üç kalp

Son günlerde bazı alışkanlıklarım değişti benim. Mesela; vapurdan iskele verilmeden atlamıyorum artık. Telaşsız ve sakince iniyorum. Güvenlik cihazlarından geçmiyorum, hoop yandan kaytarıyorum. Vakitlice uyuyorum. Haftasonu motosiklete bile binmedim. Daha iyi, daha sağlıklı bir kız oldum.

Biz evlenirken, sadece deli gibi bir arada olmak istemiştik. Aynı evde olmak, aynı hayatı paylaşmak, aynı soyadını taşımak, aynı sabahlara uyanmak...

Sonradan geldi bir mucizeyi de aramıza katma isteği. Elele verdik, doğru zamanı bekledik.

Çatımızın altında üç kalp çarpıyor bir süredir.

Kış geldiğinde, herşey vaktiyle ilerlerse hayatta en sevdiğim insan; babasıyla aynı ayda, o üçüncü kalp de minik bir insan olarak ev halkına katılacak. Küçük bir insan. Biz iki kişinin toplamından bir etmeyi becerdik, bakalım bu yeni matematikle üç edebilecek miyiz?

Bence edeceğiz.

Şimdi, aylar önce aldığım bir anahtarı verme vakti, hıdırellezde kutlamak da gerekli, dileklerin kabulüne içten bir teşekkür etmeli.

aşk üzerine

gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

Mahrem/Elif Şafak


---
Ne kadar uzun zaman elim gitmedi okumaya. Hem korktum hayal kırıklığından, hem kıyamadım okumaya, hem de doğrusu kıskandım. Hayır, yazarı değil. Yazdığını. Kalbimin en güzel sandıklarına, sarıp sarmalayıp sakladığım, en gizli çekmecelere lavantalarla koyduğumu, raflarda, herkesin elinde gördüğümde kıskandım, hoyratça dokunacaklardan, yere düşüreceklerden. Nasıl anlatayım, hani bir elmas taş varsa elinde, onu parmağına takarsın özenle, ayakkabına takmaya kalkarsan yuvarlanır gider, onun gibi.


Sonra nihayet, bir cesaretle aldım elime, bir türlü su gibi akıp gidemedi, takıldı da takıldı. Kitap bittiğinde, hissettiğim en güçlü duygu, yazarın suratına bir yumruk atmak ve yanına düştüğüm notlarla kitabı ona geri vermekti.


Cüretkâr buldum bir kere, özellikle bu. Onun dışında, çömezin maceralarını densizce buldum, Ella tanıdık geldi, bir yahudininkine benzemeye başlayan şehir insanı yaşamını, kurallarını, köşelerini, sertliklerini, rutinlerini tipik bir şekilde yansıtmış onunla. Onun kendine yolculuğu güzeldi. Belki okuyucunun kendini özdeşleştirebilmesi için koyulmuş bir öğe. Ama ona da bir mürşid tayin etmesi ne derece adildi kestiremedim. “Çöl gülü”nün anlatıldığı bölüme benzer meselleri çok okumuşuzdur önceden, ve diğerlerini de,- kopyala yapıştır yaz-. Tarihsel hatalar var mıydı? Evet kesinlikle. Beğendiğim bölümler olmadı mı? Oldu. Ama her biri, Mesnevi'den pırıltılar taşıyan cümlelerdi ve ben onları nerede görsem severim. Kitaptan alıntılayabileceğim bütün cümleler, onlardandı zaten. Bilmeyenin, kendi kaleminin yazdığını zannedeceği cümleleri bir araya getirmiş en fazla. Elindeki elmas tozuysa, serptiğin yer neresi olsa ışıldamaz mı? Ve bence ancak, bu cevherle, kaynağında karşılaşmamış insanları büyüleyebilir. Daha önce keşfetmemişleri… Neden mi? Çünkü "Mesnevi", "dini kitaplar" reyonunda, "Aşk" ise "best seller".

Ama...

