankara’nın, belki tek “daha iyi” yanı, trafik sorunun olmayışı ama trafik sorununu bile seviyorum İstanbul’un ben :)

Şehir turundan elimde kalan en güzel anı; Kurtuluş Parkı’nda, sular gelir gelmez, az önce sulanmış çimlere yatarak dinlendiğimiz anlar oldu. Mır mır kediler gibi. Bilmem kaçıncı şişe suyumuzu içip, uzanıverdik çimlere. Ağaç gölgesi pek bir hoşumuza gitti.

Kaldığımız evin terası öyle sefalıydı ki, ilk kez yıldızlara bakarak, hamakta sallanarak uyumanın keyfini yaşadık. Beşik gibi. Şehir ışıkları, yıldızlar, karşımızda Ankara Kalesi, eşsiz gece ışıklandırmasıyla Anıtkabir… Hepsinden öte; gece. Karanlıkta tek ses, sallanan hamağın sesi.
Ve dönüş; ulaşımın en ileri teknolojisinden, çok daha ilkeline hızlı bir manevra.

Tren! Müzik gibi sesi, tin tin tin. Sonra yemekli vagon keyfi. Kafayı çıkarınca yüze çarpan rüzgâr, “şimdi biz nerden geçiyoruz” diye sormak gecenin bir saati…

Güzeldi.

Hamiş: Bir de, bu yolculukta bize, Maeve Binchy’nin “Aşk Mutfakta Pişer” kitabı eşlik etti. Yolculuk için, uzun plaj miskinlikleri için ideal, tavsiye olunur.









Fotoğraflar: Ben

omlet

Pazar bugün.

Pazarları seviyorum artık ben. Şimdi içime akan bir sıcaklıkla, Onun mutfakta bir şeyler hazırlamasını izlerken düşünüyorum.

Pazar’ları seviyorum artık. Büyük, uzun Pazar kahvaltılarını. Hafif sabah yürüyüşlerini, sabah mahmurluklarını seviyorum. Saati işe gidilecek bir günmüş gibi kurup, sonra kapatıp uykuya devam etmeyi seviyorum. Zıp diye yatağa atlayan Duman’la telaşsız oynamaya bayılıyorum. O, sofraya yiyeceğimiz kadar reçel, peynir getirerek mutlu oluyor. Bense kocaman peynir dilimleri görmeyi seviyorum, derin bir tabağa kavanozun yarısı kadar reçeli koyarsam seviniyorum.

Pazar günü benim için “Güneş yumurta”ya çıtır ekmek batırıp patlatmanın mutluluğu demek. Harika omletler, zeytinyağı ve domates, sosisler demek. Bütün gün Cnbc-e’deki dizi tekrarlarını izlemek demek. Simpsons’a hastayız, bir de My Name Is Earl’e. Pazar günü, kahvaltıyı Sponge Bob izleyerek yapmak demek. Kocaman kahkahalarla. Bütün bunları yapmazsak, hızla hazırlanmış hafif bir çantayla yola çıkmışız demektir. Kedimiz evde bizi bekliyor demektir.

Pazar gazetelerini de unutmamak lazım, kahvaltı üstü kahvesiyle tembel tembel onları okumak ayrı bir zevk. Her bir köşe yazarını ve bütün ekleri, bütün röportajları. Omleti zıplatıyor şimdi tavada. İlginç bir tarif bulmuş övünüyor.

Diyorum ki, “Bu omlet… şey gibi kokuyor…” yüzüme bakıyor merakla, bir şey söylememi bekliyor…“Mutlu Pazar günü gibi…”

tatil

İstanbul’un üzerinde bir buhar tabakası var sanki. Hareketlerim yavaşladı. Gün boyu su tüketiyorum durmadan, bir de dondurma.

Ben yazı sevmezdim, bu yazı sevdim. İlk haftalar sauna etkisi yaşarken, şimdi artık öğrendim. Çatı katı nasıl havalandırılır, günün hangi saati neresi güneş alır biliyorum. Kitap okuyarak, siesta yaparak geçiyor vaktim güneş tam tepedeyken. Tüm gün şezlongtayım sanki. Öyle bir huzur. Ağaç gölgesi sakinliği, trafik değil ezan sesi mutluluğu. Duman Kız gelip kulağımı ısırmasa, uyanma vaktini anlamayacağım…

Gün dönünce, hafif tarifler, salatalar, yaz tarifleri deniyorum. Buzlu çaylar hazırlıyorum, meyve salataları.

