bebekli hayat

Bebekli hayatın 21. günü. Bu iş hakikaten enteresan.
Bir kere şunu söyleyeyim, biz iki kişilik hayatımızda ne çok şeyi erteleyebilme lüksüne sahipmişiz meğer.
Üçümüz bir arada geçirdiğimiz bu 21 günde, eve bir sürü raf çakıldı, dolaplar yeniden düzenlendi, eşyalar tasnif edildi, eksikler alındı, bir sürü değişiklik yapıldı. Bildiğin yerleşik düzene geçtik. "Amaaan sonra halledilir" denilen her minik iş tek tek yapıldı.
Aynı döngüyü aralıksız bir şekilde yapma hali bebek bakmak. Biberon sterilize et, süt sağ, emzik yıka, emzir, uyut, uyandır, gaz çıkar, çöpleri at, yemek yap, çamaşır yıka, alt değiştir, çamaşır as, banyo yaptır, ütü yap, uyut, uyandır, doyur, kaldır, hoplat ve tekrar başa dön. Sonsuza kadar. Aradaki maddelerden hiç biri ertelenemiyor.
"Makineyi çalıştırdın mı hayatım?" "Üşeniyorum, sabah yıkasak olmaz mı?" "Olur"
Olur-du. Şimdi hep bir yetişme hali. Bir tanesi bile atlanamayan işler silsilesi.

Aslında yorucu bir yönü yok, yorucu olan kısım dünyevi işler. Bebekle ilgili işler sınırlı. Ama bizim bebekten ötürü geçtiğimiz bu yerleşik düzen ciddi emek istiyor. "Akşama pizza söyleriz" sistemi sona ermiş durumda. Besleyici şeyler yemek lazım, o besleyici gıdaları satın almak, pişirmek, pişirdiğin kapları yıkamak, oturup güzelce yemek falan lazım. Uzun işler. O yüzden genelde insanlar bu işleri delege ediyor yanlarında kalanlara. Bu geçiş süreci biraz zorlayıcı olabiliyor.

Sonrası pek güzel.
Minik bir adam var evde. Gülüyor, mimikler yapıyor, günden güne gerçekten büyüyor. Ancak fotoğraflardan takip edebiliyorsun. Daha önce gerçekten tatmadığın türden bir sevgiyi tadıyorsun, ortak. Aşık olduğun adamla bir de yol arkadaşı oluyorsun, aynı dilden bir sevgiyi hissediyorsun. Aşkı perçinliyor bu, katmerliyor. Kalbin giderek büyüyor, elinle dokunsan hissedebilirsin. Duyduğun aşk kocaman oluyor. Ve bir de bu küçük adamı deliler gibi seviyorsun-uz. Kafayı yiyebilirsin gerçekten.

İçimde kıpırdayan, hıçkıran kurbağa lavrasına benzeyen bir şeyden büyüyen minik bir can vardı ve şimdi o burada. Anne aslan gibi hissediyorum kendimi, "bunu ben içimden çıkardım". Fantastik bir durum. Gerçekten hayatta yenilmez olduğumu, dağları devirebileceğimi falan yoğun olarak hissediyorum. Ve bu kesinlikle bağımlılık yapacak bir duygu, devamı gelecek eminim.

Bir yandan biz ilk acemilikleri atlatıyoruz. İlk banyoyu izledim geçen akşam, ben resmen deprem bekleyen tokyolu gibi gözlerim açık, ellerim kaskatı "boğulur mu, boğulur mu" diye sorup duruyorum. Şimdi pek kolay geliyor yıkamak.

