küçük kara balık



Güzel geçiyor günler. Şu son bir kaç gün tam bir dinlence, ayak uzatıp kitap okuma, tam da vaktinde serinleyen hava. Hop birden dağılan bulutlar...

Önce taa Alaska'lardan pijama getiren bir arkadaşım geldi. Komik ötesi bir şey. Bir sürü macera bulaşmış üzerine hem. Ardından bir kaç test, ufak tefek önlemler, hepsine rağmen sakin kalma hali.

Sonra D. geldi. Ve biz bu minik adamın doğumu için harika hediyeler hazırladık. Bebek çorapları desem, lavanta desem... Yeter bu kadar ipucu. Bu esnada zıpzıp tekmeler. Sanki akvaryumda yüzen bir balık. Kozasında kanat çırpan bir kelebek.

Bir kutu hazırlıyoruz şimdilerde, içinde de zamanı gelince açacağı hediyeler. Kimileri kitap, kimileri müzik, belki bir kaç mektup, o büyüyünceye dek hiç bulanamayacak olan tıktık daktilo... Böyle şeyler.

Şimdi bir de ilk kitabı geldi, kutuya konmak üzere, ilk sayfasında bir not ve başında da adı yazıyor, pek fiyakalı:
Küçük kara balık.

Dilerim, o kitabı okuduğunda benim kadar sever. Dilerim, küçük kara balık gibi engin denizlere açılacak gücü bulur kalbinde. Uçsuz bucaksız olur.

sıcak

Sıcak.
Sanırım ilerde bu dönemi hatırlamak istediğimde, kullanacağım yegane sıfat bu olur. Günler ısındıkça sanki ben de genişliyorum, beynim daha az çalışıyor, uykular bile yorucu. Yazın en iyi yanı eylül'ü beklemek. Bu yıl hayatımın en sıcak yazı oldu. Çocukluğumdan beri, sıcaklamak nedir bilmeyen ben, ilk defa bu kadar şikayet ettim, bu kadar bunaldım. Su içme alışkanlığı bile kazandım.

Kitaplar okuyorum. Çok özlediğim, kitapları yer gibi okuma halimi, bu en yoğun ve telaşlı dönemde yeniden yaşıyorum. Bir yaz, dünyanın en sıkıcı yazlığında, televizyonsuz, aktivitesiz bir yaz geçirmiştik. İstanbul'dan koliye kitap taşıyorduk. Uyanır uyanmaz ve aradaki deniz saatinin dışında bütün yaptığım okumaktı. Öğle uykusunun yanında, gece verandada, sabah kahvaltıdan sonra, deniz kenarında kururken... Şimdi de sanki tren kaçmak üzere ve ben bu geniş sayılabilecek zamanlarda kendim için  ne yapsam kar...

Bir yandan hazırlıklar. Evi bir şişeye koyup çalkaladık sonra yeniden yerleştirdik. Yeni bir düzen. Hayatımızın kökten değişmekte olduğu bu döneme ayak uydurmak bazen zor. Hala değişen bedenime tam olarak alışmış değilim. Daha garibi, eski halime döneceğimden emin değilim. Hep böyle sürecekmiş gibi geliyor.

İşte böyle günler.

yeniden

Yeni bir blogda yazıyorum bir süredir. Gevezelik böyle bir durum. İnternet çalışırken elimizin altında olunca, blog tutmak herşeyden kolay. Sevdiceğim ne rengini ne tipini beğendi ama olsun yine de okuyor:) Hem ben anlamıyorum ki bu şekilli işlerden.

Zaman içinde, burada duyurmak değil ama, blog diyaloğunu arkadaşlığa taşıdıklarımızla yavaş yavaş paylaşacağım.

Bu yenilenmenin harika yanları oldu. Çok rahatladığımı fark ettim. Mesela; artık sıkıcı akraba diyaloğuna dönüşmüş bazı blog muhabbetlerinden kurtulmak. Böyle yazınca çok ukala mı duruyorum acaba? Öyle ama.

