200809




* Fringe izliyoruz, evet lost gibi değil, evet zaman zaman bayıyor, evet belli bir "düzen" içerisinde ilerliyor ama yine de fena değil.

Ve sırayla tim burton filmleri, bazıları ilk kez, bazıları yeniden.

* Dün, battaniyemin ilk sıralarında yapılmış bir hata yüzünden ağlayasım geldi. Ama işe yaradı, şöyle ki, o linkten bakarak kendim, tek tek çözdüm ve yeniden başladım. Sanki birden zekam falan açıldı:)))) Ki ben bir ilmek bile sökmemek için yüz takla atabilen biriyim:)

* Sevdiceğimin gün içi mailleri içimi aydınlatıyor.

* Kaslarımda minik minik ağrılar. Kesinlikle işe yarayan bir spora başladım, daha önce sonuç aldığım:

Callanetics!

Ve hop kum saati denizkızıyım!

* Dün çok keyifle okuduğum ve heyacanla linkini paylaştığım bir blog yazısı, herkes okusun: http://puck-robin.blogspot.com/2009/08/buyuklerin-dunyasna-hosgeldiniz.html

* Twitter çok tatlı bir şey.

* Nihayet, bu gece yarısı uyanarak başlayacağımız, bir aylık heyecan.

***Ve salı gecesi süprizi; "insan biraz kendine zaman çalmalı"

Eski şarkılar, albüm kayıtlarından bin kat iyi bir performans, ortak anıları olan melodiler, kahkahalar, keyif sigaraları, ezbere bilinen sözler, yüksek sesle bağır çağır eşlik edilen şarkılar, neşe, son derece cool bir sevgili, son derece zıplak bir ben. kenan doğulu'nun şahane süprizleri, "tutamıyorum zamanı"ya eşlik eden baba, deniz kokusu bulaşan şarkılar... Bir de nolur yılmaz erdoğan, o korkunç aksanıyla, kötü vurgularıyla şiir okumasın, bunu ayrı bir postta inceleyeceğim. Böyle gırtlaktan bir "etme" söz konusu mevlana bile olsa, antipatik ötesi oluyor.


dipnot: Bu arada; kuruçeşme arena'ya giden denturlarda, "konser alanında 10 lira vereceğinize burada alın" diye anons edilerek bira satılmasını hiç bir şey değilse, bayağı bulduğumu eklemeliyim.


* Üç boyutlu fotoğraf çeken bir makine istiyorum, böyle ses falan da olacak, hayır kamera gibi değil, dondurup yeniden yaşamak veya tam olarak birine anlatmak istediğimiz anlar için, hani kelimeler, fotoğraflar yetmez ya, işte öyle.




* Bir şiyir:

gece bitkilerinden

gece bitkilerinden korkuyorum,
hayır geceleri bitkilerden!
gizlenirken vurulmuş ulaklara ağıttır
bana açtığın her telefon.

iki kalp arasındaki en kısa yol:
birbirine uzanmış ve zaman zaman
ancak parmak uçlarıyla değebilen
iki kol.

an ki fiskiyesi sonsuzluğun
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

c.süreya

* Bir de burdan, kendisi beni dürtmese blogumu unutacağım deryik hanım'a açık bir çıkma teklifi.
-gevezelik, boncuklar, nar çiçeği şurubu, kolaj, kumaş makası, örgü, anıt dedikodusu, bol kahkaha, kikirdeme, dertlenme, çok kelime-

nihayet blog!




Mutluyum ben! Ve dahası kuşlar kadar hafiiif...

Hep bir telaş halinden yazamadım ve söyleşi haberi tepede kaldı.

Bütün bir hafta, açıklanamazinsanhalleri vol.1 i bitirdim, sonra tam kafamı dinleme haline geçiyordum, aha vol.2. Ben hakikaten bazı insanları daha doğrusu bazı insan davranışlarını anlamıyorum, anlayamayacağım, anlamak üzerine kafa yormak istemiyorum. Ve belki de kolayı seçiyorum, hooop üzerlerine bir çarpı işareti onları dışarda bırakıyorum.

Kozam kozam benim cici kozam.

