keçekeçe

Bahardan bir gün. Sahi, çünkü cemreler düşüyor. Önce vapur. Sonra biraz yağmur. Çünkü o yağmur bulutlarıyla geziyor. Kadıköy, Moda. Sonra yine vapur, vapurda bir kitap. Kitap pek özel ve tanıdık, çünkü hediye. Ayrı bir postun konusu. Sonra Deryik ve Eminönü. Yürümek, geveze haller. Hayatımda gördüğüm en gerçek crafty! Yok böyle bir şey. O boncuklardan neler yapıyor, neler biliyor ve dahası insanı komplekse sokmuyor. Kelimelerle yaptıklarını boncuklarla da yapabiliyor. Aa keçe de var! Aaa Deryaaaaa şunlara baaak. Bak tabi, bunlardan alabilirsin. Sahi mi? E çok da ucuz, ay renk renk. Üşenmiyor, “tasar”layıveriyor orda bir şeyler, neyi nasıl yapacağımı gösteriyor. Neşe doluyorum. Alıyorum alıyorum. Rengarenk. Rengarenk. Başım dönüyor. O ne aradığını biliyor, ince zevkiyle bir bir seçiyor. “Pirinç yoksa nasıl pilav yaparsın, bulunsun” diyor. Ben dağınık. O zarif küçük bir kadın, takıları kendisine kafiye, bir sürü noktacık yüzünde. Uzun zamandır kendime ayırdığım en güzel vakitlerden. Yolda meyve suyu molası. Onun tansiyonu, benim tıkanık nefesim iyi bir ikiliyiz. Halden anlıyoruz böylece. Mısır çarşısının önünde duruyoruz; “derya bu taraf diyorum ama…” “hayır bak köprüden geçeceğiz”… Yön duygum yok ki benim. Sahiden biraz eksik. Neyse sonunda benim onu uzun zamandır götürmeyi planladığım gizli yeri buluyoruz. Tozlar, eşyalar. Hooop kelepir bir kirpi ona ve dünyanın en şahane teneke kutusu. Ve uzun zamandır istediğim parfüm şişesi bana. Ben yüzlerce kere geldiğim, fotoğrafladığım bu yeri onunla paylaşıyorum, sanki gizli mağarama girmesine izin veriyorum. Bolca toza, kelimeye, güzelliğe bulanıyoruz, burun kıvırıyoruz bazılarına, gülüp duruyoruz, hatta bir ara sevgilim bile uğruyor ayaküstü bir şeyler alıyoruz veriyoruz, üç dakikaya birkaç öpücük sığıyor, sonra hop kayboluyor. İyi ki gün bitmiyor. Tavuklu pilav, kazandibi, tavuk göğsü. Bolca sözcük, keyif. Bir sürü şey daha. Aramızda. Ve biz yine fotoğraf çekmeyi unuttuk.

/

Salı günüydü bunlar. Onca karmaşanın içinde kendime çaldığım bir gün. O günden beri toplam 7-8 saat uyudum-uyumadım. Yorucu bir çalışma hali. Ama daha doğrusu yazmaya kıyamadım. 3 gündür masamın üzerinde duruyor o renk renk keçeler. Bir de o incecik minicik narin parfüm şişesi. Pıspıs sıkıyorsun hani eskiden olduğu gibi. Ve tabi cebinden çıkardığı kitap. Sanki hissetmiş, alıp kaybettiğimi, okumayı pek istediğimi.

/

Önümüzdeki hafta doğum günüm. Sakin bir çalışma programı yaptım; çünkü biraz heyecanlıyım. Çokça şaşkın. Bu rakama pek fazla anlam yüklemişim meğer. Kısacık hayatım çeyrek asrı tamamlıyor, yuvarlak hesap bir rakam oluveriyor. Hem aynı gün, tek çatı altında geçirdiğimiz süre 3’leniveriyor.

up!



Mart’ın kıyısı en güzel mevsimlerden. Hem de benim doğduğum ay. Balık mevsimi :) Yılın en sevdiğim zamanları, şubat, mart, nisan mayıs. Sonra yaz eh işte, sonra eylül, ekim, kasım yine şahane. Hep aynı duygu, yeniden başlamak gibi, okulların açılması gibi.


En son -detoks diye kibarlaştırdığım- hastalık sürecinden önce makarna yemiştim. Makarnadan nefretteyim. Fakaaat Deryik Hanım sayesinde daha iyi bir lezzet buldum; kuskus. Çocukluğum boyunca zorla yediğim bu garip şeyi, şimdi en şahane soslarla deniyorum. Sos demek az kalır çünkü basbayağı bir yemek eşlikçisi oluyor kuskus. Asıl olay kilit maddeyi keşfetmiş olmakta. Bu kilit madde sayesinde, krema olmadan –çünkü çok ağır oluyor- daha hafif bir lezzet elde ediyoruz. Makarna sosu aynı şekilde kaldırmıyor, sebzelerin baharatların tadı alınmıyor. Altı hamur üstü lapa bir sos gibi kalıyor. Muş. Kuskus keşfedince anladım bunu. Şimdiye dek 3 ayrı içerik geliştirdik, bravo bize!


Bir kuskus mevzusuna bu kadar güzelleme yapmamdan da anlaşılacağı gibi, evet ben yemek yemeyi çok seviyorum. Yapmayı da bu nedenle öğrenmiş olabilirim. Yemek yemek bütünüyle neşe kaynağı benim için. Güzel yemek yapan sevgili bu nedenle çekici, nasıldı o laf “Basit yaşayanlar karın doyurur, mürekkep yaşayanlar yemek yer.” İşte öyle.


Bir hafta sakin geçti, şimdi her şey yeniden hızlandı. Birikmiş kelimeler. Pencereden ışıl ışıl bir ışık. Camıma çarpan kuşlar. Parmaklarım eskisine oranla daha hızlı. Uykular daha dinlendirici.

Bloglardan sıkıldım. Yok galiba insanlardan. Bazıları hala çok özgün, çok mutluluk verici, “iyi ki var”lardan. Bazıları hep kendini tekrar, öğrenilmiş üç beş kelimeyi sürekli cümle içinde kullanma hali. Özgün bir şey, farklı bir insan tanımış olma neşesiyle iletişim kuruyorsunuz ve; hooop nakarat.