Açıkça gıcık olan ama inatla takip eden bir güruh oluyor bloglarda, nedense. Hem sevmiyorlar hem okuyup okuyup yorumluyorlar. Garip bir kalp kırma gayreti. Hatta bazıları yazılanların kötü kopyalarını yapıyor. Var böyle tıkanık insanlar. Yazdıklarınızı üzerine alınıp, yanıtladıkları falan geliyor kulağınıza. Ya da blogdan gerçek hayata taşınmış sohbetlerde, hiç tanımadığınız insanların sizi, blogunuzu, hakkınızda bir takım şeyleri konuşması durumu. Hepsi nahoş haller. Veya sohbet-takip mesafesini ayarlayamayanlar. Normal görünüp içinden canavar çıkanlar. Uzaktan bakıp, gün teyzelerine dönüşmüş bir halde cıkcık yapanlar. Ne yazık ki, hepimizin şans eseri tanıştığı bir avuç şekerpare insanın yanısıra, böyleleri de var. Ve uzun süre blog tutunca, yorumlaşınca ister istemez bakıyorsun çevrendeler. Oysa ben en çok alakasız bir isimle, internet kalabalığında kayıp bir halde yazmayı sevmiştim. Bir de gerçek hayatta tanıştığım ve bir şekilde blogumdan haberdar olmuş, ama neler yazdığımı okumasın istediğim kişiler de var tabii... Bence bir çok sevdiğim blogger, benzer nedenlerden artık ya az yazıyor, ya soğuyor, ya yazmaz oluyor.

Kısacası; tebdil-i mekanda ciddi ferahlık varmış.

Yakında bir posta düşer belki kutunuza, "burada yazıyorum yine" diye anlatan... Okursunuz, yine seversiniz belki, veya hiç bilmeden yollarımız kesişir yine, kim bilir... Düşmezse de gücenmeyin olur mu?

Güzel şeyler paylaştığım, blog sayesinde tanıştığım herkese teşekkürler.

Sevgiler.

mormermaid@gmail.com

Sonradan not: Mail adresini yorum olarak bırakan, haber vermemi isteyen herkese teşekkür ederim. Mail de atabilirsiniz.

selam dünyalı

E bir yerden başlamak gerek.
Bu robotlu sayfada biriksin bu kez kelimeler, yanyana dizilsinler. Neşelensinler.

mola

Bazı şeyleri herkes bilir, tahmin eder, ama seslendirmez. Çünkü seslendirmeye gerek görmez. Ve dahası altını çizip çizmemek kişinin kendi tercihine bırakılır. Mesela, ben sürekli sevgilimden bahsederken, evli olduğumuzun anlaşılmadığını bir mail üzerine fark ettim, bana gün gibi ortada geliyordu oysa. Benim normalim buydu. Sonra daha açıkça yazdım, çünkü evli olma halini çok seviyorum. Hayatımı şekillendiren bu şahane gerçeği ve yeryüzünde en sevdiğim insanla aynı soyadını taşıma güzelliğini kocaman harflerle yazasım geliyor çünkü. Bunun gibi bir çok şey var, bana sürekli işimden bahsediyormuşum gibi gelse de, hala ne iş yaptığım bir çok insan için meçhul.

Öte yandan; biraz zeka kıvrımı olan kişiler için de hayattaki duruşum aşikar. Ama bunu kimse seslendirmeye, sormaya, sorgulamaya, beni bunun üzerinden değerlendirmeye gerek görmedi. Benim sessizliğime veya herhangi bir insanın düşüncelerine saygıdan olsa gerek.... Ya da insanların bir takım tercihlerini, genelleme yaparak, belli bir kesime göre kategorize etmenin saçmalığı bildiklerinden. Veya sadece; birini olduğu gibi, kelimeleriyle kabul edecek gücü kalplerinde bulabildiklerinden.

Blog kişisel paylaşımların yapıldığı bir ortam. Kimileri adıyla, soyadıyla, fotoğraflarıyla var oluyor. Kimi, benim gibi bir mahremiyet içinde yazmayı tercih ediyor. Bunun pek çok nedeni olabilir, çok basit; iş görüşmelerinde adımı google'a yazarak son derece kişisel paylaşımlarımın okunmasını istemiyor olabilirim. Veya kibar görünen birinin içinden canavar çıkması riskini göze alamayabilirim. Ya da sadece internet canavarı için genel bir önlem almayı tercih edebilirim. Herkesin kendi nedeni var. Pek merak etmedim doğrusu. Ya da adsız yorumlara kızmıyorum, televizyonda bile "ismini vermek istemeyen seyirci" diye bir kategori var. Ha adsız yazmış biri bana ha "papatya" lakabıyla yazmış, fark etmiyor.