Şems'i anlatmak, onun dilinden olan biteni anlatmak? Ve tabii, Mevlana'yı? Mevlana’ya aşk sorulduğunda, “ben ol da bil” demişti, sen oldun mu da, o “aşk”ı yazıyorsun? Ve neden şimdi? Neden tasavvuf herkesin dilindeyken? Neden onu “secret” falan gibi bir şey haline getirerek? Bu denli “light” bir şey mi tasavvuf? Bütün bunları tasavvuf üstüne nasıl temellendirebilirsin? Neden bir proje yazar gibi yazdığını hissettirerek? Neden modayken? Bir inanç sistemi moda olabilir mi hem? Nasıl bir şaka bu? Bin bir gece çile çeken dervişlere haksızlık olmaz mı bu, büyükleri geçelim, hiç değilse o kitabındaki çömez gibilere? Ya da ayıp? Bu kadar ucuz, bu kadar kolay mı bu yolculuk? Binlerce dervişler geçti oralardan da, bir ona mı kaldı anlatmak bu kadar pervasızca ve kelimelerini onların yerine koyarak?


Neden böylesi bir aşkın en iyi anlatılabileceği “anadilinde” değil? Hem sonra, neden sevgililer gününde, pembe kalpli, kapağı reklâmcılara tasarlatılmış bir kitapla poz vererek? Aslında konunun anlam ve önemi düşünüldüğünde Şeb-i Aruz'u da seçebilirdi tarih olarak ama satış kitlesi için çok "in" olmayabilirdi elbette. Migros raflarına daha da yakışsın diye mi renk pembe ve yayın evi artık metis değil? Ah pardon grisini de bastın sonra değil mi? Çook dâhiyane sahiden. Diğer kitaplarındaki satır aralarında, yalnızca o dili bilenlerin anlayacağı bir gizle, baharatlandırarak anlatan yazar nerede? Mahrem'i yazan elif şafak'ın edebi nerede? Diline pelesenk ettiği “aşkın edebini” neden kendisi giymemiş? Aşkın şeriatına sığar mı bu? Röportajlarında, dünyanın bilmem neresindeki bir kuş türünü ya da ilkel bir kabileyi, günlerce onların arasında yaşayarak incelemiş gibi anlatması neden? “Ben uzaya gittim, ayda bulundum, geldim, şimdi sizlerle bütün bu deneyimleri paylaşıyorum. Evet, havada takla attım. Ortam pek tozluydu.” Peki ya, kitabı okurken de bu yapaylığı hissettirmesi? Bir konunun terminolojisine, diline hâkim olmak, onun hakkında çok okumak, onu içselleştirmek demek midir? Balık, suyu anlatabilir mi? Yanmayı, en çok ve ancak pişmişler bilmez mi?

O 40 kuralın evrensel olabileceği fikrine nereden kapılmış. Hayır hiç de değil. Şeriat kelimesi, ki sanırım bu kitaptan sonra daha az antipatik olmaya başladı önceden sosyetik ablalara yaptığı çağrışım simsiyah bir şeydi, evrensel bir kelime mi? Mevlana'ya İslam dünyasının Shakespeare'i demek, ne bileyim Diyarbakır'a buraların Paris'i demekten binlerce kat zavallıca, bunu düşünebilecek bir insan yazar olabilir mi? Nasıl zekadan yoksun bir benzetmedir bu?!

Tarihsel hatalara hiç girmiyorum. Bunu internette araştırarak da bulabilir herkes. Ve elbette çok daha derinlikli bir şekilde konuya hakim olanlar var, ama Şems ve Mevlana'nın bale gösterisi düzenler gibi sema yapmaya kalkışmadıklarını en birinci seviyedeki beyin bile biliyor olmalı. O yılların Konya'sında, aynı evde yaşayan bir kadın ve adamın başbaşa saatlerce ayet tahlili yapmaları mümkün mü yani? üstelik ayetleri iniş sırasına göre incelemek dediği şey, son elli yıllık bir metotken! Evet, o yıllarda karagöz olmamasına rağmen, Şems'in ağzından "...hayal perdesinde karagöz oynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işin kandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar." diye cümle kurması belki bir detay ama bunların binlercesi var kitapta. Fantastik bir şeyse, kurmacaysa, hayır olmadığını iddia ediyor, tarihsel bir yönü varsa, evet olduğunu iddia ediyor ama çöp. Ve tehlikeli.

Ve neden "20 ytl'ye insan-ı kâmil olmanın sırları" tavrıyla? Neden, gülben ergen'le derin derin bakarak ve şarkılar söyleyerek anlatıyor kitabını? Bence tek ortak noktaları “anne” olmaları değil de, o kadın nasıl, korkunç namelerle söyleyerek, "bu su hiç durmaz"ı kendine yakıştıramıyorsa, işte elif shafak'a da bu söylemler aynı şekilde yakışmıyor. Üstüne büyük gelen bir giysi gibi, annesinin ayakkabılarıyla bakkala giden küçük kız gibi.