Şu sıralar gecelerimiz hep uzuyor, dışardaysak geç geliyoruz, sonra evin tadını çıkarıyoruz, geçen cumartesiyi sabah 6.30'da kapadık hatta. Film, dizi, oyun, vırvır derken yapacak bir sürü şey buluyoruz ve çok fazla birlikte vakit geçiriyoruz. Hiyu! Havalar serinledikçe, akşam keyfine kahveleri de aldık yeniden.

Evde yapacak bşyler istiyordu canım. Zihin dağıtmak için, dinlenmek için. Yani ben maharet abla olmasam da, veya fotoğraflayıp sergilemesem de, cici şeyler boyarım, anahtarlarımızı astığımız baloncuklu bşy, mor bir gazetelik, çeşitli taşlar, şamdanlar, şişeler ilk aklıma gelenler... Hani bazı -aklı başından gitmiş- bloggerlar gibi ayakkabılarımı fotoğraflayıp koymasam da ayakkabı giyiyorum ben, onun gibi:)))

Sonraaa dün, benim en süper bir arkadaşım geldi, muhabbet, kahve, sigara derken, funda'dan gördüğüm ve hastası olduğum şeyi ona sordum. Funda da, daha önceki makarna vakasında olduğu gibi, çok yardımcı oldu, vırvır bütün gerzekçe sorularımı yanıtladı ama dilini bilmiyordum. O deli arkadaşım, bir şeye bakar ve bana anlayacağım dilde tercüme eder, gerekirse resim çizer, gerekirse şablon yapar, gerekirse şarkı söyler, gerekirse en aptalın bile anlayacağı komutlar yazar. Hep "röleve alan bir insan tabi bunu şıp diye çıkarır" dedim durdum:)

Veeee: http://attic24.typepad.com/weblog/neat-ripple-pattern.html

Buna başladım. Elimdeki talimatlara baka baka yapıyorum, alıştım bile artık. Bu kış zilyon tane atkı, bere ve çorap örmek yerine, enerjimi buna vericem. 85 yaşıma geldiğimde, sevdiceğimle yürüyüşten dönmüş, sallanan sandalyede çayımızı içerken, dizlerime örtmeyi planlıyorum. Büyük ihtimalle o zamana yetişir.

Aynı anda her zincirde bir kere "eylül" dicem, üç gün. Ve sonbahar gelecek!

Not: Zevkle okuduğum bloggerların, örneğin; "aslında çok zor" daha çok daha çok yazmasını istiyorum. Bir de şurdaki fotoğraflara bayılıyorum. Bir de o hep yazsın istiyorum, ne olursa olsun. O ise hep neşeli olsun. Bu ise, postlarını ve gevezelik etmeyi çok özlediğim biri:)

Fotoğraf: Gelibolu dönüş yolundan.
pek sevdiğim ayçiçekleri ikindi ışığında boynunu bükmüş.

evdeofis.com




Öylesine, daha doğrusu, sadece kendim için yazdığım bir blog yazımın beğenilmesi.

Sıcacık ve samimi bir yorum.

Mailleşmeler.


Ve hoş bir söyleşi:
http://evdeofis.com/index.php/2009/08/03/secret-diye-bir-sey-varsa-sen/

Evdeofis.com ekibine; bir süredir takip ettiğim çalışmaları, beğenileri, zerafetleri ve ilgileri için sonsuz teşekkürlerimle...


denizkızı.




1001.






Aşağıdaki sayacın ve benim kırmızı kaplı defterimin söylediğine göre dün 1000. günümüzdü bizim. Bir kısmı aynı çatı altında geçen 1000 gün.
1000 kibrit çöpü, 1000 mutlu sabah, en az 1000 kahkaha, 1000 baloncuk... Dün hep bunu andık, kutladık.

Ve bugün 1001. gün.

Bu sayı bana öncelikle şu hakkı veriyor; hiç değilse her gün en az bir kez söylediğimi(zi) sayarsak, "en az bin kere seni sevdiğimi söyledim" diyebilirim kolaylıkla:)

Dervişlerin 1001 günlük çileleri düşünülürse, yeni bir döneme girdiğimizi düşünebiliriz:) Çömezlik bitti, ağır dersler, alışma süreci bitti, olayın mantığı tamam, bundan sonrası daha olgun daha pişmiş bir dönem ve yepyeni maceralar demektir.
Şaka bir yana, artık dört haneli rakamlardayız, öyleyse dilek; giderek artan ve sonsuza uzayan sıfırlar...


home office


Home office, türkçesiyle, evde ofis, dışarıdan bakıldığında o kadar kolay, hafiiif geliyor ki insanlara.
Oysa hiç de öyle değil.