Dün ben karşıya geçerken tesadüfen devasa –hayır suhulet değil- bir vapura bindim. Kocaman camlar, geniş koltuklar. Ve martılar şenlik halindeydi. Fotoğraf çekmeye kıyamayacağım kadar güzeldi.


Yeni oyuncağım dvd player. Yepyeni filmler aldım, çok heyecanlıyım. Film indirmekten, dvd alarak/kiralayarak izlemeyi unutmuşum.


Lost. Hakikaten bu kadar keyifle izlediğim ve sevdiğim bir dizi olmadı. Sürükleyici olması bir yana, gerçekten yapılan işi de hayranlıkla izliyorum. Ayrıca da Richard’ın kimi/neyi temsil ettiğini bulduğumu düşünüyorum, çok mutluyum:) Lost demişken: http://bobiler.org/m_156967



Bu arada; Up! Gördüğüm en sahici, en etkileyici aşk filmiydi. Evet, klişeler çokça vardı. Ama hem çok güldüm, hem de ağladım. İkisi bir arada haller en çok sevdiğim. Ve bence artık hep animasyon olsun. Kötü oyunculuk, kötü ışık riski , devamlılık hataları yok. O köpekler, o tombalak yanaklı velet, afacan dennis’in komşusuna ve tabi walter mattahu'ya benzeyen amca, uçan ev, balonlar, "kevin is a girl?" sorusu, kadın ve adamın koltukları, kumbaraları -ki bizimkine pek benzettim-, çocuksuz ama mutlu aile, turuncu diken saçlı kız, "squirrel!", dug'ın sevgi gösterileri, Russel'ın izciliği, filmin tamamındaki müzikler ve kullanımları, "it's like america- but south!" komikliği, kadının hayalleri, fotoğrafları, üzerine düşünüldüğü hissedilen her bir detay… Hepsi çok güzeldi. Çok kahkaha, çok gözyaşı. Yüzlerce kere daha izlerim. Bence hayatta en güzel şey olmalı; birine âşık olmak ve onunla yaşlanmak.



Bir de ben Üsküdar’ı çok özledim, oradaki ışık bile farklı, sesler başka, adımlar değişik, hava ılıman. Bence gökyüzü bile değişik. Gece yarısına uzamış bir akşamın sonunda, Beyoğlu’ndan dönerken, vapurdan inip “oh evdeyiz” demeyi, avare yürümeyi çok özledim. Vapur saatlerini ezbere bilmeyi, iskeledeki bayiden dergi almayı özledim. Ben Üsküdar’ı çok özledim.




sakın!




Bugün;
Gül satan yapışkan teyzelerin,
Yanındaki adama, “acaba gül alacak mı” diye yan yan bakan tiplerin,
Bu yıl hatırlayacak mı kaygısıyla karın ağrısı çekenlerin,
“Aşkııııım bana hediye almışşş” diye ince ve cırtlak bir sesle zıplayarak peluş hayvanına sarılan kızların, -bu kızların bir ortak özelliği de dipboyası gelmiş bir halde gezmek, balayı fotoğraflarını facebook’a koymak, hediye olarak istediği şeyi önceden belirtmektir-
Evli olduğu için, sevgililer gününe nasıl yaklaşacağını bilemeyenlerin,
Sevgilisine olabilecek en gerzek isimleri takan -bazıları var ki kediyi öyle çağırsan dönüp bakmaz- ve "sefkilim" diye bahseden dişilerin,
Elmyra'nın hayvan sevgisi gibi, sevgilisini boğum boğum boğanların,
Kalpli ayıcıklara tapanların,
Kendi kültüründe, doğasında, alışkanlığında hiçbir şeyinde olmayan bir tüketim çılgınlığına kolayca kapılanların,
Sevgilisine kredi kartına on taksit parfüm alan adamların,
Kendisine alınan hediyeyi hatun arkadaşlarına göstermek için sabırsızlananların,
365 gün içinde, yalnızca bugün sokaklarda el ele dolaşabilecek/öpüşebilecek cesareti bulanların,
Yatağının üstüne gerzek kalpli yastıklar döşeyen az gelişmiş ergenlerin,
Akşamki yemek için kuaförde fön sırası bekleyenlerin,
“Ay ben çok karşıyım, insan sevgilisini bir gün mü hatırlar” diye eleştirdiği halde gizli gizli hediye bekleyenlerin,
Battaniye-altında-romantikkomedi-izlemek isimli klişeyi yaşamaya heves edenlerin,
Bunun yanına da illa ki sıcak çikolata ekleyenlerin; (buraya dikkat, çay çekirdek gibi basit abur cuburlar asla olmaz)
Romantik bir akşam yemeği anlayışı, mum, şarap, keman olanların,
Birbirine duvar yazısı düzeyindeki Can Dündar yazılarını fwdlayanların,
Evde bir sofra hazırlayıp iki de mum yakanların bayramı.
Doya doya kutlasınlar.

Yeri gelmişken; en saçma hediyelerin başında; parfüm ve mutfak eşyası geliyor. “Bu mikseri al karıcığım ve bana güzel kekler yap” insanı. İhtiyaç maddesi hediye olmaz çok basit bir kural bu. Bir şeyi yapıyorsunuz bari layıkıyla yapın. Evet, hemen ardından peluş hayvanları sayabiliriz. Bu devasa toz toplayıcıları kocaman dolaplarının üstüne yerleştiren süper zekâ kadınları hiçbir zaman anlayamadım. Nedir? İri, naylon, yumuşak ve tüylü şeylere mi sarılıp uyuyorlar? “Ay erkeğe hediye almak zor yaa” diye yakınan kadınların yine yine yine gömlek alması. Hayır efendim, hiçbir cinse hediye almak zor değil, belli ki karşınızdaki insan hiçbir hobi, zevk, merak, ilgi alanına sahip olmayan ilkel biri. Bir de çikolata. Amanın kalpli de olunca tadından yenmiyor:) Kendinize gelin. Kadınların alışveriş ve çikolata delisi beyinsiz bir yaratık olduğu düşüncesine neden olan bütün hemcinslerim, diziler, dergiler yanılıyor bilginiz olsun.

