171010

İnsan ister istemez hayal kuruyor. Şimdi ben, yine bu Pazar sabahında olduğu gibi erkenden kalkayım. Hop bir börek atayım fırına, akşamdan kalma dağınıkları toplayayım. Tam da çevirimin başına geçeyim ki; komik adamlarım uyansın. Bakkala gitsinler bir gürültüyle, bir sürü bir şeyler alsınlar, kahvaltıyı hazırlasınlar. Oturalım, güle oynaya yiyelim, döke saça. Sonra sokaklara dökülelim falan. Haftasonu "ödevini bitirdin mi?" vakti olmasın bizde.

Yaşasın güneşli Pazar günleri!

özetle

Bu hamilelik mevzuu pek göreceli. Herkesin kendine özgü yaşadığı bir dönem, sanırım. Ama bence o camdan bakan uhrevi hamile tipi; filmlerle, kitaplarla ya da tembel kadınlarla ilgili bir durum.

Son günlere yaklaşmışken, kendi sürecimi özetleyebilirim...

İlk trimester diye anlatılan, ilk üç aylık dönem; bir aklı havadalık, bir "neler oluyor"luk bir dönemdi benim için. İstemek başka, hazır olmak bambaşka bir hal çünkü. Yapılması gerekenler düşündükçe, aklım yerinden oynuyordu. Ve öyle hemen "anne oluyoruuum" duygusuna kapılmadım. Çünkü "gelin ata binmiş ya nasip demiş" durumundaydım. Bir duralım, bir netleşsin, şu ilk üç ayı sağlıkla atlatalım duygusundaydık daha çok. Bana hala garip ve sersemce geliyor, 3 haftalık cenin duyuruları. Kendime özen, sağlığıma dikkat, bolca şükür ve gelecek planları daha ağır bastı. İlk yaptığım alışveriş; bir sürü kitap almaktı. Mide bulantıları ve aşermek pek olmadı. Hatta başımızda öyle esiyordu kavak yelleri, neredeyse hiç kimseyle paylaşmadık bu haberi. Çokça günce tutarım zannettim ama pek gelmedi içimden.

İkinci üç aylık dönemse, daha bir garip. Cinsiyet netleşti, daha bir hamile oldum sanki. Sonra, çok çalıştım bir kere. Belki tren bir süreliğine kaçıracağım duygusu ağır bastı, emin değilim. Bolca çalıştım, okudum, endişelendim, hazırlıkları planladım, ufak tefek başladık hatta. Testler arttığı ve derinleştiği için kaygılara, yeni kaygılar ekleniyor. Çekilmez miydim bilmiyorum ama zor anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kendimle en ağır kavgalarımı ettim. Hayatımın genel süreciyle ilgili de, yerinden oynayan bazı taşlar bu dönem oturdu, hafif sancılı geçti.

Benim için en ballı dönem son üç aylık dönem oldu. Evet. Sular duruldu. Oda yavaş yavaş yerleşti. "Tadını çıkar" denilen öğle uykuları uyudum, güzel şeyler izledim, kitaplar okudum. Bolca alışveriş yaptım. Dünyanın en eğlenceli alışverişlerini... Eksikler tamamlandı. Biz anne baba oluşumuzu daha bir idrak ettik, e uçan tekmeler, hıçkırıklar, bir mucizevi haller... Dolaba yerleştirilen komik tulumları bir insanın giyeceğini düşünüp gülüyor insan. Zaman bereketlendi. Bebeğin gelişine ayak uydurabilecek düzene büyük oranda geçtim, geçtik. Ben "hayatımız hiç değişmedi, o bize uyuyor" annelerinden olmak istemiyorum, "baştan alıştır o sana uysun, sonra zorlanmazsın" öğütlerine kulaklarımı tıkıyorum. Minik adam gelsin ve evet özellikle ilk bir kaç yıl biz ona uyalım istiyorum. Evet, evde-ofis şeklinde çalıştığım için sürdürebileceğimi umuyorum, ama sürdüremesem de sorun değil. Ve bunu bir fedakarlık olarak görmüyorum. Ben o minik canlının tek bir anını bile kaçırmak, başkasına devretmek istemiyorum. Uykular, beslenme saatleri onun keyfince, onun rutinine uygun gerçekleşsin istiyorum. Anne-baba olmak, bunu da sağlayabilmektir gibi geliyor. Hem bunun kötü bir yanı yok ki, bu değişimi, bu alaborayı istediğimiz için almadık mı bu mucizeyi hayatımıza?