Öncelikle, pijamalar, ve kahveyle laptopun başına geçerek çalışma hayali sanırım Sex and the City'den miras. Veya ayaklar uzatılmış, laptop kucakta hal. Gerçek hiç öyle değil, en azından benim için. Bir kere, mahmur havadan çıkmak gerektiği için, dinçlik veren kıyafetler, rahat elbiseler, neşeli şeyler seçiyorum. Depresyon hırkasıyla verim alınmaz. Günlük işleri gözden geçirdikten sonra çalışmaya oturuyorum. Çalışmak için ayrılmış bir bölümüm var, ordaysam yaptığım tek şey işim. Bunu da sevdiceğim yaptı, ve yaklaşık 6-7 kez değiştirdik, şimdiki hali en cici ve en verimli hali. Teşekkürler bayım:)

İletişim gerektirdiği için, msn ve gtalk neredeyse her zaman açık, bu telefonun açık olması gibi bir şey, sohbete hazır olmak anlamına gelmiyor. Bunu herkes düşünemeyebiliyor. Ayrıca internet hakikaten hayati bir hal alıyor. İnternet yoksa ofisle iletişim kopuyor ve işler altüst olabiliyor.

"Ay ne güzel hem işini yaparsın, hem evin işleri aksamaz oh kebaaaap" diye düşünenlerin üstüne zıplayasınız geliyor. Yoğun dönemler, ki bu benim için ayın son 10 günü oluyor, mutfağın yerini unutuyorum, uzun saatler mesaiye kalan insanlardan farkım kalmıyor, üstelik bazen bu sonsuz bir döngü halini alıyor, sevgilim gelsin de bir şeyler yiyeyim diye bekliyorum, pizza kutuları üst üste diziliyor ve maraton bitene kadar evde tozlar dans ediyor. Masamdan saatlerce kalkmadığımı biliyorum, saati unuttuğumu, saate bakınca acıktığımı anladığımı.

Deadline'ı olan işler hem çok keyifli hem de bir o kadar zor. Özgürsün ama bu özgürlüğü iyi kullanabilmelisin. Zaman yönetmeyi iyi ayarlaman gerekiyor. Oyalandığın ya da vakit harcadığın günün ertesi, uzun çalışma saatleri anlamına geliyor. İş ve iş dışı zaman arası biraz karışabiliyor. Her boş an "çalışmam gerek" manyaklığı içine girip, baş ağrılarına kapıldığım oldu veya mola vermek için kalktığım arada, makineye çamaşır, akşama yemek, eve temizlik çekidüzen, kendime bakım yaparak kontrolü kaybettiğim de oldu ama bir kaç ay sonra, doğal bir bocalama döneminin ardından, oturdu işler rayına. Sınır çizebilmeyi öğrendikten sonrası kolay. Evin dışında çalışıyormuş gibi bir disiplin ve belirli mesai saatleriyle çalışmak gerekli. Ritmini tutturmak bütün mesele ve hakikaten titizlik göstermek. Bu da belli bir emek gerektiriyor.

Ve belli aralıklarla evden çıkmak… Bu şart çünkü bir süre sonra, ev kolun, bacağın gibi bir şey oluyor, ayrılamaz oluyorsun. Kaplumbağa gibi, gittiğin yere götüresin geliyor. Çıkınca on kere, yok bşyi açık unuttum mu, ah hırsız girer mi triplerine giriyorsun, istemeden.

Ama iyi yönleri daha fazla, bence, ki bu nedenle tercihim bu yönde. Fakat hangisi daha zor derseniz, bu hem değişir hem de aslında evde çalışmak biraz daha zor ama kesinlikle değiyor.

Evin her köşesi ayrı bir keyif, bir sürü değişik çalışma köşeniz olur, bunları sıklıkla değiştirebilirsiniz. Hop burda, hop kapı arkasında:)

Mola anları çok şahanedir, uzun zamandır boyamak istediğin ahşap kutu boyanabilir, hoop atkı bitirilebilir, çiçekleri sulayabilirsin, ne zamandır yarım bırakılmış kitap okunabilir, spora başlanabilir. O vakitsizlikten yapılamayan her şeyin kontrolü elinde. Kendi çalışma saatlerini belirleyebilmek oldukça güzel bir durum. Verimli olmayacağını hissettiğiniz bir günü dışarıda geçirebilir, işleri gece sessizliğine erteleyebilirsiniz.