Gerçek sevgililere tavsiyem,
Bugün sakın evden çıkmayın. Saklanın!

sınıf başkanı

Günlerdir iki çocuğun videosu dolaşıyor internette.
Herhalde bir şey icad ettiler, bir şey var diye izledim. Sonra beyaz’a çıkmışlar internetten onu da izledim. Dayanamadım sonlara doğru, kapadım.

Bunu “yürü be, çocuğa bak, yoruma bak, helal olsun, aferin be, tepki budur” diye yorumlayan herkesin zekâsından şüphe ediyorum. Bunu çeken öğretmenin, internete koyan hasta ruhlunun insanlığından şüphe ediyorum. Buna gülebilen herkesin vicdanından şüphe ediyorum. Bunu paylaşan, dağıtan, tekrar tekrar izleyen, kendi ortamına (tv programı, facebook vb fark etmez) misafir eden herkesin ruh sağlığından şüphe ediyorum. (aynı düşüncelerim; bir kadın programında acınası durumunu paylaşan bir kadının kelimelerinden şarkı yapan, dinleyen, dinleten, sloganlaştıranlar için de geçerli)

Rica edicem, okuyan paylaşan, yayılmasına katkıda bulunan ve “aferin” diyen biri varsa bu yazıyı okuyanlar içinde, benden uzak dursun. Bu kadar kıt bir algıya sahip biriyle tek kelime paylaşmak istemiyorum. Olay anında miniklere “aferin alkış” diyen bünyeyle aynı gezegende yaşamak bile istemiyorum.

Basbayağı çocuk pornosu bu, üzerine de yoksulluk eklenmiş, acı pornosu.
İzlerken kötü olmadınız mı? İçiniz oyulur gibi? O iki çocuk, çocuk işte adı üzerinde, insan. Hani anime değil, çizgi değil, animasyon değil bir şey değil. Siz tvyi kapatınca ölmüyorlar, hayatları sürüyor. Beyniniz mi yok, kalbiniz mi yok, yoksa büsbütün kötüsünüz farkında mı değilsiniz? Hangi duyguyla izleyebiliyorsunuz, hani kendi haline şükrederek ve o kötü durumun başkasının başına geldiğine için için sevinerek mi? “Bunu da bulamayanlar var” hissiyatı mı, “herkesin başına gelebilir” insafıyla mı? “Ah yavrum erken büyümek zorunda kalmış” takdiriyle mi? İzlerken duyulan acımayla mı tatmin oluyor ruhunuz? “Pis mendilci çocuk almıyycamm aa ısrar etme” dedim insanısınız hepiniz. Nasıl bir acı fetişi bu, ne zevk alıyorsunuz? Küfreden çocuğa gülen “eşşolueşşeek de oğlum ekikiki” ilkel mağara adamı mı var içinizde? Hep birlikte mi delirdiniz nedir yani? Ruh hastası bir yetişkin gibi davranan zavallı bir çocuğun nesi komik?

Her açıdan sakat bir durum, bir de tvye çıkartılıp, “anlat çok mu fakirsiniz” muhabbeti nedir yahu?
O reytinglerinize tüküreyim ben asıl.
Hepinizin canı cehenneme.

love who you are








Ben 2010’a dün girdim, Şubat 1’de.
Güneşli ama serin Kadıköy gününde. Çünkü pırıl pırıl bir sabahtı. Ben neşeli ayçiçeği. Hop bir mucize, hop bir telefon, hop bir güzellik. Hayat cömert davranıyor. “Topla kendini” diyor. Ne yorgundum oysa. Şimdi ne güzelim. Ve bu yılın defterini nihayet edindim ve yıla 1 şubat pazartesi başladığımı yazdım.

Zor bir aydı, üzüntüler, kayıplar, hastalıklar, telaşlar, ama geride kaldı. Geçen haftaki zorunlu detoksla sonuçlanan hastalık hali, ruhen de arınmamı sağladı. Demek ki lazımdı. Hop toparlanalım, önümüzdeki maçlara bakalım.

/
Cumartesi günü.

“Sana anne diyebilir miyim been?”

Karşımdaki ses; neşeli bir ses, anaç, genç, mutlu.

Şımarık bir anımda “bana da reçeeel” diye sızlandım diye, kapıma kadar reçel. Bence kariyerini bırakıp “zarifvegüzelşeylerdükkanı” açmalı. O nasıl bir kavanoz, nasıl bir kart, nasıl bir kurdele, nasıl bir kese, nasıl bir el yazısı… Yolladığı çay bile mucizevî. Telaşla Pazar kahvaltısına yetiştirme düşüncesi annece. Üç gündür ona batıra döke saça yiyeyim diye simitle besleniyorum ben.

Ne kadar teşekkür etsem az.

/

Lost’u en baştan izlesek mi derken, 104 kadar bölüm, 70 kadar saat hesaplaması sonucu vazgeçtik. Şimdi yeni sezona hazırlanıyoruz. En sevdiğim dizi bu.