Örneğin bir kişinin fotoğraf paylaşıyor olması, benim de paylaşmamı gerektirmiyor. O zaman zaten topluca bir evde oturur, bütün her şeyimizi paylaşır, birbirimizin hayatını gözetletirdik. Benim kim olduğunu bilmeden okuduğum ve öyle oluşundan ötürü yakınlık duyduğum bir çok blogger var mesela. Veya iyi ki kim olduğu açık yazıyor, arkadaş olduk diye sevindiklerim de var.

Zaman içerisinde, belli sınırlarım olmasına rağmen, bunları karşılıklı sevgiyle aştığımız ve yakınlaştıklarım, arkadaşlık kurduklarım, hatta bunu dostluğa taşıdığım insanlar oldu. Tabi bu insanlar hiç bir zaman "ahahah fotoğrafını gördüm" "ehihi yakından gördüm şöyle biri" diye ortalığa dökmedi paylaşımlarımızı... Bunu elbette ben de yapmadım. Gerektiğinde bohçadan çıkarmak üzere değil, kara kutuda saklamak üzere biriktirdim hep. Bu bana yazılan bir mektubu, sırf bana yazıldı diye kamuya açmaktan farksız olur, kelimeler o kişinin kelimeleri ve onun mahremiyeti, benimle paylaşması ve bunu genele anlatması arasında fark var, bunu unutmamak gerek. Üstelik burada mektup da değil, sadece samimiyete güven söz konusu. Elmaslarla misket oynamak gibi bir şey sanki, herhangi bir konuda haklılık için kişisel bir paylaşımı ortaya dökmek.

Benim için blog, canım ne isterse yazdığım bir şey oldu. En çok ve sırf Sevgilim okusun diye yazdım hep. Ben bir kağıda çöp adam çizip versem bile kıymet verir, alkış yapar. Blogdan önce yazıyorken de hep ilk o okurdu. O yüzden hep o okusun diye yazdım.

Sonra bazen anı yazmak için, bazen bir şeylerle dalga geçmek, bazen düşüncelerimi anlatmak için kullandım. Çok da bağlanmadım. Gittiğim bir çok yeri, yaptığım bir çok şeyi yazmadım mesela, pek yazmıyorum. Herhangi bir sorumluluk, "ay çok birikti yazmalıyım" hissiyatı yok. Kendimi o kadar önemsemiyorum açıkçası.

Kısacası, benim kendime sakladığım, paylaşmaya lüzum görmediğim şeylere ve çizdiğim bazı sınırlara gerekli saygıyı gördüğüme inancım tekrar yerine gelinceye kadar; bir mola.

Ne kadar sürer, başka bir adreste mi devam ederim, veya bir daha yazmaz mıyım bilmiyorum.

Şimdiye dek zaman ayırıp, okuyan, değer veren, kalbini açan, mailler atan herkese tek tek teşekkürlerimle...

teber

Ben dün akşam bir elbise giydim;

Kendimi pek beğendim. Mumlar yaktım. En güzel kokanlardan. Sahibine yabancılaşan bedenime baktım, ah evet pek sevindim.

Ben dün akşam bir elbise giydim;

Sahiden uğur getirdi.

Hani bir fotoğraf vardır ya; cam kenarından dışarı bakan, bakarken hülyalı bir şekilde karnını okşayan hamile kadın. Yüzünde mütebessim bir ifade, nirvanadan bildirir sanki. Yok işte ben olamadım onlardan. Var ama öyleleri yalan değil. Eleştirmiyorum, ama garipsiyorum hayatı böyle kıyısından yaşayan insanları. Ben o camdan bakan değil, aşağıda hızla bir yere yetişen/yağmurda ıslanan/sevgilisiyle öpüşen falan olabilirim ancak. Temmuz’a Kasım kaçmışken hazır, deliler gibi çalıştım. Ha evet, molalarım daha sık şimdi, stres getiren zamanla yarıştığım şeyleri yapmıyorum, sık sık kalkıyorum, beslenmeme dikkat ediyorum. Ofise ancak öğleden sonraları gidebiliyorum. Ama hala yoğun çalışıyorum.