Şimdi, zamanı geriye doğru sayarken, bir heyecan. Bugün bir ara, ev derli toplu mu kontrol ettiğimi fark ettim. "Dünyanın bin türlü hali" var öğüdünün bıraktığı iz olsa gerek. Bir anda doğuma gidebiliriz gibi geliyor. Korkuyorum diyemem, ama bilmediğim bir şeye karşı tarifsiz bir merak ve heyecan duyuyorum. Telaşlanıyorum. Bence "normal" doğumun en eğlenceli yanı bu bilinmezlik.

hamile baskısı

Bir süredir hamilesiniz, karnınız da biraz çıkmış.
Kadınlar arasında garip bir tarikat var sanki. Bazıları sizi ve karnınızı görünce dokunmaya kalkıyor. "Tekmeliyor mu?" diye soruyor hatta. "Yoo bütün gün uyuyor" deyin, çok şaşırıyorlar. Tanımadığınız kadınlar bunlar. Garip bir şefkat ve merak.
Kibarca redderseniz tamam. Tabi bazıları daha bir ısrarcı. Ve bir de savuşturulması gereken sorular var:

"Kaç aylık?"
Bu soru kritiklerden biri. Vereceğiniz yanıta göre; "hm karnın çıkmış"/"aa pek karnın yok"/"benim de böyleydi"/"benim hiç böyle değildi"... Ve benzer bir çok yorum. Hatta karın şekli üzerinden cinsiyet tahmini. Sonra olası çatlaklar üzerine bir seminer. "Ay ben şunu sürdüm/bizim zamanımızda bilmem ne yoktu/zerre çatlamadım, genetikmiş çünkü" gibi tahammülfersah muhabbetler. Bir susun yahu. Hakikaten şu an çatladım.

"Kız mı erkek mi?"
Bunun ardından gelecek yorumlar daima saçmadır. Burun kıvırma, eğer kendi hayalindeki cinsiyet değilse "olsun canım" diye kendince teselli etme, kendi hikayesiyle kıyaslama, ikinci bebekse ona göre yorum. Hayır bu sorunun da doğru bir cevabı yok.

"Kaç kilo aldın?
Ve bu en rahatsız edicisi! Sana ne şekerim. 10 kilo aldım, 25 kilo aldım, hiç almadım. Nedir yani? Çıtı pıtıysan, çocuğu beslemiyor olmakla eleştirilebilirsin, değilsen boşa ağırlık taşıyor olabilirsin "dikkat et, doğumdan sonra kalıyor o kilolar" uyarıları geliyor. Ve sonuç yine kendinden örneklemek. Üstelik kendisi bir pelte ama olsun. Çünkü yeryüzündeki en mükemmel anne o, hayattaki yegane sıfatı anneliği ve bu bağlamda yaptığı fedakarlıklar, kahramanlıklar.

"Aşeriyor musun?"
Bu soruyu da merak ettiğinden sormuyor. Kendi kocasının gecenin bir yarısı nasıl avokado bulduğunu anlatacak, dikkat kesilin, övün onu. Ya da hava atacak "ay ben zerre aşermedim, bunlar insanın kafasında olan şeyler şekerim" diyecek. İkisi de yalan ben size söyleyeyim. İnsan hamilelikte belli gıdaları yoğun olarak yiyebilir ama bunun dozu çevresindeki kullanmaya dönüştürmeye yetecek kadar değildir.