/

Özlediğim kitaplar var. Bence yetişkin olmak veya çocuksuz olmak engel değil çocuk kitapları rafı edinmeye. Çünkü benim okuduğum en güzel kitaplar onlardı. Hayır çocukluğa özlem değil bu. Küçük Vampir’i kim sevmez? Anton’la Rüdiger’in maceralarına bayılıyordum, o zavallıcık küçücük odasında, sıradan evinde pencereden gelen vampir arkadaşını beklerdi, kimsenin bilmediği maceralar yaşardı. Bir gün benim pencereme de gelir mi diye bekledim hep. Okuduğum en eğlenceli seriydi, hala da öyledir. Enid Blyton’ın kitaplarını peki? Koca bir yaz o serileri okumuştum, okumayı söktüğüm ilk yazdı çok iyi hatırlıyorum. Minik boylu sarı sayfalar. Uzun öğleden sonralar hep o kitaplarla güzelleşti. “Uyumasan da dinlen” talimatlı öğle uykularının rüyaları onlarla demlendi. Tesadüfün en güzeli, yıllar sonra o serinin filmlerinin çevirilerini yapmaktı. Okumayı bana okudukları karton masallarda Rapunzel’e baka baka sökmüştüm. Okuldan çok önceydi, ve ondan sonra en büyük eğlencem masallar oldu. Öylece okula gidince, minyonluktan sınıf atlamam da uygun görülmeyince, Cin Ali dönemim kısa sürdü, diğerleri fiş yazarken sıranın altında Grimmleri, Andersenleri ve daha nicesini o yıl okudum bitirdim. “Canı sıkılmak” deyimini bilmezdim ben. Pippi Uzunçorap’ı bile bilmiyor şimdikiler ama? Uçan Fil Dumbo’yu, Bambi’yi peki? Oz Büyücüsünü? Pıtırcık’ı kim unutabilir, Toraman’ı, Çarpım’ı, Lüplüp’ü? Hepsi arkadaşımdı benim. Pinokyo’yu? Hiç de hafife alınacak bir kahraman değildi oysa. Matilda’yı… Yoksa Çarlinin Çikolatası Fabrikasıyla mı tanıdı şimdikiler Roadl Dahl’ı? Salzburg diye bir şehrin varlığını öğrendiğim macera kitaplarını, Brezina serisini nasıl unuturum? Gittiğimde kaybolmayacak kadar canlandırmıştım gözümün önünde. Öğrendiğim tüm kent isimlerini atlasta arayıp hayallere dalardım. İki yıl okul tatilini, Jules verne’in bütün kitaplarını. Arzın merkezine seyahat, 80 Günde Devrialem, Kaptan Grant’ın çocukları, Denizler Altında 20000 Fersah… Hani kalın kaplı altın yayınlar serisi, ne severdim her birini. Tom Sawyer, Peter Pan, Gulliver, Siyah Lale, Küçük kadınlar, Küçük Prenses. O kız için az mı ağlamıştım. Her birini en az iki üç kez okurdum. Demiryolu çocukları. Kitabın ilk cümlesi dahi hala aklımda. Resimlerini çizerdim okuduğum kitapların. Kokusunu hatırlıyorum. Kapak resimleri gözümün önünde. Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisi. Gülten Dayıoğlu’nun kitapları. Yapa’nın hareketli kitapları. Doğan Kardeş dergilerini. Benim çokça vardı, yetişemediğim zamanlara ait olanlar ciltlenmiş halde. En sevdiklerimdi. Çizgi romanları, mickey’inkileri, dergileri, Donald amca’yı, Tenten’i, Red Kit’i ama en çok ve daima Asterix’i. Daha aklıma gelmeyen binlercesi. Hayal gücü yüksek bir çocuk için define sandığı gibi. Bu yüzden hiç "kitap okumak" meli malı eylemlerden biri olmadı benim için. Bunları birer birer tekrar edinmeli. Çünkü çocuk edebiyatı en güzel şey ve şimdikileri de denedim, okudum ettim, yok aynısı değil, bir şeyler eksik. Tatsız, tutsuz, bir garip.

/

Ve ruhlar arasında var olduğuna kesinlikle inandığım bir bağ. Yoksa uzun zaman üzerine düşünüp, yüksek sesle söylediğim bir cümle, nasıl gelebilir ki bir zarfın üzerine yazılıp? Gerçek mucize işte bunlar.

/

Tanıdığım güzel insanlar... Kalbi, kalbime yakınlar…
Cebimde çokça teşekkür var.

/
Hamiş: Yukarıdaki resmi hatırlayan kaleye mum diksin.

25102010

Uykular dolusu yorgunluk. Akşam vakti bir telefon. Kötü bir haber. Hop aniden yolculuk, vazifeler, üzüntüler. Soğuk. Ama nasıl bir soğuk. Zaman zaman kar, ama kardan daha zor bir soğuk. Abartmıyorum, bir ara sırtımın kitlendiğini hissettim. Telaşa bir mola. Kuzine, filmlerdeki gibi, maşınga diyorlar orada. O odada 2 saatlik uyku. Sanki fizik tedavi. Bütün kemiklerim yumuşadı, yavaş yavaş açıldı. Nasıl bir şey. Kaloriferler onların yanında sıcak su torbası gibi bir şeymiş sahiden. Her an eve bir kuzine kuralım diye tutturabilirim.
Döneceğimiz akşam, cenaze havasından kaçmak için, pek sevdiğimiz biriyle kahve molası. İlk kez damla sakızlı kahve içtim. En çok sevdiğim şeyler bir arada. Öyle iyi geldi ki.
Zor bir haftanın ardından kar. Tamam ben de seviyorum karı ama, soğuk güzel bir şey değil ki. Bu neşeyi de çok anlayamıyorum o yüzden. Kar istanbulda, -2 derecede olağanüstü hal ilan edilmesi demek, trafik demek, aksamalar demek. Dün uzun uzun uzun yürüdük, merdivenlerden indik çıktık ve sonunda geziyi fondüyle taçlandırdık. Çilek harika bir şey. Camdan karı izlemek de güzel. Limoncuğum üşümüş müdür, içeri alsak mı?

Bir de; bigbangtheory en gülmeli dizi, Fraiser'dan, Seinfeld'den sonra ama.

şu sıralar...

Ennn çok içtiğim şey; elma çayı. Nasıl bir mutluluk. Ve ben herşeyi abartırım. Geçen gece devasa bir bira bardağına doldurmuştum. Bıkmadan önce ara versem iyi olacak sanırım.

Enn çok dinlediklerim; soundtrack albümler. Heyecanla indirirken cici bir arşivim oldu.

Ennn çok yediğim şey; kırmızı biber. Közlenmiş haline bayılırdım, şimdi sadece yıkayıp yemeye fena dadandım. Kahvaltıda, ara öğünlerde, yatmadan, hop yıka lüplet.

Ennn eğlenceli besin maddem; sevdiceğimin nasıl bulduysa bulduğu ev yapıma yoğurda çok benzer yoğurtla, değişik reçellerimi karıştırarak yemek. Meyveli yoğurt çok severdim, ama bu daha da güzel bir şey. Hafif, katkısız, süper.

Duyduğum ennn garip mazeret; afm sinemaları görevlisinin şikayetim üzerine somut bir açıklama yapmak yerine; konuyu "afm bu değil" cümlesiyle bağlaması.