Evlendikten sonra vardığım bir kanı vardı; evlilik bana bir büyüteç gibi gelmişti. O “sevgililik” halinde ne varsa; evlenince büyüyordu! Ben şanslıydım, bizde aşk bolcaydı, ilişkimizle ilgili değişim bu oldu, katmerlendi, güzelleşti, demlendi. Etraftakilerin “ya siz evlisiniz yeter artık sevgili muhabbeti” esprilerine konu olduk zaman zaman. Kat kat açılan çiçekler gibi olduk. Ama evet hayatla ilgili çakıl taşlarımız vardı minik minik, onlar büyüdü, kayalar oldu, aldığımız sorumluluklarla ilgili sorunlar kocaman oldu. Almamız gereken dersler büyük bir okula dönüştü. Güzel olan, artık yalnız değildim, değildi. El ele verdik. Şanslıydık dedim ya, güzel oldu, güçlendik. Çevremde gözlemlediğim tam tersi örnekler de vardı; kıskanç sevgili, “gözümü açtırmıyor” kocaya dönüşebiliyordu, ne bileyim “ay kızınca gözü kimseyi görmez” adamın şiddet eğilimleri ortaya çıkıyordu, hesap öderken eli titreyen yaratık cimrinin dik alası oluyordu, “çok nazlı” kız tembel tenekeye bağlıyordu, abur cuburu seven çıtır şişko teyzeye geçiş yapıyordu, “pek geveze” kızın dırdır şiddeti kimsede bulunmuyordu. Özetle kimse değişmiyor, sadece iki insan birbirine daha yakından bakıyordu, iyi ve kötü her ne varsa güçleniyordu her birinde, belki de en çok diğerinden güç alarak.

Bunca cümleyi şuraya bağlayacağım; hamilelik de benim yaşamımda böyle bir şey oldu. Kendi kişisel yolculuğumda ilginç bir katman, farklı bir mevsim. Enteresan haller, tekâmüle çevirebilirsem ne mutlu. Yıkıp attığım köprüleri yeniden kuruyorum, bu kez üşenmeden. İnatla. Derinlere gömdüğüm yaralarımı çıkarıp yüzleşiyorum, e tabi kolay olmuyor, yeniden kanıyor, acı veriyor, ama aa bir bakıyorum iyileşmiş. Zamanın bir yerlerinde kendime sapladığım bıçakları çekiyorum kaldığı yerden. Bu arada gözyaşı döktüğüm de oluyor, hayır hüzünden değil. E tabi bunlar olurken, yalnız değilim, sürece mucizenin diğer yarısı, sevgilim de katılıyor. Hayat bazen engelli parkura dönüşüyor, hop bir level atlıyoruz, biri daha geliyor. Hem de bu defa daha bir “henüz çalışmadığımız” yerlerden, daha zorlardan. Yepyeni dersler alıyoruz. Hayatımdaki birinin beni rahatsız eden o adını koyamadığım hali, şekil alıyor, patlak veriyor. Evet evet, teşhis koyabiliyorum. Ve daha güzeli, sonrası kolaylaşıyor, çünkü; kendiliğinden silinip gidiyor o insanlar. Hani fark etmeden sırtladıklarım, ‘ah omuzlarımı ne kadar da ağrıtmış meğer’ler…

Teber diye minik bir balta vardır, dervişlere verilir. Semboliktir elbette, hani ağaca sarılmış sarmaşıklar vardır ya, gücünü alan, ondan beslenen. İşte bir bir onları kesmek için minik bir balta. Yol boyu karşınıza çıkan yırtıcı hayvanları öldürmek için, tabi hepsi ruhunuzda bir karşılığı olan haller. O hayvanlar sizsiniz. Şimdi sanki bir bir ölüyor içimdeki o haller, tabi önce hastalığın tamamen patlak vermesi gerekiyor, bu da biraz sancılı olabiliyor. Ama bitiyor sonra. Ve o sarmaşıklar, evet ayrılırken acıtıyor, canından can kopar gibi, alışmışsınız varlıklarına, başka türlüsünü bilmiyorsunuz ne de olsa, ama sonrası ferahlık hafiflik… Öğrenmen gereken bir ders, en ağır haliyle okutuluyor ama sonuçta o meseleden mezun oluyorsun, ne mutlu.