Giderek minikleşen teknoloji sayesinde, her yer iş yeri. Seyahat engeli sıfır:) Bu bizim için oldukça harika bir durum tabi. Netbooku çantama sığdırdığım müddetçe, her yere kolayca gidebiliyorum sevgilimin peşinden, aklımda işler kalmadan. Pazartesi sendromu yok, hooop "bugün derhal hafta sonu ilan edile!" demem yeterli:)

Beni çok yoran kıyafet sorunu sıfır. Saatler boyu seçmek, karar verememek, sinirlenmek… Oh ne ala! Tamamen mutluluk verici kostümlerle çalışmak gibisi yok. Hiç değilse benim için. Ama bu galiba zevk meselesi, diğerini tercih eden, "evde kapalı kalamam ben"ler de oldukça fazla. Yol, trafik, yetişme, gecikme, mesai, işin bitmemesi, istediğin gibi plan yapamama sorunları da ortadan kalktı, benim için. Yol dediğin nedir ki? Yataktan kalk, 5 adım:)

Müzik zevkim konusunda, uzlaşmaya varmak zorunda değilim. Ofiste ayrılık acısı taşıyan birinin, arabesklerine kulak vermem gerekmiyor, günüme uygun listelerimden her hangi birini dinleyebiliyorum:)

Benim bünyem, özgür oldukça daha verimli olmaya programlı. Kendi halime bırakıldığımda, şahane işler çıkartabiliyorum, müdahale anındaysa, solan bir çiçekten farksızım. Saate bakmadan, çıkış saatine ne kadar kaldı hesaplamadan, "bugün işe gelmemek için neler vermezdim" hissi olmadan, tam kapasite çalışabiliyorum.

Kahveye gelen arkadaşını mola saatine denk getirdiysen ne mutlu sana. Erken kalkmak zaten bir alışkınlığınsa. İlmek ilmek emek vererek ortaya çıkardığınla övünüyorsan. Ve sana her adımda yardımcı olan bir sevgilin varsa.

O zaman bu sıcak yaz günü, şekli ne olursa olsun yaz gününde katlanılmayan bir yol çekmeden, çiçekli elbisenle, rüzgâr perdeleri dansettirken, evdeysen, sevdiğin işi yapıyorsan ve bir de dolapta çilekli dondurman varsa,

çok şanlısın demektir.

super cuma!


*Dün sevdiceğim şehir dışındaydı. Ben son derece boynu bükük, solan çiçekler gibi:( Yataktan çıkmak istemedim sabah. Sonra evde durmak istemedim. Şanslıydım ki, stüdyo günüydü. İşimi çok seviyorum, iş yerimi daha çok seviyorum. Trafik sıfır, canavarlar tatile kaçmış olmalı. Hava ılık, yağmur yağdı yağacak. İş yeri, keyif, kayıtlar, kahve, bahçe keyfi, yepyeni projeler... Sonra geç vakitte çalan kapı, hop kavuştuk!

*Geçen cuma, yine açıkhavada, zuhal olcay bu kez... Yazmamışım. Ben "istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?"a ölüyorum. Bu kadar zarif, bu kadar şahane, bu kadar her şeyi özetleyen ve başka bir dilde karşılığı olmayan... Ve zuhal olcay'dan dinlemeye ayrıca bayılıyorum. Büyüyen, güzelleşen, her şarkıyı yakıştıran bir kadın. Dönerken motorda, dilime "yine aşk var" feci halde dolanmış, elimde çingene kızların dağıttığı güller, yanımda sevdiceğim... Keyiften ölebilirdim.

*Geçen sene dün: http://mormermaid.blogspot.com/2008/07/kadn.html




*Biz bugün tiyatro perisiyle müzikal çalışacağız. Seçmelere girecek:) Biricik enstürmanımla ona faydam olacağını düşünüyor.

*Lush'a bayıldığımı söylemiş miydim? Evet yaklaşık yüzbin kere belki. Ama şunları ayrıca ve özellikle seviyorum: http://www.lushturkey.com/banyo-urunleri/banyo-kopukleri/category.aspx?catid=0102


*Veee haftasonu:

Yol yol yol, deniz deniz, yepyeni yerler, fotoğraflar, mor köpükler, tam 3 gün! Hişt yağmur bulutları dağılın bakim!