Hamilelikteki duygusallık, aşerme, nazlanma gibi kadın icadı hallerin olmadığına bahse girerim. Ama lohusalık denen mevzu mevcut. Tabi kontrol edilebilir bşy. Şöyle ki; bebeğin uyuduğu ve -nazar değmesin- kesintisiz bir kaç saat uyuyacağı o vakitlerden birinde duşa giriyorsunuz. Aklınıza gelmeye başlıyor düşünceler, "ağlar mı, uyandı mı, sesi çıksa duyar mıyım, dur şu suyu kapasam mı..." Buraya kadar normal değil mi? Ama devamı gelebiliyor; "şimdi eve birileri girse, onu alıp götürse ruhum duymaz, of keşke girmeseydim, ne var ki insan yıkanmadan da yaşayabilir, evet kesin giriyorlar şu an eve, of duyamam ben, ne yapsam..." Bu böyle devam edebiliyor. Kontrol etmek lazım. O anda şarkı söylemek, güzel şeyler düşünmek lazım. Kendini bu delilik haline kaptıran yeni anneleri kınamamak lazım. Üstüne giydiğin şey kusmuklanınca "ay ne şirin" diye annelik tribine kapılmadan değiştirmek, sık sık tazelenmek, makyajlar yapmak, kiloyu kontrol etmek lazım, yoksa göz açıp kapayıncaya kadar saçları kafasına yapışık kusmuk kokulu kabus bir kadına dönüşmek ihtimal dahilinde.

İşte böyle.

tık tık

Tık tık. Tık tık.

Topuklu pabuçların sesi. İnce ve sivri. Parfümün az önce sıkılmış gibi. Ferahsın. Yanında sevdiğin adam. Sonsuz güveniyorsun kendine. Kah elini tutuyorsun, kah öpüveriyorsun. Kaygısız sohbetler. İncecik bileklerindeki saate bile bakmıyorsun. Gülüp duruyosunuz bir şeyler anlatarak. Üzerinde uçuş uçuş bir elbise, bir trençkot belki. Elinde hafif bir alışveriş torbası, bir yerde unutsan bile umurunda değil.

Kahve içmeye bir kafeye girersiniz, birden bir aileye gözün takılır. "Çift" değildir onlar artık dikkat; "aile".

Kadın hafif toparlak, ayağında converse belki, kargo pantolon giymiş ya da kot. En kolayı o. Adam ona hala nedense dünyanın en güzel, en kırılgan şeyine bakar gibi bakıyor. Yanında bir anakucağı. Dikkatinin çoğu onda. En masum, en asitsiz içeceği içiyor kadın. Adamda bir kaç beyaz tel, kadının gözlerinin altında belli belirsiz mor halkalar ama mütebessim. Gülüyor evet, belli ki mutlu ama dağınık. Bir sürü torbalar var koltukta. Evet onu anlatacak kelime bu olabilir. Dağınık. Masada telefon, fotoğraf makinesi, biberon. Sırt çantası var adamda. Tam adamı öpüverecekken, bir mıkırdanma, ikisi de gülüşerek bebeğe bakıyorlar. Bir telaş, bir şenlik hali.

Gözün takılıyor işte, hafif burun kıvırıyorsun ve "ben asla böyle olmayacağım" düşüncesiyle bakıyorsun.

İşte ben dün, o "hiç böyle olmam ben" dediğim kadındım. Ve aklımı kaybedecek kadar mutlu. Bir sürü alışveriş yaptık, sonra oturduk bir yerde. Donutlar, içecekler. İmkansız bir şey topuklu giymem şu an, şişlerim yok olmadı daha. Sonra, o orta yerde, herkesin gözünün önünde oğlanı da doyurduk. Çocuklu insanlara neden bakar diğerleri? Mortingen'in dövmesinin göründüğü karizmatik tişörtünün üzerinde kusmuk lekesi. Bir an durduk böyle, "biz evli barklı ve hatta çocuklu olduk yahu" dedik. Herşey öyle kendi doğallığı içinde gelişti ki, çok garip geldi cümle kurunca. Onun uykuya geçişiyle kalktık. Ben bir kaç mağazaya daha baktım, babayla onlar kapıda bekledi. Kendime göz ucuyla baktım şeyler, "yok daha kilo vericem, hiç almiyim" ve hoooop bebek reyonları, koşarak yanlarına dönüş; "bak oğlana ne bulduuum" diye bir heyecan. İkimizde de bir sevinme hali. Ve çok acayip, "ben bu ekiple, hatta yanımıza bir kaçını daha katarak, dünyayı dolaşırım yahu" duygusu.