Yediğimiz en faydalı abur cuburumuz; sevdiceğimin keşfi bayatlamayan kurabiyemsi şeyler; kahke.

Yeni keşfim ekmekler, damlasakızlı, zeytin ezmeli -dikkat zeytin değil, ezmesi:)- ve domatesli. Çekirdekli ve bir de francala. Hepsi birbirinden şahane. Hep "aa bak bunu sevdik hep yaparız" diyorum, bir diğerini denerken anca sıra geliyor. Kuruüzümlü de vardı ama tadını bilmiyorum:)

Duvarıma enn çok yakışan şey; Susan Miller takvimi.

En şikayetçi olduğum şey, yılbaşıyla gelen 5-6 günlük tatil halimizde, uyku düzenimin tamamen bozulmaya başlaması, ve bunu durduramayışım. Bugün itibariyle yeniden yerel saate geçeceğim.

Aklımdaki planlar; deryik hanımla Horhor'a gitmek, antikalar bakmak, sonra bana kapalıçarşıdan cadıkazanı malzemeler aldığı yerleri öğretmesi, sonra yemek yapıcam ona ben, o da bana o şahane renk ojelerini nerden aldığını öğretecek.

Bir de, evimizde artık yeni bir canlı besliyoruz. Bir kefir tanesi. Tanya gönderdi. Ardından yaklaşık 1547 adet sorumu sabırla yanıtladı. Nihayetinde, kendisini güzide bir cam kavanozuma yerleştirdim, uslu uslu oturuyor. Onu sütle besleyeceğim, umarım yerini sever, büyür, serpilir ve şifa verir. -bir şeyin aynı anda hem bozuk yoğurt, hem kesik süt, hem de küflü peynir kokabilmesini, iyimser bir yaklaşımla bir mucize olarak değerlendiriyorum-

Şu sıralar böyle.

Hamiş: The Story of Maths. Mutlaka izlenmeli. Çin İmparatorunun haremindeki matematik danışmanları, -haremdeki kadınlarla birlikte olması sırasını ayarlayalım derken neler buluyorlar-, Sudoku'nun kaynağı, Hintlilerin hiçlik duygusunun onları sıfırı bulmaya götürüşü, islam'daki namaz saatleri ve kıble gibi matematiksel konuların onların matematikte çığır açan şeyleri geliştirmesine yardımcı oluşu, Hayyam ve matematik, hikmet evi, cebir, Fibonacci sayıları ve tavşanların ilişkisi gibi konularla, doğunun oyunu olan matematiği, batının nasıl kendine mal ettiğini itiraf eden, akıcı bir belgesel.

The Good Wife's Guide


En son izlediğim bir belgeselde, kadın kendine harika bir mutfak önlüğü alıyordu.
Üzerine deryik'in son yazısı tuz biber ekti, aklımdaki bu yazıyı yazayım dedim.

Yukarıda gördüğünüz “the good wife’s guide” 1955 yılından. Daha net okuyabilmek için linki tıklayabilirsiniz. Maddeler gerçek üstü gibi gelmişti okurken, ama sonra üzerine biraz düşününce, hiç de değil. Şu an hala bunları düstur edinmiş hatun kişiler var. Hem de daha geliştirilmiş hallerini.

Benim durumumdaki gibi, etrafınızda yoksa eğer, kadın bloglarına bakmanız yeterli. Erkeğinizi elde tutma ipuçları. Yukarıdaki zamazingoyu günümüze uygulamak mümkün. Bir özet geçeyim.


The Good Wife's Guide, 2010

Yemeği bir akşam önceden hazırla. Tanrım ya o geldiğinde yemek hazır olmazsa?! Aynen yukarıda söylediği gibi “Most men are hungry when they get home and the prospect of a good meal is part of the warm welcome needed.” Bu işi sevmiyorsan da, sevmeyi öğren, hayatının geri kalanının büyük bir kısmı mutfakta geçecek, alış. Bunun için de; ankastreler, şık mutfak gereçleri gibi şeyler edinmekle başla. İşini kolaylaştıracak bilumum aleti satın al. Hem hamur yoğur, hem manikürün bozulmasın, bunu esas al. Hey bu işi hafife alma; “kalbine giden yol…” Organiksin, not et bunu lazım olacak. Bu dönemin modası bu, ona göre. İçinden üç kere “sağlıklı beslenmek” de, aferin. Öyle hep et, kurufasülye falan olmaz, sıkıcı ve garip sebzelerle farklılık yarat. "Biz brokoliye bayılırız" ailesi. Manavda falan pahalı sebzeleri tercih et. Aş kendini. Adını bilmediğin bir ülkeden ithal, nasıl pişeceği meçhul sebzeler alarak onu da zengin et. Saksıda dereotu yetiştir. Kocanı kötü besinlerle beslemek istemezsin. Hem bak bu ilerde kafasına kakmak için de bir koz senin elinde, “bir günden bir güne…” diye başlayan uzun nutuklar atabilirsin. Devamını “saçımı süpürge ettim…” diye sürdürebilirsin. Unutma bunlar çaresiz ev kadınlarının ortak dili. Ne kadar çabuk öğrenirsen, o kadar iyi. Ayrıca "ay hiç beceremem şekerim" elektriği vereceksin. Hani ilkokulda, hiç çalışamadım dediğin sınav için gecelerce uykusuz kalırdın ya, aynı mantık. Veya şimdi eşofman, dağınık saç, spor ayakkabı, "evden öylesine çıktım" imajı için saatlerini harcayanlar gibi. Ev işlerine takık değil gibi görüneceksin ama mükemmel olacaksın, hem şaşıracaklar hem iki kere hayran kalacaklar.

Kendine de dikkat et, gün içinde bilmem ne kadar su, şu kadar yeşil çay. Bir litreden çok, iki litreden az. Yetersiz beslenme ama çok da yeme. 34 bilemedin 36 beden sınırın, yine de kilo alırsan doğumdan falan mazeretin hazır; “beni böyle beğeniyor.” Bir yere not et unutma. Formda kalmak istiyorsan da “masraf çıkarma”, sabahları sizin tarikatın başkanı ablayla pilates yap.