Derhal en hafifinden bir çantana hazırlansın!

ayşe arman'a mektup

Sevgili Ayşe Arman,

Yazılarınızı zaman zaman okurum, kendi alanınızda, ki bu yediğini içtiğini anlatmak ve bir kaç ünlü isimle cüretkar bulduğunuz sorularla (örn: sevgilinizi seksi buluyor musunuz/çocuklardan sonra cinsel hayatınız ne yönde değişti?/ben bugün dubai gördüm, ya siz?) muhabbet etmek oluyor, başarılı olduğunuzu bile düşünürüm. Ama boyunuzdan büyük işlere kalkışmanız, hakikaten yüzünüze gözünüze bulaştırdığınız için komik oluyor. Daha deniz seki'yi düşünce suçlusuymuş da kitapları toplatılmış falan gibi yansıttığınız saçmalık dolusu kelimeleriniz yeni bitmişken, hop ucuna bir tane daha baş yapıt eklediniz.


Öncelikle, mahalle baskısı, house cafe'de olmaz zaten, benzer yerlerde de olmaz, parayı bastıranın içeri girebildiği yerler bunun yeri zaten değildir. Hangi kafe, para kazanacağı bir müşterisine "ikileyin" der, dalga mı geçiyorsunuz?

Ki, siz kim oluyorsunuz ki "bizim mahalle", "karşı mahalle" gibi bir ayırım yapabiliyorsunuz? Hangi akılla? Hangi cüretle? Bütün mevzunun zaten insanları çeşitli mahallelere bölmek olduğuna aymadınız mı hala? Dahası öyle bir ayırım söz konusu olacaksa, siz zaten mahallede değil, "residence"da falan yaşıyorsunuz:)

Araştırmanızın kapsamını geliştirmek adına sizden ricam, bir üniversite kapısı çalmayı deneyin... Ama nasıl olsun biliyor musunuz, böyle çok anlam yüklediğiniz hayalini kurduğunuz bir bölüm, öyle ki, başınızı açmaya razı olsanız bile kim olduğunuzu bildikleri için mülakatlarda zaten eleniverin... Hmm... Ya da şöyle diyelim, çok ihtiyaç duyduğunuz bir şirketten şöyle bir cevap gelsin size, "cvniz yeterli, tam aradığımız kişisiniz fakat...", o iş, o sırada sahiden ihtiyaç duyduğunuz bir iş olsun hem. Veya yine cv yolladığınız bir şirketten onay gelince "ben size fotoğraflı cv mi yollamıştım?" diye sorma gereği duyun... Çekinerek. Çünkü siz görüntünüzle değerlendiriliyorsunuz.

Sizin "bez parçası" dediğiniz şey, bazı insanlar için değerli olabilir, kelimelerinizi seçerken biraz daha dikkat. İslami hayat tarzına uygun yaşamak, başörtülü sokaklarda dolanmak fink atmak falan olmuyor diye biliyorum. Tek yönlü bir şey değil, sizin gibi imajlarla oluşan bir şey değil. Nasıl iyi anne olmak, kızının adını dövme olarak yazdırmak değilse... Harama helale, hak ve hukuka dikkat etmek, doğru insan olmak, güvenilir, ahlaklı olmak anlamına da geliyor. O "bez parçası" dediğiniz şey bunların çooooook ama çoook küçük bir yönü.

Başörtüsü for dummies olarak maddelediğiniz, yok kulağım kapanıyor, yok duyamıyorum falan filan oldukça cahilce bir yaklaşım. Kastedilen asıl örtü edep. Ve anladığım kadarıyla bu sizden oldukça uzak bir kavram. Kafanıza doladığınız her hangi bir örtü bu işi görürdü. Konuyu bu kadar büyütmeye gerek yok.

Aslında çok basit bir şey. Sadece bir kişisel tercih. Ne bileyim, kurşun döktürmeye inanmak gibi, dua etmek gibi, saç rengini değiştirmek gibi, alkol almak gibi, sigara kullanmamak gibi, rejim yapmak gibi. Hayattaki bir milyon tercihten sadece biri. Bu kadar keskin sınırlar o kadar kırıcı ki.