Ben böyleyim bugünlerde. Hırka değiştiriyorum, kabuk değiştiriyorum. Çünkü sığamıyorum eskisine, serpiliyorum, çünkü ben anne olacağım. Daha güçlü bir kadın, daha çok insan olacağım.

hazırlıklar

Evet, yavaştan başladı. Ve hatta çokça ilerledi. Malumunuz tedbir benim göbek adım:)

Evde bir misafir telaşı sanki. Veya uzun bir yolculuğa çıkacağız, onun hazırlığı.

Önce nereden ne alınır öğrendik, çünkü biz alışveriş uzmanı bir ikili değiliz. Avmlerin çoğunu hiç görmedik bilmeyiz.

Bir de en önemlisi ben, bu konuyla ilgilenmezdim. Bu kararı verdikten sonra bile, daha çok ruhsal hazırlık kısmıyla meşgul oldum-olduk. Ve hani yolda “ayy ne tatlı bogucuk” yapan kızlardan biri olmadım hiç. Bebek sevmem. Hala da sevmem. Hangi boyuttaki hangi yaştadır anlamam. Otobüste, uçakta, sinemada falan çocuk oldu mu sinir olurum. Oluruz. “Kesin mızmızlanacak” diye düşünürüm ve çocuk işte illa ki öyle olur. Bir ara aramızda Chucky ismini takmıştık o tür veletlere. Misal alt katımızda gece gündüz bağıran çocuğa Chucky diyorduk, tabi “ev teröristi” desek ailesi alınabilirdi değil mi? Ve doğrusu anlamam herhangi bir çocuğu sevebilme duygusunu. Hani arkadaşlarımınkini, kuzenimkini falan evet tabi, ama o kadar. Ve çok nadiren efendi, uslu çocukları sevimli bulabilirim, hepsi bu. Belki de herkes anne olarak doğmuyor.

Özetle bütün bu sebeplerden, bu konu benim için bir bilinmez. Ve tabi internet şahane bir kaynak.

İlk kez bir şey alırken sevgilimle, 1.5 yaşı, 1.5 aya uygun zannettim. Ebatları şimdi artık ancak anlıyorum:)

Deryik’le bir araştırma turu yaptığımızda mesela, onun müthiş abla olmasından kaynaklı deneyimine hayretle baktım. O bu konuya hâkimdi!

Dünyanın her bir yerinde dostlarımızın olması hakikaten yeni bir anlam kazandı. Daha önce “buradan bir şey ister misiniz”e bir yanıtımız olmuyordu. Vereceğimiz zahmete değecek bir şey bulamıyorduk çünkü. Ama şimdi değişti işler. “Evet evet bak…” diye başlıyorum, hop kredi kartları, hop siparişler, hesaplar, “aa yaşasın shipping de ödemiyoruz” neşesi. Ve dünyanın bir yerlerinden robotlu tulumlar, arabalı havlular falan geliyor. Pek şanslıyız.

Meraklar değişiyor. Bpa-free gibi yepyeni terimler giriyor lügatıma. O biberon, bu oyuncak falan derken alışveriş listelerim tamamen değişiyor. O katlanabilen enteresan küvet en bir çok almak istediğim şey mesela. Bence müthiş bir icat olan timer beni çok heyecanlandıran bir eşya.

Evde bir dikiş makinesi var şimdi. Serin havalardan istifade evde pek değildim, vakit olduğunda ilgileneceğim. Ufak tefek bir şeyler. Hiç değilse anı olsun diye.

Ben evi bir müzeye çevirmeyi düşünmüyorum, ilk kulak çubuğu, ilk tulumu falan saklamayacağım. Kendisi bende olacak –inşallah- ve deli gibi fotoğraf çekmek var zaten. Ama işte dikiş makinesi mesela; bazı şeyleri kendim yapmak için. Sırf öyle istediğimden. Örgü şişleri de öyle, yoksa her şeyin alası var artık hazır. Aynı şekilde, beşiğini de babane ve dedesi yaptırıyor. Bir heves, ellerinde fotoğraf, akıllarında renk ve detay tariflerimiz emektar marangozcularına laf anlatıyorlar. İşte bu gibi şeyleri saklarım. Çünkü anıları olacak. Çünkü biricik olacak.

Arkadaşlarıma, yakınlarıma çokça teşekkürüm var. Ben bu yeni gündemimi heyecanla paylaşırken “aa sıkıldık ama” demedikleri için.