Kremlerin, jellerin bitmeden hemen yenisi ısmarla. 1955’ten bu yana çok şey değişti, kafaya kurdele takmak yetmez bebek. Pratik ol, artık internet alışverişi diye bir şey var, yorma adamı. Aa hesaplı da olmalısın bak, indirimleri takip et, “ek” kartını bilinçli kullan, karttaki puanları harca, bedava kampanyaları kovala, bravo sana. Yaşın geçiyor kırışmaman gerek, onu da sakın atlama, zamanı geldi mi gözaltı kremleri. Yine de çok talepkar olma. Ne derdi annen; “elindekiyle yetinmesini bil”. Bunu günümüze şöyle uyarla; havuçtan krem, salatalıktan maske falan yarat. Bunun için televizyondaki öğle kuşağından veya internetten faydalanabilirsin. Yemekten artan malzemeler hop cilde, mantık bu.

Bütün bunları yap ama yorgun olma. Onu güler yüzle karşıla. Evi hazırla. Unutma, bu konularda iyi olduğun oranda ödüllendirileceksin. Öncelikle senin gibiler tarafından. Gıptayla bakacaklar sana. “Ay nasıl yetişiyorsun şekerim” Zaten asıl önemli olan, hemcinslerinin yaptığı baskı ve koydukları yazılı olmayan kurallar. Onları esas alacaksın. Ve ona gelince; belirli şeylerle ödüllendirecek işte; takı, parfüm, çok cömertse seyahat falan. Kızsal hediyeler. Bunları bonus toplayan mario gibi biriktir, gerektiğinde toplu ödeme yapması için uyar. Bir kız arkadaşına şöyle anlat mesela o anlar; “bla bla yaptı ama gönlümü aldı.” İşte bu içi geçmiş evliler arasında bir şifre ve “hata yaptı ama ödemesini yaptı” anlamına geliyor. Bu hesap, hatanın büyüklüğüyle doğru orantılı sayıda gül olabilir. Sonra “benimki hiç çiçek almıyor” deme. Kendi düşünemezse kapris yap, yoktan sorun falan çıkar hatırlat.

Arada kültürel aktiviteleri unutmayalım. Evdeki recep ivedik entel berk'e dönüşmeli. E bu kimin işi, bildin; tabi ki senin. Onu yontacaksın. Yer yer, tiyatro aktiviteleri, belli filmlere git, ama ev kadını kendi başına gitmez, adamı da sürükle. Unutma, ev hanımı kültürlü olur, ilerde çocuğunuzu kurs kurs gezdirirken bunlar hep lazım olacak. Kızımız Biriçimsu piyano çalıyor, at biniyor, hatta yetmedi devekuşuna geçti. Bunlar hep gurur vesilesi, o yüzden o kütükten bir sanat eseri doğurabilmek için, onu da biraz yontman gerek. Çocuğun notları 90'dan 80'e düştüğünde tutacağınız öğretmeni seçmek için donanımlı olman gerek.

Bak ne diyor yukarıda, soğuk aylarda şömineyi falan hazır etmeli. E şimdi farklı durum ayak uydur, evi bile ısıt, gerekirse kendini yak ama bunu ihmal etme. Sakın! Gerektiğinde ondan önce yatarak yatağı ısıt, gerektiğinde sıcak su torbası yap, ona iyi bak. Hastalanırsa, "ah çocuk gibi çok nazlanıyor" geyiğini illa ki yap ve "bensiz yapamaz bu"yu da ucuna ekle. Neydi atasözümüz: “Yuvayı dişi kuş yapar.” Unutma. Hani vardı ya reklam, mutlu kadınlar delirmiş bir halde şarkı söylüyordu “evimde mutluyum beeen” Hayır canım, tabi ki senin hayatın “monoton” değil, kim demiş? Hatta çok “yoğunsun”. Bu cümleyi içinden tekrar et, mantra yap, kendin de inan. Seninkinden farklı bir yaşam seçen hemcinslerine hep bu mesajı ver; “bilmemkimgillerin oğlu evleniyor, ajandama yapılacakların listesini yazdım” falan de. Yani sen de en az onun kadar önemli bir şey yapıyorsun, hatta daha önemli. Gece yatarken ertesi günkü işleri planlayarak kendini hipnotize et ve yorgunluktan uyuyakal. Çok bunalırsan, perdenin desenlerine dal git, hatta üşenme kalk yıka ütüle, olmadı nevresimlerde hayatın anlamını ara, bornozların kokusunu içine çek, halılarında tarzını yansıt. Bul işte bir şeyler. Bugün kendin için bir şey yap, bir çılgınlık yap ve yumuşatıcını değiştir mesela. Veya her hangi bir “marjinal” mutfak objesine histerik bir tutku falan duy. Ne yap ne et onu aldır. –fiile dikkat, al değil, aldır, hani bir reklam vardı yine; “beni otomobillendir” işte öyle-

Zaten söylememe gerek yok, bütün dekorasyonun kendi zevkine göre olması, seni “yansıtması” için elinden geleni yaptın mutlaka. Sen seç hepsini ve “her şey istediğin gibi olsun dedi” diye girdiğin ortamlarda gururla paylaş. Anlaşıldı mı?

Onu gördüğüne sevin! Evet! İşin bu senin! Yukarıya dikkat; bak ne diyor: Let him talk first- remember, his topics of conversation are more important than yours. İşte bu kadar. Onu rahat ettir. Bunu da fark ettirmeden yap. Gözüne sokma yani olmaz. Baskı hissetmesin. “Dört dörtlük” ol. Kendi sorunlarını kendine sakla veya kuaförüne anlat. Ya da nadiren senin gibi evli kadın arkadaşlarınla buluş, buluş dediysem ev ziyaretleri veya bir kahve içimi. Ve o eve dönmeden eve dönmüş ol, asli görevlerini unutma. Sorun dediysem, sakın kulağına küpe olsun; "kimse yoğurdum ekşi demez." Kendi evliliğinden bahsetmeyeceksin, sorun mu o ne ki, senin hayatın mükemmel, bahsetsen de "bir arkadaşım anlattı" sendromuyla paylaşacaksın. Kuaför ve alışveriş başlıca "outdoor activity" senin için. Alışveriş diyerek geçme, indirimler takip edilecek, en yeni alışveriş tapınakları belli sıklıklarda ziyaret edilecek, kampanyalar, yeni açılan yerler kaçırılmayacak. Bu arada evin patronunun verdiği elektriğe göre, yer yer bonkör yer yer tutumlu davranılacak.