"Onlar gibi giyindim ve şimdi anlayacağım."Ah kraliçe hazretleri halka indi! Kaplumbağaları da çok severmiş hem. Acıyormuş veya onlar adına üzülüyormuş gibi yaparak inceden dalga geçmeniz o kadar zavallı ki. Şükür ki merak ve inceleme konunuz başörtülüler, ne bileyim, eşcinsellerin çektiği zorluk, bir engellinin günlük hayatı, dilencilerin gün boyu kazandığı para, çöpten yiyecek arayan insanların beslenme biçimleri, fahişelerin iş yaşamı, bir kot işçisinin kariyer planması, doğu'da törelerde sıkışmış kadınlar, düğün sonrası kapısında bekleyecekleri düşünmekte olan bir gelin, çocuk yurtlarındaki çocukların durumu falan gibi bir çok konu da olabilirdi ve en gerzekçe metodu seçerek yaptığınız araştırmanızın bedelleri de pek ağır olabilirdi.

Sizin o gezdiğiniz yerler, zengin veya iktidarla sonradan zenginleşmiş bir adamla evli bir kadının veya o tür bir babanın kızının yaşamı. Nasıl açık (bu ifade kaba ama daha iyisini bulamadım) bir kadının yaşamı, bilmem hangi iş adamını kapatması olan mankeninkiyle değerlendirilemiyorsa işte öyle. Bu ülkedeki bütün kadınlar sizin gibi yaşamıyor. Çalışıyorlar, emeklerinin karşılığını göremeyebiliyorlar, dayak yiyebiliyorlar, zengin bir koca bulup hayatlarını garantiye alma dışında amaçlara sahip olabiliyorlar, tutkuyla arzuladıkları tek şey kırmızı bir ayakkabı veya 40 yaşında seksi fotoğraflar çektirmek olmayabiliyor.

Reina'ya girmekte ne var ki? Parayı bastırdığınız müddetçe özgürsünüz zaten o tür mekanlarda. Ayrıca bir başörtülü reina'ya girseee noluuur girmese nolur? Sonradan edinilmiş paranın görgüsüzlüğüyle o alışveriş merkezi senin bu beymen benim, sizin tabirinizle "allah ne verdiyse" gezmek değil o insanların yaşamı. Kimsenin değil hatta. Bunu kafanıza sokun.

Haşemaymış. O kabus astronot kıyafeti bile icad etmeleri ne kadar acı bunu bir düşünseniz ya? Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede, denize girebilecekleri bir tek yer yok? İnsan illa sizin deyiminizle; "kapalı" olmasa da, kimseye görünmeden yüzmek isteyebilir. Ayrıca bu da büyük bir mahrumiyet değildir, tamam bence de seçimleri bu yöndeyse girmeyiversinler denize, ama onlarla özdeşlik kurmaya çalışmanın yolu haşemayla yüzmek olmasa gerek! Onunla ilgili yorumu, gazetecilik dehası sizinkine denk ahmet hakan, çok daha önce yapmıştı malumunuz.

Ne bileyim daha güzel örnekler yaşayabilirdiniz mesela. Kuaföre gitseydiniz ya Ayşe hanım. "Ay saçların ne güzel niye kapatıyorsun kiii?", "peki böyle yaptırdın sen şimdi, kim görecek ki?" Hani Fatih'teki bir güzellik salonunu kastetmiyorum ben. "Aslında normal bir kuaför gibi..." derken? Ay bak seen, ağda falan da yaptırıyorlar ne kadar da şaşırtıcı?! İnanmıyorum manikürden falan haberleri var mı sahiden? Kel değiller mi gerçekten? Ya siz inançlı birinin gidip başörtüsüne model yaptırabileceğini mi zannediyorsunuz?

Sizin hakikaten bir zeka özrünüz falan mı var, yoksa dünyayı dubai'de minik bir mahalleden ibaret veya nişantaşında bir planetten müteşekkil mi zannediyorsunuz? Kendisi başörtülü olmasa da, burada çoğu insanın başörtülü bir komşu/arkadaş/ahbap/eş dost falanı vardır ve bu denli zevzek soruları yalnızca sizin gibi, ülkesine, meselelerine ve insanlarına uzaktan bakanlar utanmadan sorabilir.