Sahi anne baba olduk biz.

taze anne'den

Eğlenceli günler.
20 saatlik uzun bir yolculuğun ardından geldi Pıtıpıtı. Bugün dünyada 8. günü. Doğum hikayemi yazmak gelmiyor içimden, çok özel olduğundan ve abartıyormuşum gibi duracağından korktuğumdan. Sadece zordu. Ve bir arkadaşım "sen hep zoru seversin zaten" dedi. Belki de hata bu, bunu düşünerek bunu çağırıyorum hayatta, üzerine düşünmeliyim bu konunun.

İlk dinlediği şarkı; Imagine oldu. Ama Derya'nın söylediğine göre; Mortingen ona Hey Jude'u söylemiş daha önce.

Bir haftanın sonunda bir takım tespitlerim var tabi:)

Öncelikle Şu Moby Wrap denen şey muhteşem bir icat. En taze deneyimim olduğu için ondan başlıyorum. Uzaktan bakıldığında kefen bezinden hallice görünen bu zamazingo sayesinde biz bugün dışarı çıktık ve uzun süre dışarda kaldık. Eller serbest kalıyor, evde de kullanılabilir, ufak tefek işler halledilebilir. Koy bunun içine adamı, ısıt mamayı vs. Dışarı çıkmak içinse, hakikaten ideal. Tamam ana kucağı da harika bşy ama yok ben onu hayatta taşıyamam. Çok ağır bir şey, bu durumda da bağımlı olurum ve tek başıma dışarı çıkamam. Oysa bununla, sarın sarmalan in markete, çık yürüyüşe, vesaire. Evden uzakta bir Avm'de alışveriş yaptık. Eksikler vardı, varmış daha doğrusu. Bebek olayına girmeden önce, hangi tulum daha fonksiyonel, hangi ıslak mendil paketi daha ekonomik falan bilmek imkansız oluyor. Bunlar kitaplarda yazmıyor:)

Bir müthiş icat daha; Itzbeen Alarm. Bu şu işe yarıyor; yaptığınız aktivite tamamlandığında, pıt basıyorsunuz düğmeye, kendisine ait kronometre başlıyor çalışmaya. Uyudu mu, mama mı yedi, altı mı değişti, ilaç saati mi... Hop basın. Ben bu iş için excelde tablo tutmak, kağıda yazmak, günlük yapmak falan gibi şeyler yapanları duydum. Onlar da mantıklı ama bu acaip pratik. Duyduğum kadarıyla Iphone'lar için benzer işlere yarayan yazılımlar varmış, onları da araştırabilirsiniz. Şu yeni anne babalık döneminde, kafamız bir dünyayken, bazen birimiz mola vermişken; "ne zaman uyudu" sorusuna net bir şekilde; "2 saat 14 dakika" diyebilmek büyük nimet oluyor inanın. Rutin oluşturmakta da işe yarıyor tabi. Hastaneye bile götürdük ve doğduğu andan itibaren kullandık öyle söyleyeyim.

Biz iki kişiyiz. İlk günden beri evde üçüncü bir kişi; bakıcı, yardımcı, anne, anane, büyük teyze falan olmadı. -Haftanın bir günü gelen yardımcı ablamız hariç- Bu bizim seçimimiz. Şimdilik iyi gidiyoruz. Evet yorgunuz. Benim mecburi sezeryanın getirdiği bir takım sıkıntılarım da mevcut olmasa, daha iyi kotaracağım. Ve doğum-sancılar vb derken, savaştan çıkmış gibi oluyor insan. Ama iyiyiz. Hiç bir şeyden de geri kalmadık. Mortingen lohusa şerbeti bile yaptı bana. Kendi bebek süslerimizi yaptık. Heves ettiğim herşey, gönlümce oldu. Gücümüz yetti. Dostlarımız, ailemiz gelip gitti, misafir oldu, Pıtıpıtıyla oynadı. Bir de karşı kapıdaki melek komşumuz, yemekler, kremler taşıdı. O evden bu eve tencereler geldi, sevgi, muhabbet geldi. Bu bir istisna ve ayrı bir yazının konusu. Hepsi bu. Ayrıca başkalarının düşüncelerini dinlemek ve kendi kararlarımızı açıklamak durumunda kalmadık. İnsanlar ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bu dönemde yorucu oluyorlar. "Emdi mi, üşütmesin, aman dışarı çıkmayın, olmaz öyle, vb." Kendi minik evrenimizde sakin sakin gidiyoruz.