"Normal mi sezaryen mi olacak?"
İşte kilit soru. Birincisi sezaryen bir doğum yöntemi değil, tıbbi bir zorunluluk halinde doktorun karar vereceği bir uygulamadır. "Ayh ayın 4'ü olmaz, gezegenler acaip, 5'inde doktor meşgul, tamam 6'sı sabah 9 uygun, yok saat 10 olsun ancak kalkarım" şeklinde planlı bir şeye doğum denmez, üzgünüm. Benim düşüncem bu yönde ama hiç bir hamile kadına bu konuda yorum yapma hakkına sahip olduğumu sanmıyorum. Çünkü yine de anne adayının paşa gönlü isterse öyle de doğurabilir, bunu kimseye ve özellikle de otobüsteki teyzeye açıklamak zorunda değildir. Ve çok dikkatli olun, bu soruya yanıt olarak kazara; sezaryen derseniz, kendi sezaryen doğum yapmış biri bile eleştirir sizi. Kendisi için bahaneler üreterek, hem de "çünkü bebek tersti, çünkü suyum gelmişti, bikbikbik". Bir tek "canım istedi" diyen de duymadım. Ya da tam tersi normal doğuranları aşağılayarak, "ay beş dakkada kesip çıkardılar, yan odadan çığlık sesleri geliyordu şekerim"ci sersemler de mevcut.
Ama soruyu soran normal doğurmuşsa da, nasihatleri ve anlatacakları gerçekten çekilmez oluyor. Bu doğum hikayeleri askerlik anıları gibi zaman içinde anlatıla anlatıla büyüyor ve şekil değiştiriyor, buna eminim. Yanlışlıkla bir kedi vuran avcının, o anıyı onuncu anlatışında "aslan üzerime doğru koşarak geliyordu ama..." diye başlaması gibi bir şey. Dünyadaki en zor doğum muhatabınızın doğumu ve o dünyadaki en korkusuz savaşçı, bu zor doğumu atlattı. Lütfen küçümsemeyin. Aksine o sizi küçümseyecek ve "tarlada kadınlar kendileri..." diye başlayan klişeyi burnunuza dayayacak. Kaçın.

"İsmi ne?"
Masum görünen bu soruya yanıt verirseniz, ardından bin tane daha saçma yorum gelir. Misal; bir enerji uzmanı organik abla "aaa aile büyüklerinin adını koymayın, onun enerjisini taşımasın..." diye girer konuya, bir diğeri "biz birini İngilizce koyacağız, yurtdışında falan okur, hem Türkçe karakter olmasın..." diye devam ederek sizin koyduğunuz "demode" ismi küçümser, -evet bu komik uygulama günümüzde çok yaygın- ve siz baygınlık geçirirsiniz. Hadi ismi söylediniz, eleştiriler bu kez de sonra ermez, anlamı nedir, aa bilmem kimin adı budur ve berbat biridir, nereden bulmuşsunuzdur, eşiniz ne istiyordur, ortak kararınız mıdır... Bu liste uzar gider.

"Emzirecek misin?"
Yahu bir dur, ben daha içinde bulunduğum durumu daha kanıksayamadım, biraz zaman tanı. Bu sorudaki amaç, kendisinin ne fedakarlıklarla emzirdiğini anlatarak söze girmek ve ardından lohusalık maceralarını paylaşmak. Şunu yemiştir süt yapmıştır, bilmem ne gereksizdir, bak mutlaka şöyle yapmazsan olmazdır... Ben ve süt verecek organlarım söyleyeceklerinizi dinlemiyoruz bayan.

Çok mu karanlık bir tablo çizdim? Aksine, bütün bu soruları soran ama iyi kalpli ve içten yorumlar yapan insanlar da var. Bir yerden geçerken size yol veren kibar gençler, size gülümseyerek bakan yaşlılar, işinizi kolaylaştıran satış görevlileri, restorantın tuvaletini kullanmanıza izin veren koca göbekli amcalar daha çok. Anlattığınız kadarıyla yetinen tatlı insanlar, sizi tanımadığı halde iyi dileklerde bulunan, sımsıcak dualar edenler. Yukarıda bahsi geçenler daha ziyade çok bilmiş kadınlar. Ve ne yazık ki pek fazlalar.