Bir devlet dairesinde işlem yaptırmaya çalışın, ya da -herkesin adını tahmin edeceği- bir bankada sorun yaşayın. Size "böceksin sen" diye bakan bakışları üzerinizde hissedin. Otobüse binerken yanlışlıkla birinin sırasını kaptığınızda, "şuna baaaak bir de başörtülü olacaaak" falan diye bir hakaret işitseniz ve bütün gözler size çevrilse "cık cık cık şuna bak"... Ya da sokakta ilk kez gördüğünüz birinin bile en doğal hakkıymış gibi "evli misin, annen mi kapalı, baban mı zorladı, kocan mı kapattı, eee namaz da kılıyor musun, sıcakta zor olmuyor mu, ne mezunusun peki, eğitim şart!" gibi kelimenin tam anlamıyla gerzekçe ve sonu gelmeyen sorularına maruz kalsanız... Kokoş ablaların, gözlerinin devirerek "ne varsa bu kapalılarda var zateeeen" dedikten sonra, "yok sen hariç canım sen modern kapalısın", "hem bizim lafımız o simgeleştirenleree" demelerine ağzınız yerine başka bir organınızla gülseniz, insanlar "bizim ananelerimiz de kapalı", "babam hacı benim zaten" diye saçma sapan geyikleri duyabileceğiniz şekilde söyleseler... Bir alışveriş merkezinde aldığınız şık iç çamaşırlarının ödemesini yaparken arkanızdaki kadının "bu tür şeyleri de nerde giyiyosa bunlar?" diye söylendiğini işitseniz... Herhangi bir kültürel aktivite bilet kuyruğunda, "bunların ne işi var burda ya" diye püfleyen bir genci duysanız... "Neden kapalısın?" Çirkin ördek yavrusu gibi, incelenmesi gereken bir canlı gibi. Devamı gelir "evde açık mısın?" "peki kocanın yanında, peki babanın, peki dayının... bla bla bla bla..." Ya da acıyanlar mesela daha da şendir onlar... "Ah ben çok üzülüyorum sizi okullara almamalarına..." Bunda üzülecek bir şey yok ki. Yaşadığın ülkenin kurallarına uymakla, inançlı bir insanın sorunu olamaz ki. Akıntıya kürek çekmek. Saçma sapan çırpınmak.

İsmailağa'da mini etek, sarı saç ve topukluyla gezmek elbette ki dikkat çeker. Her yerde çeker, bebek'te de, ortaköy'de de... İnsan doğası bu. Ki orada yaşayan insanlar, 28 şubat'a kadar evlerine televizyon dahi sokmayan insanlardı, aborjinlere bilgisayar götürmüşsünüz de dikkatlerini çekmesini yadırgıyorsunuz. Dünya tarihine birazcık göz atsanız, giyinmenin çok eski soyunmanınsa son yüzyılda gelişen bir şey olduğunu görürsünüz, mesele dinle veya bizim kültürümüzle falan ilgili değil sadece. "Sen açık giyersen bakarlar tabiii" demiyorum, doğru değil, olmaması gerekir ama orda ve bir çok yerde işler böyle diyorum.

Bir çok şeyi onaylamayabilirsiniz, yapmacık halleri, "ibadet ediyorum" cümlesini alnına yapıştırıp gezenleri, bunun yanına bir de "ben senden üstünüm"ü ekleyenleri, iktidardakileri, onların temsil ettiklerini, devlet erkanındaki başörtülü eşleri, dini suistimal edenleri, dini kullanarak servetine servet katanları, ayırımcılık yapanları... Bu davranışlar zaten "kötü insan" davranışı, dinle bir ilgisi yok, her türü her yerde, her inançta bulunuyor bu gibiler.

Katılın, veya katılmayın, kadınlar bunu kendine neden yapıyor diye düşünün, doğru bulmayın, inanmayın, delilik olarak görün, bunların hiç biri sorun değil, çünkü yeryüzünde bulunan insan sayısı kadar inanç şekli var...


Ama bunlardan herhangi biriyle dalga geçme hakkı kimsede yok.


Saygılar.

Bir okurunuz.



her şey sensin!




"... koydum sevinçlerimi önüme/baktım hepsi sensin..."
ilk yaz. keman sesi. ne kadar tatlı keman... ne güzel bir gün, neşeli yaz, parlak güneş. uzun bir yol önümüzde, pırıl pırıl. sahi ne diyor bu şarkı? bu kadarcık işte. hepsi. avucumdaki her şey. "özenle ne yapıyorsam, bilirsin artık senindir" diyen şiiri anımsıyorum.