Hangi arada, akademisyen hanım, ortamların “sufi ablası” kesildi de biz kaçırdık? Bir tek beni mi bıktırdı, her yerde "göçebeydim, asiydim, âşık oldum, anne oldum değiştim, kemale erdim" diye anlatması? Neden, bu kitapla, onları sosyetik ablaların çay sohbetlerine "bir kitap okudum hayatım değişti şekerim" gibi meze yapıyor? Plajda güneşlenirken, bir şezlong kitabında mı çözecekler ilahi aşkı yahu? Bir şezlongdan diğerine “enerji” yollasınlar tabi, tam olur. Nedir yani, özel davetlerde, yemek yiyen insanların etrafında "dönen" semazenlerden ne farkı kaldı acaba? Konunun özüne vakıf olmadan, onu sohbet konuna eklemek, cin olmadan adam çarpmaya benzemez mi? Bu gücü, “Siyah Süt”teki kibirli halinden mi alıyor? Hani kendini o kocaman yazarlarla bir tuttuğu, küçük ve büyük, tüm dağları ben yarattım halinden? “E tabi, Mevlana ve Şems’i de, yazsam yazsam ben yazarım” diye düşünmüş olmalı öyleyse. Ha bu türlerin genel savı olan "olsun bir kişi olsun bu kitap sayesinde merak edip mesnevi karıştırdıysa ne mutlu bana" diyorsa, ki dedi, bir o kadar da kafası karışık insana sebep olduğunu bilsin isterim. Ramazan ayında promosyon kuran-ı kerim veren gazetelerin de aynı cümleyi kurduklarını hatırlayalım. Siz Türkler nasıl diyor shafak hanım, “kaş yaparken göz çıkarmak”?

Büyüklerin aziz ruhları mutmain midir ona göre? Ne haddine düşmüş onları anlatmak? Kimden izin aldı ve dahası kimden destur aldı da yaptı bilemedim. Kırıldım, üzüldüm ne çok cümleye. Küçücük boyumla ben bile.

Evet, elbette ki kendi penceresinden, kendi şems'ini, mevlana'sını anlatmış, ama öyleyse keşke bizler okumasaydık dedim içimden. O denizden, kabı kadar alabildiği, kendine kalsaydı. Tabi niyetinin bu denli masum olduğunu düşünürsek...

Peki ya neden okudum? Hani bir bölüm vardır Leyla ile Mecnun'da, bilir misiniz? Biri gelir Mecnun'a ve der ki, işte ben falanca şehirden geliyorum leyla'yı gördüm. Mecnun da, sevincinden ne yapacağını bilemez de, ona hırkasını çıkarır verir sırtından. Adam gittikten sonra, çevresindekiler, adamın yalan söylediğini söyler mecnun'a. Mecnun'un yanıtı şahanedir; "biliyordum, doğru olsa hırkamı değil, canımı verirdim."

Eğer içinize kaçmışsa o zehir, artık kurtuluşunuz yok, burnunuz her nerede olursanız olun, onun kokusunu alacaktır. Sırf o çiçeğin sarhoşluğuyla birçok yapay bahçe de göreceksiniz, birçok diken de batacak elinize.


Ama olsun. Aşk böyle bir şey.

Hamiş: Bu yazı aylar önce yazdığım, yayınladığımı zannettiğim ama taslaklarda kaybettiğim bir yazı.

telaşlı babane

Günler harika geçiyor. Elim hala aksak ritim ama idare ediyorum, ediyoruz. Arada unutup kullanmaya kalkmasam sanırım daha çabuk iyileşecek. Çünkü geceleri içime oturan bir ağrısı oluyor.

Kitaplar okuyorum, kitaplığımda yepyeni bir boş raf var, yavaş yavaş doluyor.

Bu şahane kadının doğurmasını heyecanla bekliyorum. Telaşlı babaneler gibi dakika başı soruyorum ve o da üşenmeden yanıtlıyor. Hayır, doğuruyorum dese ne diyeceğim, ne yapacağım meçhul :)

Ve lost! 11. bölüm dehşetti. Desmond'a zaten ailecek hastayız. Şimdi 12'i merakla izleyeceğiz. Sona çok az kaldı ve gerçekten nefesimizi tutarak izliyoruz.