İşte zaten bu çok bilmiş kadınlar daha evlenirken yeryüzünde tek ve mükemmel evlenen kendileri olduğuna inanarak, eskiden olsa komşu sohbetinde anlatacakları şeyleri bir blog açarak paylaşır, en iyi gelinlikçi, en şahane ayakkabıcı, mucize yaratan makyözü kitlelere anlatmak için can atarlar. Hayatlarındaki şanslardan dem vururlar, en şahane koca onlarındır, en destek olan arkadaşlar kendilerinindir, tanrım ailesi ne kadar da iyidir her işe koşmaktadır. Özetle, insan kullanırlar ve buna bir kılıf uydururlar. Neyse; devamında evlilik hayatları da eşsiz olduğundan, gittikleri muhteşem balayı oteli, yaptıkları yemekler, dondurucuya attıkları yedekler, dolap düzenleri, giydikleri kıyafetler gibi sıradan ve herkesin yaptığı günlük işleri büyüterek, abartarak ve anlam katarak yazar da yazarlar. İçten içe bir köşe yazarı, öğlen kuşağı programı sorumluluğu taşıyarak üstelik. Gerçekten birilerine faydası olacağını zannedecek bir sersemlikle.

Ve bu ruh halinin peak noktası hamileyken yaşanır. Tanrım o bir annedir artık. Daha ilk günden hissetmiştir. Hemen sayaç koyar, o hamile kalmıştır, neredeyse olay anını paylaşacak kadar coşkuludur. Herkes duysun ister çünkü onun minik dünyasında bu bile büyük başarıdır! Daha kurbağa lavrası formundaki bebeği adına konuşmaya başlar; "seni çok özlemiş teyzesi" falan der. Ve el attığı herşeyi mükemmel bir şekilde -suyunu çıkararak desek daha iyi- yapacağı için ne kadar anlatsa azdır. Mükemmel kocası o istemese bile onu müthiş nazlamaktadır. Şimdi gelsin en sağlıklı sterilizatör nereden alınır, ilk altı ay anne sütü en iyisi, hastane çantam listeleri. Göbekli pozlar, gün gün gelişmeler, daha neler neler. Yaşasın, dünyada tek becerdiği iş olan anlamsız alışverişe de iyi bir neden buldu. Artık anlatır da anlatır. Daha durun bunlar iyi günler, yakında kolektif yapıldığına inandığı olayları da anlatacak: "Bugün ilk meyvemizi yedik." "Babamızla parka gittik." "Teyzoşumuz bize hırka ördü" "Sütüm azaldı ama iştahımız açık, kakamız kahverengi" falan gibi... En mahrem ve bir o kadar sıradan şeyleri kitlelerle paylaşma dürtüsü arttıkça artar. Çünkü o en iyisini biliyor.

Ve tam da bu yüzden sizi yolda görse dahi durdurarak, yukarıdaki saçma soruları sorup, bayıcı yorumlar yapıyor.

geri sayım

Garip bir şey blog işi, yazarken yazıp duruyorsun, yazamaz olursan alışkanlığını tamamen kaybediyorsun.
Son bir aydayız artık. Ve belki artı eksi üç beş gün daha. Haliyle heyecan verici. Geri sayım halleri, son durumlarla ilgili kararlar.

Pek çok şey hazır. Bulutlu bir cibinlik, benzer bulutlar taktığımız bir perde. Tepede yıldızlar. Beyaz ne güzel renk... Ve artık televizyonsuz bir hayat.

Bir mektup yazdım bugün, doktoruma özellikle. Doğum sürecinin nasıl olmasını istediğim hakkında. Sanırım abartmışım, bir tür manifesto oldu. Umarım herşey gönlümüzce ve sağlıkla olur. Eleştirilecek ve yazılacak çok mevzu var, kendim doğum yapmadan susuyorum. Sezaryenci doktorlar, yeni nesil acaip anneler, planlı yapılan ve doğan proje çocuklar... Çok sıkıcı ve bunaltıcı. Benimse hayallerim her anının tadını çıkaracağım bir yolculuk, bittiğinde "aslanım kaplanım ben, bunu yaptım ya, herşeyi yapabilirim artık" mutluluğu.

Bizse artık kocaman tekmeler, hop hop hareketler, içinde bir canlının hıçkırması hali. Gerçekten çok değişik. Hafif bir hüznü bile var bu sürecin bitiyor olmasının. Çünkü insan hayatında bir kaç defa bir mucizeye tanık olabilir ama bir mucizenin ta kendisi olamayabilir.

eylül

Bu serinlik ne mutluluk verici şu an anlatamam. Yazın sıcak kavurucu günleri sahiden zordu. Eylül benim hayatımda hep bir başlangıç, sanki yılbaşı. Mutlaka bir güzellik zamanı. Mart'a, hayır hatta Nisan'a kadar iyilik güzellik. Sonra yeniden Eylül'ü bekleme hali.