Lohusa depresyonu denen şey; 40 gün evde çıkmamaktan kaynaklanıyor, buna eminim. Hayır bu bir "bebeklendik ama hayatımız hiç değişmedi" yazısı değil. Elbette tepetaklak oldu, tümden ve kökten değişti. Ama dışarı çıkabiliyoruz. Ve bu bana iyi geliyor. Kesinlikle iyi geliyor. Havası değişiyor insanın bir kere. Kendine cesareti geliyor. Pazartesi sabah Mortingen işe başladığında, ben normal döngüyü sürdürebileceğim, inşallah.

Kendimi çok iri hissediyorum. Değilim elbette ama sanırım doğurur doğurmaz eski halime döneceğimi umuyordum. Not so fast! Yavaş yavaş yoluna girecek herşey.

Bu doğumla gelen şenlik hali çok güzel. Gelenler, gidenler, çiçekler, kutlamalar. Kırk gün, kırk gece neşe. Bu kendimi kraliçeler gibi hissetmeme neden oluyor. Ne çok sevenimiz varmış meğer.

Çeviri yapmaya üçüncü gün başladım, çok süper oldu. Süpermanliğe soyunma isteği değil bu, sadece zaman içinde yapmaya başlayacağım şeyleri zaten hiç bırakmamak, belki biraz azaltmak daha doğru geliyor.

Bu yıl kurban bayramanın yegane kıyağı, Mortingen'in öncesinde de kullandığı yıllık izniyle birlikte 20 gün kadar evde olması oldu. Bu harika bir durum, mümkün olsa herkes yapsın. "Yanında kim kalıyor" sorusuna, "sadece ikimiz varız" diye yanıt vermek çok gurur verici. Ayrıca bebeğin ilk günleri benim için olduğu kadar, onun için de kıymetli.

Ve biz harika bir takım olduk. Bunun için minnettarım.

Şimdi bardaktaki kırmızı ve pek afilli lohusa şerbetlerimiz ve hafiiif tatlılarımızla, kendimizce bir kutlama yapıyoruz.

Bu kadar, şimdilik.

teşekkür


Cebimde bir sürü teşekkür var benim.

En büyüğü ve en sahicisi elbette Yaratıcı'ya. Beni bu mucizeyle taçlandırdığı için, hep duyduğu ve ne istesem oldurduğu için. Şimdiye dek bir kere bile, en şımarık isteklerim dahil olmak üzere, reddetmediği için.

Ve tabi; sevdiğim adama...

Elimden tutup, hiç bırakmadığı için. Benim gibi bir kızdan, "anne" yaratmaya kalktığı için. Bazen "sen her halinle güzelsin" diye moralimi düzelttiği, bazen de net bir şekilde "o ayakların hemen küçüleceğini sanmıyorum" diye gerçekleri söylediği için. Tatlı tüketimini abartmamam için evdeki pişmaniyeyi en ulaşmayacağım yere koyduğu için ve tuz atmaya kalktığımda ters ters baktığı için. Tabi bunda elimi karnıma koyup hülyalı bir şekilde bakarak "ah babası bebeğimiz istiyor ama" diyen kadınlardan olmayışımın da etkisi var:) Kabus görmeyeyim diye uykularımı kolladığı için. Kocaman karnıma rağmen, sımsıkı sarılıp kalbine soktuğu için. Binlerce çok büyük, çok anlamlı şey için. Biz bu 9 ay, çok zor dönemler de geçirdik, büyük dersler verdik, ama hepsinden geçtik. Bir adama aşık olmanın, onunla sevgili olmanın o kişinin "baba" olmasına yetmediğine inanırım ben. Ama ben şanslıydım; o sevdiğim adamın içinden, dünyanın en şefkatli baba adayı doğdu, daha ilk günden. Kendine en şahanesinden baba olma tişörtü bastırdı. Ve ona pek yakıştı. Doktorla konuşurken gözleri dolan, bebeğin doğduğu an için kimsenin aklına gelmeyecek hayalleri olan, elinde olsa bir 9 ay da kendisi taşıyacak olan, yaşananları kime anlatsam "çok içli bir adamı seviyorsun sen..." dedikleri için teşekkür ederim. Seni dünyadaki herkesten ve herşeyden daha çok seviyorum.