Bu arada başka şeyler de yapıyoruz tabi, vapurlara biniyoruz iniyoruz, ucu gelmeyen kitaplar okuyoruz, çokça çalışıyoruz, dostlarımızla buluşuyoruz, artık hareketleri bile hissediyoruz, biz bu yazı çok güzel geçiriyoruz.

Bir de ev tipitip sakız kokuyor:)

"uçtum uçtum uç oldum"


Yıllardır bir hayal; aslında pek basit bir şey. Fakat işte nasiptir ya bazı şeyler, olmadı mı olmaz, bir aksilikler, bir şeyler. Bu kez kararlıyım ama biletleri en doğru yerden alıyorum.

Şarkıları tekrar tekrar dinliyoruz. Günlerce hayal kuruyoruz. Büyü bozulmasın diye kimseye söylemiyoruz. Yaşasın biz galiba bu konsere gidiyoruz!

Siz bilmezsiniz, ben çok defa o şarkılarda duyduğum kokulardan buldum yolumu. Geçtiğim yollarda ayak izlerini gördükçe çok kez için için sevindim. Kulak kesilip sesleri takip ettim.

Saatler kala bir iki cümle, hiç adetim değilken, hani nasıl desem; bir şişeyle denize mesaj bırakır gibi. Ama bir kadın, hemen yanıtlayan, beş dakika sonra telefonunu veren, “yok artık” hissiyle numarayı çevirdiğimde duyduğum en neşeli ve sahici sesle konuşan.

Yağmurlar yağıyor ama biz hiç ıslanmıyoruz. Ben ve sevgilim, bir de yanımızda taşıdığımız minik adam. Konser alanına geldiğimizde bir kez daha karar veriyoruz, evet biz onu bir yere bırakıp kaçmayacağız, peşimizde götüreceğiz, konserlere, seyahatlere, her bir yere.

Bir kadın ki; güzel gözlü, güzel gönüllü. Bu kadar güzel olmasa neredeyse Yoko Ono’ya benzeteceğim. İçten bir kucaklaşma. Sahi ruhların evvelden tanıştığı bir yer vardı değil mi? Evet oradan olmalı.

Sonra şarkılar. Hep tanıdık bir yerlerden. Hem yıllanmış, hem daima yeniden. Bunca şarkıyı tek bir yaşama nasıl sığdırabilir bu adamlar? Nasıl bu kadar bin yıllık ve yepyeni olabilirler?

Önce oturuyoruz sakin sakin. Yok olmuyor sonra kalkıyoruz, ayakta devam ediyoruz. Her birine avaz avaz eşlik ederek, kah kocaman kahkahalarla, kah gözümde yaşlarla. Yolculuğunu yarılamış hamile bir hatun zıplayabilirmiş sahiden. Hem de içindeki ruhun da pek mutlu olduğundan emin olarak.

Güzel şeylerin güzel sonu oluyor. İnsan uzun zaman bu seslerin üzerine bir şey duymak istemiyor. Hayat sanki bir an duruyor ve yeniden başlıyor.

Elimizde bir kitap, acemi adımlar. Kitaba imza çaktırmak isteğinin tek nedeni aslında; içten bir teşekkür. Çünkü insan bilmek ister bence, hiç farkında olmadan dokunduğu yaşamları. Bilmeden belki akışına yön verdiği suları…

Eve dönüyoruz, yine sadece kalbi olan birkaç kişinin anlayabileceği bir mucizeyi yaşamış halde. Avare adımlarla.

Gökten üç teşekkür düşüyor, biri; süpriz uzmanı birtanecik Sevgilime; ikincisi; hayalimizi gerçekleştiren Biricik kadına ve üçüncüsü de; Baba'ya.

alt tarafı bi' kaç uykusuz gece ve biraz kusmukla kaka!

Altı üstü annemizden iki tokat bi de fırça ile başladık. Hoşumuza giden ama yapmamamız gerekenleri öğrenmeye. Tokatların sebebi de ıslak bi don ve güneşte yanmış bir ten. Demenk ki habersiz gidilmemeliymiş yüzmeye.

Sonra öğretmenler başladı tokada. Neden? Ders saati okulda olunmalıymış, çayırda kiraz peşinde koşulmamalıymış.