Akşam serininde sahilde yürüyoruz. Bizim gibi, dondurma seven kedimizle beraber. Sonra filmler izliyoruz.

Ben bu yaz, ilk kez kendimi tatilde gibi hissediyorum. Herkes tatil planları yaparken, ben hafta sonu uzaklaşmalarına bile üşeniyorum. Bütün derdi bacağıyla karnının aynı tonda bronzlaşması olan yaz tembellerinden farkım yok.

Ben bu yazı seviyorum.

/

Akşam izlediğimiz filmlerden bir demet:

lallalallalallaaaaaaaaaaaaaaaaaaa


http://happytreefriends.atomfilms.com/index.html

Özellikle; "Eyes Cold Lemonade" izlene!

Dr. Google


Bir mikrodalga fırınım var artık. Kendisi oldukça hassas bir cihaz. Pilav koyarsan mesela, yeni pişmiş gibi çıkabiliyor içinden. Ama yumurta haşlamaya kalkarsan, o yumurta bir molotof kokteyline dönüşebliyor.


Dr. Google’a sorarak, detaylı bir araştırma yaptığımda, kullanma kılavuzunu bile okumama gerek kalmadan, nasıl kullanacağımı öğrendim. Hatta bir takım muzur fikirler bile edindim. Misal, Cd koyup mikrodalgayı çalıştırırsam, mavi bir ışık şovu elde edermişim.
Bunu yaparken, bir an durup düşündüm de, ne çok şeyi Google’dan öğrendim meğer. Bunun artık gerçek insanlarla muhakeme etmekten çok da farklı olduğunu düşünmüyorum, çünkü birçok insanın fikrine, deneyimine, bilginin her türlüsüne ulaşmak mümkün.
Şimdiye kadar, film kritikleri, sanal sergiler, hatta okuduğum okul yüzünden yaptığım araştırmalar… Oturduğum yerden her şeyi takip edebiliyordum sahiden. Hani hakikaten de, “dünya’ya açılan pencere”den farksız.
Derken şimdi “Sararmış bir gömlek nasıl beyazlatılır?” diye bile sorabiliyorum. En güzel yönlerinden biri, gecenin bir yarısı kafaya bir şey takıldığında, hani alerji dökersin de tatlı tatlı kaşınır ya aynen onun gibi bir hisle, merak ettiğim bir şey olduğunda, bir oyuncu ismi, bir kitaptaki karakter, başını hatırlayamadığım bir şarkı… bütün bunları anında çözebilmek.


Google gerçekten, özellikle şu son 3 ay çok işime yaradı. Kafama ne takılsa, telefonla açıp sormaktan farksız bir şekilde öğrenebiliyorum. Domestik sorulara da net cevaplar veriyor.Üstelik bazı soruları, gerçek bir insana sorsanız güler. Ama Google bu konuda çok anlayışlı bir arkadaş. “Soğan doğrarken gözlerim yaşarmasın diye ne yapabilirim?” diyorum, kesinlikle üşenmeden cevap veriyor. Bunu bilmediğim için beni ayıplamıyor, hatta benim gibi bilmeyenler olduğunu da gösterip, kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Ukalalık yapmıyor, “ooo ben senin yaşındayken…” gibi triplere girmiyor.

Ne bileyim, bozuk bir elektronik nasıl tamir edilir, hafta sonu ne yapsak acaba, akşama ne pişirsem, selanik örgü nasıl yapılıyordu, gibi sonsuz soru seçeneğim var.

Dahası aynı soruyu 50 defa sorabiliyorum. “Su bazlı boyayla diğerinin farkı neydi kuzum Google?” diye, bilmem kaçıncı kez soruyorum da, yine de bana aptal demiyor. (Heh he evi boyuyoruz da!)


Ayrıca, yanıtlayamadığı soru yok!