Sonra anane, babane ve dedeler. Babaneye heyecanı, telaşı ve kilometrelerce öteden taşıdığı "organik" gıdalar için. İlk torunu olmamasına rağmen, ilkmişçesine yaşadığı için. Ve ananeye de; benim hayatım boyunca onunla kuramadığım ilişkiyi bu dönemde kurabildiğim için en çok. En güzel hediyelerden biriydi. Ailenin diğer üyelerine her an tetikte doğum haberi bekledikleri için.

Bütün arkadaşlarıma... Heyecanımı paylaşan, beni dinleyen. E takdir edersiniz, benim pek evli çocuklu bir arkadaş grubum yok, doğrusu ben olsam onlar kadar dinler miydim bu yeni gündemimi bilemiyorum. Bana pek sabırlı davrandılar, pek ilgili. Biricik Deryik'ciğime mesela... "Hamileyim" dediğimde, sahiden kalbinin hızlandığını hissettiğim için. Dünyanın en orjinal bebek süslerini birlikte yaptık biz. Ve sır olarak sakladık:) Emrimizde bir ekip çalışsa daha neler neler yaparız hem. Hamile olduğumu hatırlattı bana, en çok da kendimden yakındığımda. "Hamilesin unutma." dedi kaç kez. Bana güç verdi. Ve elinde bir "ilk kitapla" çıkageldi. Çantasından lavantalar çıktı. Telefonu bir kerede açmazsam, hemen ikinci defa aradı :) Ne yazsam az. "Ay teyzoşuuu yesin onuuu" gibi vıcık vıcık sahte sevgiler yerine, satır arası mesajlarıyla göz kırpmak ve içtenlikti ona hep yakışan.

Taa Amsterdam'lardan duygu dolu kart atan, biz evlenirken başka bir şehirden uçup gelen ve şahit olan dostumuza. Sevdiceğimin arkadaşları içinde en sevdiğim kişi olduğunu söylemeliyim. İlk enstürmanını o aldı minik adamın. "Bana bak çok heyecanlıyım, mutlaka haber vereceksiniz" dediği için. Böyle bir amcası olacağı için çok şanslı minik adamım.

Karşı kapıda, evinde ne pişse "canın çekmiştir" diyerek gönderen, süpersonik bir çöp kovası armağan eden biri yaşadığı için müteşekkirim sonra. Canım tiyatro perime ne kadar teşekkür etsem az, her geldiğinde elinde minik adama bir şey, bir süpriz, bir plan, bir düşünce... İsmi en çok beğenen ve ilk paylaştığımız insan oldu. Sevgili okul arkadaşlarıma. Benden önce doğuranlara, deneyimlerini anlatanlara ve heyecanıma ortak olan diğerlerine. İngiltere'den tek tek ne istesem buraya taşıyan dostuma. Çörek otlarına tılsımlar yerleştiren arkadaşıma. Doğum esnasında ihtiyacım olduğuna inandığım ot kök ve suyu ülkeler arası taşıyan bir deli kıza. "Sen hiç kendini yorma, bir çay koy yeter" diyerek gelen kuzenlerime. Kendi acısına ben ortak etmeyen bir başkasına, Mortingen'in ne zaman ihtiyaç duysam, eve-doktora gelebildiği çalışma sistemine. Sonra taa Alaska'lardan komik pijamalar taşıyan arkadaşıma, telefonda "daha doğurmadın dimi?" diyenlere. Birlikte çalıştığımız insanlara da çok teşekkürüm var. Hepsi pek anlayışlıydı, çeviriler için konuşurken, ben özel bir muamele istemediğimden; çekinerek "daha doğurmadın değil mi, sen söylemezsin de..." diyerek beni güldürdükleri için. Ve patronuma, en çok da hiç patrona benzemediği ve sıcacık sesiyle, yaşam enerjisiyle hayatımda olduğu için. Ve tabi bu dönemde hayatımdan kendiliğinden kopup giden, omuzumda yük insanlara da içten bir teşekkür. En doğru zamanı seçtikleri için.