Amsterdam'dan gelen, "biri yüzünden değil, biriyle birlikte yaşlanmanın örneği" olduğumuzu söyleyen bir kart var başımızın ucunda...

Hayatımızı güzelleştiren şeyler pek çok.

Mesela; nisan!

Meselaaa bol bol çilekler!

Erikler bir garip, o çok ekşi olmayanlar da çıksa, kilolarca yesem diye bekliyorum.

telaşlı babane

Telaşlı babanelere döndüm. Şimdi bu şahane hamile kadın doğuracak ya, her gün bakıyorum, bir şey yazmış mı, online mı, ne yapıyor.
Hadi bakalım, göremedim ya da elbette ki meşgul o zaman üşenmiyorum, sms atıyorum, arıyorum. Doğuruyorum dese napıcam, merak ediyorum.

hayat güzel

Ben sol elle yemek yiyorum diye, kendisi de sol elle yiyen bir sevgilim var.

Hayat gerçekten güzel.

en sevdiğim elim.

Tek elle de yazı yazılabiliyormuş. Sol ele de zamanla alışılabiliyormuş. Anahtarla kapı açmak, saça toka takmak gibi eylemler aslında çok girift bir düzenin başarısıymış.

Baş parmağımın eklem noktasında bir felaket, ağrılar ağrılar. Doktorum şahane biri, teşhisler kondu, tedaviler ve tavsiyeler... Özet: el bezi sıkmak, kapı açmak... akla gelebilecek bütün hareketler bir süre iptal. Gelsin buz kompresleri, gitsin merhemler. Digitürk'ün kumandasına basıp kanal değiştiremediğim için, dvd playerda film izledim bugün, öyle söyleyeyim.

Ne acayip bir sistemimiz var, bir minik parçadaki aksama bütünü tamamen etkiliyor. Nasıl bir uyum. Hani aklıma gelmez bana sorsan ha beş parmak ha dört parmak derim. Onun şaşkınlığındayım.

E bahar geldiği için zaten işleri hafiflettim. Nisan bana öyle iyi geldi ki, hayatımda ilk defa herşeyin bir olumlu yönünü görebilmeyi başarabiliyorum. "İyi oldu bu sayede işlerimi gerçekten yavaşlatırım hem" diye düşünüyordum az önce. Zor bir durumu fırsata dönüştürecek kadar şekerpareyim.

Şimdi birikmiş yepyeni kitaplar, filmler, uzun yürüyüşler...

nisan geldi hanım

Yaşasın! Yaşasın!

Nisan geldi. Ne mutluluk. Ne güzellik. Bolluk bereket.

Son bir aydır deliler gibi çalıştım. Hep yetişmesi gereken işler. Kendi aldığım fazlaca sorumluluklar.
Ama artık bahar geldi. Sokaklara dökülme zamanı, kış uykusu bitti. Kitaplar okunmalı, yürüyüşler yapılmalı.
Daha sakin bir düzene geçtim bugünden itibaren.
Başka başka neler yaptım... Sevdiceğime kup griye denen mucizeydi yedirdim; ki bence dünyanın en harika bir şeyi. Yürüdük yürüdük vapurlara trenlere bindik. Biz treni çok seviyoruz. Daha önce o trene binip giderdi, bakardım arkasından, şimdi birlikte... Harika eski kitaplar aldık. Çok eğlenceli günler başladı. En sevdiğim mevsim; Mart-Kasım arası şahane. Yollara çıkarız artık, baharı karşılarız, hıdırellez gelsin ateş bile yakarız. Dilek listeme baktım da; durum harika.

Bugün mü olur mu yarın mı bilmem ama o ilk deli yağmur; ama yağarsa kesin ıslanın. İşte masalı da burada: http://mormermaid.blogspot.com/2009/04/nisannisannisannisan.html
Burada az önce yağdı ve yakaladım bu uğurlu damlalardan.
Ben çok mutluyum.


Seni seviyorum.

Her gördüğümde, “yeniden” aşık olduğum için değil, her seferinde sahiden “ilk kez” olduğundan sen.

Senin beni sevmenden, muhteşem bir sevgili olmandan bağımsız. Bu aşkın karşılık bulması sadece mucize.