Eylül'e yazdığım yüzlerce güzellemeden en güzeli şimdi, çünkü hayatımın en güzel mevsimlerinden biri. Okulların açılmasını beklemek gibi bir şey. Son hazırlıklar, telaşlar, ütülü önlükler. Bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek. Bu deneyimi bir daha yaşayıp yaşamayacağını bilememek.

Pek çok şey tamam. Son düzenlemeler, ufak tefek eklemeler kaldı. Hepsi heyecan verici. Yeni bir insanın gelişi kadar müthiş bir şey yok sanki hayatta. Yani sadece doğuran için değil, kutsal annelik değil mesele. Yepyeni roller, oyunlar, kelimeler... Herkes için heyecan verici, bu sahiden yaşamın en büyük mucizesi.

Güzel şeyler.

küçük kara balık



Güzel geçiyor günler. Şu son bir kaç gün tam bir dinlence, ayak uzatıp kitap okuma, tam da vaktinde serinleyen hava. Hop birden dağılan bulutlar...

Önce taa Alaska'lardan pijama getiren bir arkadaşım geldi. Komik ötesi bir şey. Bir sürü macera bulaşmış üzerine hem. Ardından bir kaç test, ufak tefek önlemler, hepsine rağmen sakin kalma hali.

Sonra D. geldi. Ve biz bu minik adamın doğumu için harika hediyeler hazırladık. Bebek çorapları desem, lavanta desem... Yeter bu kadar ipucu. Bu esnada zıpzıp tekmeler. Sanki akvaryumda yüzen bir balık. Kozasında kanat çırpan bir kelebek.

Bir kutu hazırlıyoruz şimdilerde, içinde de zamanı gelince açacağı hediyeler. Kimileri kitap, kimileri müzik, belki bir kaç mektup, o büyüyünceye dek hiç bulanamayacak olan tıktık daktilo... Böyle şeyler.

Şimdi bir de ilk kitabı geldi, kutuya konmak üzere, ilk sayfasında bir not ve başında da adı yazıyor, pek fiyakalı:
Küçük kara balık.

Dilerim, o kitabı okuduğunda benim kadar sever. Dilerim, küçük kara balık gibi engin denizlere açılacak gücü bulur kalbinde. Uçsuz bucaksız olur.

sıcak

Sıcak.
Sanırım ilerde bu dönemi hatırlamak istediğimde, kullanacağım yegane sıfat bu olur. Günler ısındıkça sanki ben de genişliyorum, beynim daha az çalışıyor, uykular bile yorucu. Yazın en iyi yanı eylül'ü beklemek. Bu yıl hayatımın en sıcak yazı oldu. Çocukluğumdan beri, sıcaklamak nedir bilmeyen ben, ilk defa bu kadar şikayet ettim, bu kadar bunaldım. Su içme alışkanlığı bile kazandım.

Kitaplar okuyorum. Çok özlediğim, kitapları yer gibi okuma halimi, bu en yoğun ve telaşlı dönemde yeniden yaşıyorum. Bir yaz, dünyanın en sıkıcı yazlığında, televizyonsuz, aktivitesiz bir yaz geçirmiştik. İstanbul'dan koliye kitap taşıyorduk. Uyanır uyanmaz ve aradaki deniz saatinin dışında bütün yaptığım okumaktı. Öğle uykusunun yanında, gece verandada, sabah kahvaltıdan sonra, deniz kenarında kururken... Şimdi de sanki tren kaçmak üzere ve ben bu geniş sayılabilecek zamanlarda kendim için  ne yapsam kar...

Bir yandan hazırlıklar. Evi bir şişeye koyup çalkaladık sonra yeniden yerleştirdik. Yeni bir düzen. Hayatımızın kökten değişmekte olduğu bu döneme ayak uydurmak bazen zor. Hala değişen bedenime tam olarak alışmış değilim. Daha garibi, eski halime döneceğimden emin değilim. Hep böyle sürecekmiş gibi geliyor.