Bakkal amca'ya bile teşekkür edesim geliyor. "Taşıyamayacaksan göndeririz" inceliği için. Ani fren yapmayan taksicilere, yolda görüp dualar eden teyzelere, gülümseyerek bakan yabancılara, her şeyi ayağıma getiren nazik kargo görevlilerine, internet alışverişi denen mucizeye, İpek hanım'ın çiftliğine, evden çalışabilmemi sağlayan tatlı netbook'uma, -bu evden çalışma konusu için de bir post yazasım var; mesai ve deadline'ı kendin belirliyorsan, yaptığın şey çalışmak değil, kariyerkadıncılığı oynamak oluyor diye omzundan sarsmak istediğim müdürkarısı kıvamında ablalar var- aldıklarıma "bu da bizden" diye minik bir çorap hediye eden satıcıya, bazen kendimi kraliçelerden güzel hissettiren, bazen "çok iriyim galiba" dedirten aynaya, yaz günlerini serinleten pırpıra, çilekli dondurmaya, çatlak patlak kremlerine, yeşil eriklere, fındık ezmesine, kısacık öğle uykularına teşekkür ederim. Dinlediğim şarkılara, okuduğum kitaplara, güneşli günlere, güzel yağmurlara, canım Eylül'e ve tabi Kasım'a, minik bebek çoraplarına, sevgilimin rusya'lardan getirttiği matruşka bebeklere -daha anlamlı bir armağan olabilir miydi-. İçimize en sinen ismi bulduran ilham perilerine. Robotlu uyku tulumlarına... Hepsine teşekkürüm sonsuz.

Twitter'dan hatır soran, iyi dileklerde bulunan herkese teşekkür ederim. Çoğu zaman içimi döktüğüm, heyecanla cıvıldadığım bir mecra oldu bu bekleme halinde. Keçelerden harfler, oda süsleri ve tabi en değişik lohusa tacını yapıveren Nazo'ya, birlikte gün saydığımız İnci'ye, ki bu hamilelikte kurulan dostluklar biraz da askerliktekine benziyor sanki. Garip bir şey, ortak endişeler, benzer düşünceler, tecrübe aktarımları, birlikte yapılan alışverişler. Ben çok memnumun onu tanıdığıma. Telaşları, seyahatleri içinde vakit bulup, hal hatır istek soran, cesaret veren Tanya'ya. İlk dinleyeceği müziği soran Elif'e. Söylemiş miydim, biz bu minik adama şahane bir koleksiyon hazırlıyoruz. İşte bu sandığa; 70'li yıllarda basılmış velet kitapları gönderen, bana da kırmızı kurdeleli bir taç ekleyen PrimaRima'ya, hamile bandı zerafeti için Laçin'e, kitaplarıyla ve mailleriyle ablalık eden Ece Arar'a, hastane konusunda içimi rahatlatan Perizad hanımefendi'ye, bir konseri eşsiz bir anıya çeviren Biricik hanım'a, bu hamile zihnimle tek tek hatırlayamamış olabileceğim bütün güzel kalpli insanlara. Hala bu blogun akibeti hakkında mail atan herkese. Ben gerçekten birilerinin okuduğunun farkında değildim.

Biz üç kalbiz bir süredir. İkimiz elele yeni bir dünya yapıyoruz. Tek tek her adım için emek vererek.

Bu süre içinde, bizi sevgisiyle sarıp sarmalayan herkese çok teşekkür ediyoruz. -ben ve Mortingen tabi, bebeğinin ağzından konuşan, "babamız bunu aldı, sizi öpüyoruz teyzeleri" diyen bir tip olmayacağım hiç bir zaman ben, tahmin ettiğiniz bunu, değil mi? :) -

Sağda sersem bir sayaç yok, zamanı parmaklarımızla saydık biz. Biraz daha sonra, 6 el ve 6 ayak yaşayamaya başlayacağız çatımızın altında. Heyecanlıyız, mutluyuz ve çok merak ediyoruz. Hayatımızın en güzel macerasına hazırız.