Belki fiske vurmamıştır babamız ama onu da eklemesek olmaz. Yaptığımızdan dolayı üzüldüğünü görünce içimiz cız etmiştir, belki tokattan ağır sözlerle hatamızı anlatmaya çalışmıştır. Neymiş? Sigara sağlığa zararlıymış.

Askerde yemişizdir sıradaki fıskeleri ya da ağır kelimeleri. Ya koşuda sonuncu olmuşuzdur ya da hedefi vuramamışızdır. E "Her Türk Asker Doğar" ya, ondan.

Peki sonra? Sonra patrona gelir sıra. Artık tokattan uzağızdır, ama sözler daha bir ağırlaşmıştır. "Ulan iki tokat atsa daha iyiydi" diyenler çıkacaktır. Ama işe zamanında gelinmeliymiş, söylenilen anında yapılmalıymış. Değil mi?

Artık öğren hayatın yarısı bitti.

Hayatınızın belki tam ortasında. Belki ilk çeyreğinde, belki son.

Ben sıradaki cezamın ne olacağını biliyorum.

O kadar hayat dersinden sonra bunun da cezası, bu olsun.

vız gelir tırıs gider..
 
Bu yazı da mortingen'den :)

olan biten

Geçtiğimiz günlerde;
Lost'un finalini izledim ve galiba bir tek ben beğendim :) Mutlu oldum ben, bir kaç gün boyunca aklımdan çıkmadı. Güzeldi. Harika bir bitişti. Anlayamayanları ve hala "ama kutup ayısı neydi bikbik" gibi sorularla kalanları anlayamıyorum. Her şey çok güzeldi ve çok tadındaydı. Bence.

/
Çok zor bir iki hafta geçirdim. Bazı sağlık sorunları, ateşler içinde yatmak, nefessiz kalmak, sonra yeni yeni teşhisler, minik bir alerjiden kocaman bir astıma dönüşmüş haller. Ve tıp ilmi öyle bir şey ki; doktorun elini öpesin geliyor nefes almaya başladığın o anda. Elimdeki aksaklık geçti. Bulaşık makinesini icad edene, nefesimi açan doktor kadar minnet duyuyorum. Nasıl bir rahatlıkmış ve ben hangi akılla şu zamana dek gereksiz buluyormuşum şaştım.

/
Bolca ütü yaptım, son 3 haftamız sepetten lazım olanı alıp ütülemek ve hop giymek düzenindeydi:) Ve ben ütüyü severek yaparım, ara ara yardımcılar olduğunda bile yaptırmam. Fakat pek elim gitmedi ve halim yoktu, sevdiceğimin vakit bulup ütüleyebildikleriyle yetindim. Neyse nihayet bitirdim tamamladım oh.

/
Hava gerçekten sıcak ve ben zaten sıcağı sevmem. Bulduğum çözüm akşamüstünden önce evden çıkmamak. Ev püfüüür püfüüür ve klimasız olmasına rağmen serin. Bu da büyük nimet. Ve neyse ki günlerdir; yağmurlar yağmurlar…

/
Son günlerde okuduğum en iyi yazı: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1275924620&year=2010&month=06&day=07

/
Bir de ben internet alışverişinden pek anlamıyorum. İdeefix ve amazon’dan kitaplar alırdım bir ara çokça o kadar. Ah bir de ebay ve gittigidiyor var tabi:) Fakat blogger arkadaşlarımın bazı şahane sitelerinden alışveriş yaptığım oluyor. Bazılarının üzerinden geçmiş olsa da, bir teşekkür edeyim:

En en en havalı keçeler: http://craftsbynazo.blogspot.com/ Ayrıca öyle iyi kalpli bir elden çıkıyor ki; şans da getiriyor:)

Anne olacağımı öğrendiğimde, bu güzel heyecanın anısına kendime minik bir armağan almak istemiştim. Sonra buradaki: http://www.hersheyler.com/shop Şahane bir kolyeyi beğendim. Çok sevdim. Geldiğinden beri boynumda. Ve yanında bir de sürpriz geldi. Ben böyle ağlamaklı, duygusal haller.

Bu dolaptan işinize yarayacak pek çok şey çıkabilir, ben sık sık bakıyorum: http://bizimdolap.blogspot.com/

Bir de Cuma günü pek şanslıydım, bu harika kitaplara yetiştim: http://ecearar.blogspot.com/2010/06/kitaplar-geldi-5-lira.html

/
Ve şimdi hooop çilek marmelatı.