"... yazdığım şiirlerin her hecesi/üzüldüğüm tüm filmler..."

cam açık. arabanın arka koltuğunda, yanyana. rüzgar ne güzel çarpıyor yüzüme, böyle gittiğimiz sürece, nereye gittiğimizin hiç bir önemi kalmıyor, onun yüzü ne kadar güzel bu ışıkta, sonra filmler... bir sürü film, mutsuz sonlarına ağladığım ne çok film, inanmazdım ya ben mutlu sonlara hani...

"... yıpranmamış hayatlar büyük hüzünler bekler/her işte bir hayır, bu işte hepsi sensin..."

hah işte. budur. ne çok tesadüf, ne çok yol gidilen, bir sürü tercih hepsi aşktan yana kullanılan. aksi olamaz ki hem gözükara bir kıza yakışan. işte. hepsi.

"... şimdi senden vaz mı geçmeli?/masal olup yola devam mı etmeli?"

hayır. korktuklarımı geride bıraktım ben, vazgeçmemeye söz verdim, ilk kez. ilk defa. ağlayasım geliyor şimdi, yaylılar coşarken...

"... ben kalpten sorumlu, aşka sorunluydum/anladım her şey sensin..."

her şey sensin. ne güzel bir cümle bu. "anladım her şey sensin" işte tam da böyle hissediyorum ben...

/

Geçen gece, kuruçeşmede, bir yanımda deniz, harika bir yaz akşamında, sevgilime sıklıkla geçen uçakları işaret edip tahmin yaptırırken, bu şarkıyı söylerken, bunları hatırladım hep. Sadece bu şarkıyı dinlemek için veya yalnızca güneşi orda batırmak için dahi gidilmeye değer bir konserdi. Açık havada müzik dinlemek ne keyif... Sonra bir kaç tanıdık şarkı daha, gitar, hooop ışıklar, bir sürü insanın aynı anda eşlik ettiği notalar, "bu çocuk; bir bank, bir sokak lambası ve bir de gitarla daha kendisi gibi olmaz mı sence de?" diye sormak, muhtemelen kendi seçmediği danslara, imaja, küçükkenandoğulu kostümüne rağmen cici bulmak, deniz yolculuğunun zevki, eve çakır keyif dönüş...


ateba


Canım tiyatro perim bizdeydi. Hooop artık vejeteryan olmayışının şerefine, malzeme kısıtlaması olmayan pizza! Zor bir şey olduğunu düşünerek "hamuru da kendin mi yapıyorsuuuun?" hayranlığı:) Cebinden çıkan tarot kartları pek fiyakalı, ağzından dökülenler çok havalı. Saçının renginden, diplerine eklemekse şahane. Mortingen efendinin, boya konusunda bile yardımcı olacak kadar çok bilmişliği şirin:) "Ne marka ki bu" diye başlayan yorumları ve yer yer müdahaleleri beni benden aldı.


Ve gecenin bombası: Ateba!
Artık benim de var, o yaptı hem! Kendisininki tam deli kızın çeyizi, boncuklar bilmem neler, dilek ağacı zannedilebilir, benimki daha sade, rengarenk...

İşte böyle!



ayınbiri




Yanımda çok sevdiğim bir arkadaşım,
önce deniz kenarında kallavi bir kahvaltı, kızarmış ekmekler, gelecek planları, hayaller, düşünceler, gazeteler...
Sonra; güneşli bir bahçe.
Üç anahtar elimde...
Bir sana, iki bana...
Üçü de ikimize...
Sonra mumlar...
İki tane.

İki kapı, iki mum, iki dilek, iki kişi.

Sonra bir sürü başka mum, irili ufaklı, evdeki şişelerin omuzlarından akacak...
Onları yaktıkça, eridikçe o güzel geceden kalma camların üzerinden,
ben yine o ateşe aşık pervaneler kadar deli,
bugünü hatırlayacağım...
Ve bileceğim, kimselerin bilmediği gibi,
dünyada mucize diye bir şey kesinlikle var ve hiç de uzakta değil,
dilekler gerçekleşmek için var, hayaller ulaşılsın diye...