Küçük şeylerde kaybolmak sonradan geldi. Gece yarısı yaptığın kahve, beni olduğum gibi sevmen, daima desteklemen sonradan geldi. Sevdiğin şarkılara eşlik ederken, detone olmaya aldırmadan o şarkıları en bir güzel söylemen de. Neye kalkışacak olsam “delirdin mi?” demeyecek, “yapamazsın” demeyecek biri var. Anlarda mutluluklar bulmak daha sonra geldi. Çok keyifli bir gülümsemenle hayat dolmak. Ben kimseden bir şey isteyemem. İstemedim hiç. Hasta olduğumda, mutsuz olduğumda, ağladığımda saklanırdım hep. Bu değişti mesela senden sonra. Hasta olmanın keyfine vardığım oldu. Garip bir bağ bu. Hala anlamıyorum bazen, gece uyanıp bakıyorum sana böyle "kibritçi kız" bakışlarımla. Ama sen o masalı bitirdin ve yenisini yazmaya başladın, acemi ellerimi tutarak değil mi?

Ben seni seviyorum çünkü seni seviyorum. O kadar.

Çünkü senin varlığın bahar gibi, tarçın gibi, mor gibi, çakıl taşları, gökyüzü, şarkılar, şiirler ve en çok İstanbul gibi. Sevdiğim her şey gibi.

Bu şarkıyı her dinlediğimde, hani o hayal ettiğimiz yerlerden birindeyiz sanki, geniş düzlükler, yemyeşil bir yer, çiçekli elbise, bisiklet, püfür esen bir rüzgar, ya da belki motosikletteyiz, o yere doğru gidiyoruz, veya sanki yolun karşısında elin cebinde hani beni görünce yüzüne konan şahane gülümsemen yüzünde, bana doğru yürüyorsun, cebinde mutlaka seveceğim bir şeyler….


Colin hay/waiting for my new life to begin

Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
I’ll stand on the bow, feel the waves come crashing
Come crashing down down down, on me
And you say, be still my love
Open up your heart
Let the light shine in
But don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin
When I awoke today, suddenly nothing happened
But in my dreams, I slew the dragon
And down this beaten path, and up this cobbled lane
I’m walking in my old footsteps, once again
And you say, just be here now
Forget about the past, your mask is wearing thin
Let me throw one more dice
I know that I can win
I’m waiting for my real life to begin
Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
And I’ll check my machine, there’s sure to be that call
It’s gonna happen soon, soon, soon
It’s just that times are lean
And you say, be still my love
Open up your heart, let the light shine in
Don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin

avam

Avam insanların birçok ortak özelliği vardır.

Mesela; ilk tanıştığınız dönem gösterdikleri aşırı ve lüzumsuz samimiyet. Onların “canım”, “bebeğim”, gibi kelimeleri tanışmanızın beşinci dakikasında kullanmaya başladığını görebilirsiniz. Buna en iyi örneklerden biri; Seda Sayan’ın “bacım” nidası olabilir. Bu tehlikelidir çünkü birebir ilişkilerde önce kendilerine ait hiç merak etmediğiniz saçma konuları anlatırlar, hemen ardından sizin mahremiyetinize girmeye çalışırlar. Onunla paylaşmayı hiç de düşünmediğiniz konular hakkında fütursuzca soru sorma hakkını kendilerinde görürler. Paylaşmazsanız, onlara göre ya ketumsunuzdur, ya kibirli. Simbiyotik yaşamayı ilke edindikleri için, sizinle de aralarındaki sınırı korumayı bilmezler. Paylaşmadığınızda da alınırlar. Dostluğuna güvenmeyin çünkü onun dostu olmak ışık hızıyla gerçekleşir. Bu size özel değildir.

Avam kişiler genellikle bir imaj, bir kişi veya bir tarza öykünürler ve ona uygun yaşıyor gibi davranırlar. Bu bir insanın günlük alışkanlıklarını taklit etmek olabilir. Sınıf atlama kaygılarını, zaten atlamış gibi göstermeye çalışmak olabilir. Bazıları solculuk oynar mesela. Hiç anlamadıkları yazarları okur ve yine anlamadıkları için hangisi neyi anlatıyor bilmeden üzerine konuşurlar. Bal yapmaz arı der ya büyükler, işte aynı ondan. Vızvızvız. Ne bileyim, mahalle parkında ucube aletlerde her sabah üç kere sallanmayı “sporu seviyorum” olarak size sunabilirler. Bu Hülya Avşar’ın tenis oynaması ve dergi çıkarmasına benzetilebilir. Olmayan bir alışkanlığı var gibi göstermek. Mesela; burhan altıntopun “ben de Nişantaşı çocuğuyum beni de aranıza alın” feryatları bunun biraz abartılmış halidir ama durumlarını tam olarak anlatır. Ona sorarsanız o da, diğerleri gibi dergide çalışıyordu hatta müdürdü, o da eğitimliydi, o da artık şehirliydi ama biz dışarıdan ne kadar garabet göründüğünü fark edebiliyorduk. O ise farkında değildi! Kilit nokta burası.