İşte böyle günler.

yeniden

Yeni bir blogda yazıyorum bir süredir. Gevezelik böyle bir durum. İnternet çalışırken elimizin altında olunca, blog tutmak herşeyden kolay. Sevdiceğim ne rengini ne tipini beğendi ama olsun yine de okuyor:) Hem ben anlamıyorum ki bu şekilli işlerden.

Zaman içinde, burada duyurmak değil ama, blog diyaloğunu arkadaşlığa taşıdıklarımızla yavaş yavaş paylaşacağım.

Bu yenilenmenin harika yanları oldu. Çok rahatladığımı fark ettim. Mesela; artık sıkıcı akraba diyaloğuna dönüşmüş bazı blog muhabbetlerinden kurtulmak. Böyle yazınca çok ukala mı duruyorum acaba? Öyle ama.

Açıkça gıcık olan ama inatla takip eden bir güruh oluyor bloglarda, nedense. Hem sevmiyorlar hem okuyup okuyup yorumluyorlar. Garip bir kalp kırma gayreti. Hatta bazıları yazılanların kötü kopyalarını yapıyor. Var böyle tıkanık insanlar. Yazdıklarınızı üzerine alınıp, yanıtladıkları falan geliyor kulağınıza. Ya da blogdan gerçek hayata taşınmış sohbetlerde, hiç tanımadığınız insanların sizi, blogunuzu, hakkınızda bir takım şeyleri konuşması durumu. Hepsi nahoş haller. Veya sohbet-takip mesafesini ayarlayamayanlar. Normal görünüp içinden canavar çıkanlar. Uzaktan bakıp, gün teyzelerine dönüşmüş bir halde cıkcık yapanlar. Ne yazık ki, hepimizin şans eseri tanıştığı bir avuç şekerpare insanın yanısıra, böyleleri de var. Ve uzun süre blog tutunca, yorumlaşınca ister istemez bakıyorsun çevrendeler. Oysa ben en çok alakasız bir isimle, internet kalabalığında kayıp bir halde yazmayı sevmiştim. Bir de gerçek hayatta tanıştığım ve bir şekilde blogumdan haberdar olmuş, ama neler yazdığımı okumasın istediğim kişiler de var tabii... Bence bir çok sevdiğim blogger, benzer nedenlerden artık ya az yazıyor, ya soğuyor, ya yazmaz oluyor.

Kısacası; tebdil-i mekanda ciddi ferahlık varmış.

Yakında bir posta düşer belki kutunuza, "burada yazıyorum yine" diye anlatan... Okursunuz, yine seversiniz belki, veya hiç bilmeden yollarımız kesişir yine, kim bilir... Düşmezse de gücenmeyin olur mu?

Güzel şeyler paylaştığım, blog sayesinde tanıştığım herkese teşekkürler.

Sevgiler.

mormermaid@gmail.com

Sonradan not: Mail adresini yorum olarak bırakan, haber vermemi isteyen herkese teşekkür ederim. Mail de atabilirsiniz.

selam dünyalı

E bir yerden başlamak gerek.
Bu robotlu sayfada biriksin bu kez kelimeler, yanyana dizilsinler. Neşelensinler.

mola

Bazı şeyleri herkes bilir, tahmin eder, ama seslendirmez. Çünkü seslendirmeye gerek görmez. Ve dahası altını çizip çizmemek kişinin kendi tercihine bırakılır. Mesela, ben sürekli sevgilimden bahsederken, evli olduğumuzun anlaşılmadığını bir mail üzerine fark ettim, bana gün gibi ortada geliyordu oysa. Benim normalim buydu. Sonra daha açıkça yazdım, çünkü evli olma halini çok seviyorum. Hayatımı şekillendiren bu şahane gerçeği ve yeryüzünde en sevdiğim insanla aynı soyadını taşıma güzelliğini kocaman harflerle yazasım geliyor çünkü. Bunun gibi bir çok şey var, bana sürekli işimden bahsediyormuşum gibi gelse de, hala ne iş yaptığım bir çok insan için meçhul.