Romantizm! Mutlaka "evliyiz ama biz hala aşığız" mesajını vereceksin. Bunun için yapman gereken şey basit, evdeki malzemelerle bile olur: mum! Evet. İki mum yakmak, loş ışık, belki şarap, saçma saçma birbirinizin gözlerine bakıp, tanıştığınız gün kim ne giymişti gibi şeyleri anmak evlilikte romantizmin gereklerinden. Bu anları mutlaka fotoğrafla. Kendin için değil, unutma hiç bir şeyi sadece kendin için yapmayacaksın, "çocuklarınız için" İlerde bakıp "annemiz babamız ne mutluymuş" demeleri için yap bunu. Ve bunları facebookla duyur; "balayımız" , "evlenme teklifi ederken" gibi acaip albümler yap, bunlar yıldönümlerinde güncelle ve status olarak da bunları yazarak herkese ilan et. Hatta tek başına isim bile alma, ben-kocam-soyadımız şeklinde hesap aç.

Dergileri takip et, tarifleri biriktir, mutfakta da harikalar yarat, yanılma payın yok sakın ha. Bazen “eline sağlık” diyebilir, tabi yemek yeterince iyiyse. Asla sadece emeğin takdir görmesini bekleme, emek yetmez; mükemmel olacaksın sen! Hatta “mutfak masrafından arttırıp” para bile biriktireceksin. Zorlanmayacaksın korkma, kendini bildiğin zamandan beri arkadaşların sokakta düşüp kalkarken sen hanım hanım bir kız olarak evcilik oynamayı tercih ettin, şimdi ektiğini biçeceksin. Barbi’ydi senin idolün! Ondan iş bekleme, hayatı paylaşmak falan unut bunları, seninki bir tür şirket. En fazla Amerikan filmlerinde gördüğün, sen mutfaktayken, salataya yardım etme sahnesini yaşarsın, o bile çok sana. Bunları yap ki, eve koşar adım gelsin. Seni sevdiği için falan değil, kaçıncı yüzyıldayız, bu bir yarış, ev mükemmel olsun ki, o da seni seçsin. Seni seçerek seni onurlandırsın. Aferin anladın.

Bir de bu dönemin modası; sürpriz yapmak, şaşırtıcı olmak. Beklenmedik şeyler. Ne bileyim işte, çok yaratıcı olmana gerek yok, sevdiği bir yemektir, arkadaşlarını eve davet etmektir falan öyle şeyler. Ya da en fazla cebine notlar falan koymak. Öyle abart ki, ofiste post it görünce, seni hatırlasın. Sen de kendi dünyan çerçevesinde onu ödüllendir. Gömleklerini hep ütüle mesela. Öyle iyi ol ki, "benden başkasının ütüsünü beğenmiyor caanım" desin.

Modayı takip et ama masraflı olma. Birkaç hobi edin kendine ama sakın bunlar yelkencilik, satranç, yamaç paraşütü falan gibi şeyler olmasın. “Evli barklı kadın”sın sen unutma, ahşap boyama olur, takı olur, en fazla bir hovardalık yapar seramikle ilgilenirsin, o kadar. Bu konuda da gündemi takip et, nasıl annen zeki müren kirpiği örneği için çabalıyordu, sen de yapacaksın bunu. Baktın herkes topraktan tırtırbitör yapımı dersleri alıyor, ne yap et sen de al. Spor yapacaksan bile, illa ki fitness amaçlı olacak. Sınırını bil ve aşma. Eve koşu bandı gibi çözümler düşünebilirsin. Sadece kendin gibilerle görüş, çemberin dışına çıkma ve onlarla yarış, birbirinizi aşın hep. Kazara çalışma hayatı deneyimi yaşasan bile, -ki bunu da yine hobi düzeyinde yapacaksın- sakın evi ihmal edeyim deme.

Yine bu günlerin moda bir mevzusu var; geri dönüşüm. Şimdi geri dönüşüm dediysek çok fazla bilinç beklenmiyor senden. Korkma. O erkek işi. Ülkede plastik geri dönüşümü durumu, çöp ayrıştırmak, atıklar, nükleer santraller gibi konulara kafa yormana gerek yok. Kafa yormak demişken, siyasi mevzularda da “üç çocuk yapın” üzerinden, seni ilgilendiren mesajları al, ufak tefek zam haberlerinden enflasyon hakkında ahkam kes arada, gerisine karışma, kime oy vereceğini falan sen bilmezsin, beyin bilir zaten. “Biz bilmem kimi destekliyoruz” diyeceksin, unutma simbiyotiksiniz.

Geri dönüşüm diyorduk; yapacağın şey basit, kilometrelerce öteden bir sürü yakıt harcayarak gelse bile adı “organik” olan kozmetikleri tercih edeceksin. Ve daha önemlisi; evdeki her şeyden başka bir şey yapacaksın. Bunlar kesinlikle birbirinden alakasız ve saçma olacak. Aa, senin o yaratıcı insanlardan ne farkın var; adına da tasarım diyeceksin. Örnekliyorum, pet şişeden gazetelik, kutu koladan çanta, çöp torbasından kitaplık, sigara paketinden bardakaltlığı, şişe kapaklarından kolye… Bak bir sürü örnek var. Yapabilirsin!

Bunlara nasıl yetişeceğim diye sorma, zamandan bol neyin var ki? Boş zamanın çok senin. Yetişemediğin yerde “kadın” alırsın. (O yardımcı ablalara neden “kadın” denir sahi?) Oh dört koldan temizlersiniz. Evin tanrısının toplamda 3 saat ve onu da aynı koltukta oturarak –tabi ki çünkü çalıştı geldi, yorgun, dinlemesi gerek- vakit geçirdiği evin her köşesini pırıl pırıl yapmalısın. O elinde kumanda maç izliyor olabilir, kendi geğirme sesinden seni duymuyor bile olabilir, hemen bir önceki maddelere dön, “onun anlattıkları daha önemli”, derhal gülümseyen bir ifade takın ve tvnin önüne attığı çorabı kirli sepetine alfabetik sırayla yerleştir. Ha televizyon demişken, gün içinde izliyorsan bari faydası olsun Derya Baykal izle, sınıf atlayasın varsa, Martha teyzene takıl. Gündemi takip et, senin gündemin diziler, yoksa arkadaşlarının sohbetinde sınıfta kalırsın.