Size bir konu hakkında fikir sorar, sonra hemen o elbiseyi üzerine giyer ve hatta kendi dikmişçesine gururla taşır. Unutur, çünkü o sizi taklit etmeyi o denli içselleştirmiştir. Kopyala yapıştır onun mottosudur. Saçınız pembedir, size “aa nasıl yaşıyorsun o saçlarla dikkat çekmiyor musun” gibi bir soru sorabilir. Sonra siz içtenlikle “işte önce rengini açtılar sonra bik bik” diye anlattıktan iki gün sonra; siyah saçlı fotoğrafının altında “pembe saçlarım ve ben… Pembe saçlı olmak öyle bir şey ki...” diye şiirsel yazılar yazabilirler. O hakikaten saçlarını pembe sanıyor, kızmayın. Ve asla saçlarının siyah olduğunu hatırlatmayın, bunu duymaktan hoşlanmayacaktır.

Ayrıca en büyük ortak özellikleri, eleştirildiklerinde aldıkları hal. O canım cicim ve “hadi her şeyimizi paylaşalım” samimiyeti birden tamamen çirkinliğe dönüşür. Acayip hakaretler, açıklanamaz davranışlar, ancak mahalle kavgasında ağza alınabilecek cümleler. Şaşırmayın. Tabi ki ondan bir İngiliz asilzadesi olmasını beklemiyordunuz ama yine de hazırlıklı olun. Bu kadar öfke hangi arada birikti şaşarsınız, ama unutmayın onun bütün derdi siz olmak, gerekirse bunun için sizi yer bile.

Eğitim durumları genelde benzerdir. Ya yeterli eğitimi alamamışlardır, ya da almışlardır ama bunu bir baltaya sap edememişlerdir. Bunun verdiği aşağılık duygusuyla kendilerine bir uzmanlık alanı seçerler. Bu uzmanlık alanı aslında herkesin bildiği ve vakıf olduğu bir konudur. Ama olsun, o eşsiz bir insan olduğu için, eşsiz bir öğrenci/kadın/eş olacaktır. Mesela; eğer anneyse çocuk eğitimi; eğer evli ve çocuksuzsa; mükemmel eş olma gibi. Bunlar değişir; alışverişe meraklıysa ve güçlü bir sponsoru varsa; stil uzmanı kesilebilir, yeşil seviyorsa, sağlıklı yaşam konusunda ahkâm keser, çiçek seviyorsa, botanikte bir numaradır, düğme dikebiliyorsa tasarımcıdır, photoshop’u açabiliyorsa grafik konusunda dehadır, iki kere radikal gazetesi almışsa da siyaset uzmanı ta kendisidir. Eğitimli olduklarını iddia ederler fakat dikkat edin genelde çalışmazlar. Çalışmayı deneseler de iş hayatları uzun sürmez, bunu da kendi tercihleri, özgürlüklerine düşkünlükleri veya hiç olmadı “beyim istemiyor”la açıklayabilirler. Ve yaratıcı işlerle meşgul olduklarını iddia ederler. Hayır, tek neden, profesyonelliğin olduğu ortamlarda onun gibilerde yer olmamasıdır.

Bir adımlık işi on adımda anlatırlar. “Bugün vapura bindim” Hayır o önce, jeton alır, tanrım çocukken de böyle vapura binerdi onu anımsar, sonra ağır ağır insan kalabalığına karışır, sonra saatine bakar; aa vapur gelmiştir. Yavaş yavaş adım atar, kolunun altındaki gazetesini hatırlar ve vapura biner. İşte bu, maksat zengin dursun. Öyle ki; eğer yanında erkek arkadaş/ezik bir kız arkadaş gibi bir şey varsa, o sırada onu da kişisel fotoğrafçısı ilan eder ve yüzlerce vapura binme fotoğrafı çektirir. Bu küçük şeylere anlam yüklemek değil, fındık kabuğunu doldurmayacak meselelerle zaman öldürmektir.