Öte yandan; biraz zeka kıvrımı olan kişiler için de hayattaki duruşum aşikar. Ama bunu kimse seslendirmeye, sormaya, sorgulamaya, beni bunun üzerinden değerlendirmeye gerek görmedi. Benim sessizliğime veya herhangi bir insanın düşüncelerine saygıdan olsa gerek.... Ya da insanların bir takım tercihlerini, genelleme yaparak, belli bir kesime göre kategorize etmenin saçmalığı bildiklerinden. Veya sadece; birini olduğu gibi, kelimeleriyle kabul edecek gücü kalplerinde bulabildiklerinden.

Blog kişisel paylaşımların yapıldığı bir ortam. Kimileri adıyla, soyadıyla, fotoğraflarıyla var oluyor. Kimi, benim gibi bir mahremiyet içinde yazmayı tercih ediyor. Bunun pek çok nedeni olabilir, çok basit; iş görüşmelerinde adımı google'a yazarak son derece kişisel paylaşımlarımın okunmasını istemiyor olabilirim. Veya kibar görünen birinin içinden canavar çıkması riskini göze alamayabilirim. Ya da sadece internet canavarı için genel bir önlem almayı tercih edebilirim. Herkesin kendi nedeni var. Pek merak etmedim doğrusu. Ya da adsız yorumlara kızmıyorum, televizyonda bile "ismini vermek istemeyen seyirci" diye bir kategori var. Ha adsız yazmış biri bana ha "papatya" lakabıyla yazmış, fark etmiyor.

Örneğin bir kişinin fotoğraf paylaşıyor olması, benim de paylaşmamı gerektirmiyor. O zaman zaten topluca bir evde oturur, bütün her şeyimizi paylaşır, birbirimizin hayatını gözetletirdik. Benim kim olduğunu bilmeden okuduğum ve öyle oluşundan ötürü yakınlık duyduğum bir çok blogger var mesela. Veya iyi ki kim olduğu açık yazıyor, arkadaş olduk diye sevindiklerim de var.

Zaman içerisinde, belli sınırlarım olmasına rağmen, bunları karşılıklı sevgiyle aştığımız ve yakınlaştıklarım, arkadaşlık kurduklarım, hatta bunu dostluğa taşıdığım insanlar oldu. Tabi bu insanlar hiç bir zaman "ahahah fotoğrafını gördüm" "ehihi yakından gördüm şöyle biri" diye ortalığa dökmedi paylaşımlarımızı... Bunu elbette ben de yapmadım. Gerektiğinde bohçadan çıkarmak üzere değil, kara kutuda saklamak üzere biriktirdim hep. Bu bana yazılan bir mektubu, sırf bana yazıldı diye kamuya açmaktan farksız olur, kelimeler o kişinin kelimeleri ve onun mahremiyeti, benimle paylaşması ve bunu genele anlatması arasında fark var, bunu unutmamak gerek. Üstelik burada mektup da değil, sadece samimiyete güven söz konusu. Elmaslarla misket oynamak gibi bir şey sanki, herhangi bir konuda haklılık için kişisel bir paylaşımı ortaya dökmek.

Benim için blog, canım ne isterse yazdığım bir şey oldu. En çok ve sırf Sevgilim okusun diye yazdım hep. Ben bir kağıda çöp adam çizip versem bile kıymet verir, alkış yapar. Blogdan önce yazıyorken de hep ilk o okurdu. O yüzden hep o okusun diye yazdım.

Sonra bazen anı yazmak için, bazen bir şeylerle dalga geçmek, bazen düşüncelerimi anlatmak için kullandım. Çok da bağlanmadım. Gittiğim bir çok yeri, yaptığım bir çok şeyi yazmadım mesela, pek yazmıyorum. Herhangi bir sorumluluk, "ay çok birikti yazmalıyım" hissiyatı yok. Kendimi o kadar önemsemiyorum açıkçası.

Kısacası, benim kendime sakladığım, paylaşmaya lüzum görmediğim şeylere ve çizdiğim bazı sınırlara gerekli saygıyı gördüğüme inancım tekrar yerine gelinceye kadar; bir mola.

Ne kadar sürer, başka bir adreste mi devam ederim, veya bir daha yazmaz mıyım bilmiyorum.

Şimdiye dek zaman ayırıp, okuyan, değer veren, kalbini açan, mailler atan herkese tek tek teşekkürlerimle...