Kitap okuyacaksan, dizinde battaniyen, yanında kahven, ev içinde bir konsept yarat ve dışına çıkma. Tabi öncesinde işlerini bitirmiş ol ve bunu “dinlenmek” için ayırdığın vakitte yap. Kitabın da aklını çok yormasın, bestsellerları takip et, hem diğer “evli” arkadaşlarınla konuşacak bir şeyler olur, hem de aklını asıl düşünmen gereken şeyler yerine onlarla meşgul etmemiş olursun tamam mı? Naz, niyaz, ağırdan satma mevzularına hiç girmiyorum, işini bildiğine eminim. "Zamanında peşimden çok koştu" diyebilmeni sağlayacak adımlar at. Olmadı git kendine bir cosmopolitan al, en sevdiğin kahveni “yudumlarken”, öğretileri yaşamına adapte et. –kullandığımız fillere dikkat, kahve içmek değil, yudumlamak-

İşte bütün bunları mükemmel bir şekilde yaptıktan sonra, neredeyse mükemmel kadın olacaksın! Ve o zaman eskilerin “ev hanımıyım” diyerek geçiştirdiği o şeyi üstü kapalı söylemek yerine, vurgulayarak söyleyebileceksin, sen müdür karısı olma vasfını göğsünü gere gere taşıyacaksın, çok sıkıştığında “her başarılı erkeğin arkasında…” kartını kullanacaksın.

Sakın “nasıl, neden ve ne uğruna var olmak istediğin” gibi detaylar üzerine kafa yorma. Birey olmak gibi amaçların yok, çıkar aklından. Aslında senin bir amacın da yok. İlk gençliğin boyunca, baban karar verdi her şeye, şimdi de hayatının bir bölümünü bir erkeğe endeksli yaşayacaksın, sonra çoğalacaksınız, “ona iki çocuk verdim” başlığı altında, yaşamının geri kalanını başka bir kaç canlıya –evlat önce gelse de, kocanın pabucu dama atılmayacak unutma- adayarak geçireceksin. Yukarıda da söylendiği gibi; a good wife always knows her place.

İşte, Good Wife’s Guide 2010.

Başta belgesel demiştim; işte belgeseldeki kadın üzerinde “sexy women have messy kitchens” yazan bir önlük alıyordu kendine. Gülen, mutlu, bir sürü çocuğuyla kocaman bir evde şen şakrak yaşıyordu. Karman çorman. Yaşayan bir ev. Capcanlı. Dağınık bir evde yaşanmışlık vardır çünkü, evi temizlemek ruhunuzu temizlemekle aynı kapıya çıkmaz, veya evini düzeni oranında düzenli değildir hayatınız, geleceğiniz.


Ben mi? Ben dağınık mutfağım, yarım battaniyem, benden iyi yemek pişiren sevgilimle çok mutluyum. İyi ki, birbirimize beklentiler listesi sunmuyoruz ve tabi hayal kırıklığı da yaşamıyoruz ve iyi ki, bu alışveriş hallerinden uzak bir yaşam kurduk.








05012010

Sanki yumuşacık bir bulutun içindeydik. Pofuduk.
Ve orada zamanı unuttuk. Gece ve gündüz karıştı.
Dinlendim, harika filmler izledim, kitaplar okudum, uyudum, uyandım, sevgilim şahane şeyler pişirdi ben yedim. Sürekli evde olması çok tatlı bir durumdu. Biz minicik kutumuzda, binlerce yıl hiç dışarı çıkmadan yaşayabiliriz sanırım.
5 gün boyunca toplamda 1 saat bilgisayar kullandım. Bolca ve sakince uyudum. Cici kurabiyeler pişirdim.
Emekli olmuşuz da, balık tutmaktan yeni gelmişiz gibi. Dışarda mevsimler değişmiş, biz hiç fark etmemişiz gibi.
Yeni kelimeler özleyecek kadar dinlendim. Çalışkan arı olmaya hazırım.

Yeni yıla harika başladık.

Lalalalalaaaaaaa!

"open up your heart"

Günaydın,

2009’u tam da istediğim gibi bitiriyorum.
Birikmiş işlerim tamamlandı. Yılın son gecesini de, çalışarak, sevdiğim işi yaparak ve mutlu bir yorgunlukla sabaha çıkardım.
Yılbaşı çılgınlığını pek sevmem, ama zaman muhasebesi yapmayı, planlar, hedefler, istekler belirlemeyi, kendimi yenilemeyi, zorlamayı severim. O yüzden her yeni yılın getirdiği başlangıç hissini de. Her Pazar akşamı haftayı değerlendirmeyi, gelecek hafta için iş planı, menü planı, istek planı, bütçe planı yapmayı sevdiğim gibi.

Bazı üzüntülerimiz, kayıplarımız oldu hayatın genelinde olacağı gibi, ama güzel bir yıldı. Kırmızı kaplı defterime baktım, yazdığımı bile unuttuğum dileklerim olmuş, hedeflerimin çoğunu gerçekleştirmişim, verdiğim kararlardan caymamışım. Birilerine kızmışım, birilerine üzülmüşüm, gezmişim tozmuşum, ama bir şey değişmemiş; Birini yine hep daha çok sevmişim. Hep daha çok.

Şimdi bugün dinleneceğim ben. Yine eski yılın muhasebesi, yeni yılın planları, umutları. Uyuyacağım, güneşte yürüyeceğim, film izleyeceğim.

2010’a çok fena hazırım:)

Bu da yılın son şarkısı:

http://www.youtube.com/watch?v=m4tcRlHY-3Q

Dinleyemeyen posta kutuma not bıraksın, yollarım.