Bu insanlar apartman kavgasında bağıra bağıra kapıcıya hep kendisinin su verdiğini söyleyen kişilerdir. Pazar günü siz balkonda kahvaltı ederken tepenizden halı silkeleyen ve bunu “bir Pazar evdeyim ne zaman yapayım canım” diye açıklayandır. Trafikte “canım kardeşim” diye parmak sallayarak konuşan adamdır. Lokantada garsonu “biliyoruz bu işleri bir siparişi karıştırmamak ne kadar zor olabilir ki” tavrıyla azarlayan insandır. Haksızlığa uğradığını hissettiğinde, eğer kadınsa, direk kocasına/sevgilisine sığınır; “beni çok mağdur ettiler çok üzüldüm aşkitom” der ve adam onu pohpohlar; “bırak ya onlar senin attığın tırnak olamaz, ne kendini üzüyorsun” minvalinde laflarla kırılan egosunu tamir eder. Ayrıca yine onların o samimiyet döneminde kazara birkaç şey paylaştıysanız, bu tartışma döneminde ortaya döküleceğinden emin olabilirsiniz. Aranızdaki bir mektubu herkese okumak, özel bir paylaşımı genele yaymak… Her şey olabilir. Amaç bellidir; şov yapmak. Herkese “bakın haklıyım o çok iğrenççççç biri ve beni ağlattııı” diye duyurmak. Çünkü bilirsiniz, mağduru oynamak hep işe yarar bizim buralarda. Bunu da “onun seviyesine inmiyycemm yorum size kalmışşş” havasında yapar. Seviye nedir rakım mı ben hala bilmiyorum, ama konumuz bu değil.

Sürekli saflık edebiyatı yaparlar. “Ben çok iyi niyetli olduğum için…” diye başlayan cümleleri onlardan duyabilirsiniz. Üzerilerinde böyle gereksiz bir neşe, samimiyetsiz bir pozitiflik vardır. “Hayat işte yara ala ala öğrenicem” geyikleri anlatırlar; sakın “bundan bana ne” demeyin. Bu kişiliklerini oluşturan en temel özelliktir. Sosyal hayatta insana yardımcı olacak birçok erdemden bihaberdirler ama bu “iyi biriyim ben” sıkı sıkıya tutunurlar. Ha bir de; “dobra”dırlar. “Aaa ben yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi arkasından söylemem tatlım” derler; yani dedikodu ama daima inkâr. "Konuşsam ortalık sarsılır" kadar sır tutma yetisi. Patavatsızlığı açık sözlülükle karıştırmak.

En sevdikleri şey atasözleridir. Affedersiniz, atasözü bilmek bile bir görgü ve kitap okumak sonucu gerçekleşir, bunlar daha çok minibüs arkası sözlerle yaşarlar. “beni çekemeyen anten taksın”, “Çok da tınn”, “kalbinde yer yoksa güzelim korkma ben ayakta da giderim”, “kimseye hak ettiğinden fazla değer vermiyycekksin” gibi sözler. Bunları başlarından geçen olaylarda mutlaka kullanır, sürekli bu şekilde mesaj verirler. İlahi adaletin daima kendilerinden yana olduğuna emindirler. İlahi adalet ne de olsa işi gücü bırakıp onun ezilen gururunun tamir etmekle uğraşacaktır tabi, dünyadaki savaşlardan falan daha önemli bir konu. Bunun altında kendilerine âşık olmaları yatar. Kurtlar vadisi ve ezel karışımı bir felsefeye sahiptirler.

Afilli olması için bazı kelimeleri seçerler. Örnek verelim; mütevellit, binaenaleyh, velâkin. Bunlar genellikle edat/bağlaç olur ve kesinlikle yanlış kullanırlar. Örnekleyelim; portakaldan mütevellit meyve suyu. Bence pazara gidelim binaenaleyh. Seni çok seviyorum velakin sen çok iyisin. Bunlar gibi tamamen alakasız durumlarda şık bir edat veya bağlaç kullanıverirler.

Tavsiyem; bu kişileri yukarıda bahsettiğim özelliklerinden teşhis etmeniz ve derhal kapsama alanlarından uzaklaşmanız.

Şimdilik bu kadar.

Bir insan türünü daha gördük ve tanıdık :)