Dualarınızı, iyi dileklerinizi bekliyoruz.

kasım 1

Hayat güzel.

Kocaman karnımın üzerinden, 4 yıl önce bugünlerde aşık olduğum adama bakıyorum şu an. İçime akan bir sıcaklıkla. Gözlerim doluyor. "Otostopçu'nun Galaksi Rehberi"ni izlerken uyuyakalan bir adam ne rüyalar görür acaba? Kendi doğduğu ayda, baba olacak bir adamın kalbi nasıl çarpar?

4 yıl. Sonsuz mutlu olduk, sonsuz aşık, ve tabi yokuşlar çıktık, tümsekler atlattık. Şu anda tam olmak istediğim yerdeyim ben, tam olmak istediğim gibiyim. Ben bir sürü hayal kurmuşum meğer bilmeden, fark etmeden oluvermişler.

Şimdiden iyi ki doğdun, iyi ki yeniden doğdum seninle ve iyi ki bir minik adam doğuruyoruz bu aşktan, birlikte.


Yaşlanıp öyle kolkola yürüyelim mi? Ne güzel yaşlanırsın sen.
c.süreya

171010

İnsan ister istemez hayal kuruyor. Şimdi ben, yine bu Pazar sabahında olduğu gibi erkenden kalkayım. Hop bir börek atayım fırına, akşamdan kalma dağınıkları toplayayım. Tam da çevirimin başına geçeyim ki; komik adamlarım uyansın. Bakkala gitsinler bir gürültüyle, bir sürü bir şeyler alsınlar, kahvaltıyı hazırlasınlar. Oturalım, güle oynaya yiyelim, döke saça. Sonra sokaklara dökülelim falan. Haftasonu "ödevini bitirdin mi?" vakti olmasın bizde.

Yaşasın güneşli Pazar günleri!

özetle

Bu hamilelik mevzuu pek göreceli. Herkesin kendine özgü yaşadığı bir dönem, sanırım. Ama bence o camdan bakan uhrevi hamile tipi; filmlerle, kitaplarla ya da tembel kadınlarla ilgili bir durum.

Son günlere yaklaşmışken, kendi sürecimi özetleyebilirim...

İlk trimester diye anlatılan, ilk üç aylık dönem; bir aklı havadalık, bir "neler oluyor"luk bir dönemdi benim için. İstemek başka, hazır olmak bambaşka bir hal çünkü. Yapılması gerekenler düşündükçe, aklım yerinden oynuyordu. Ve öyle hemen "anne oluyoruuum" duygusuna kapılmadım. Çünkü "gelin ata binmiş ya nasip demiş" durumundaydım. Bir duralım, bir netleşsin, şu ilk üç ayı sağlıkla atlatalım duygusundaydık daha çok. Bana hala garip ve sersemce geliyor, 3 haftalık cenin duyuruları. Kendime özen, sağlığıma dikkat, bolca şükür ve gelecek planları daha ağır bastı. İlk yaptığım alışveriş; bir sürü kitap almaktı. Mide bulantıları ve aşermek pek olmadı. Hatta başımızda öyle esiyordu kavak yelleri, neredeyse hiç kimseyle paylaşmadık bu haberi. Çokça günce tutarım zannettim ama pek gelmedi içimden.

İkinci üç aylık dönemse, daha bir garip. Cinsiyet netleşti, daha bir hamile oldum sanki. Sonra, çok çalıştım bir kere. Belki tren bir süreliğine kaçıracağım duygusu ağır bastı, emin değilim. Bolca çalıştım, okudum, endişelendim, hazırlıkları planladım, ufak tefek başladık hatta. Testler arttığı ve derinleştiği için kaygılara, yeni kaygılar ekleniyor. Çekilmez miydim bilmiyorum ama zor anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kendimle en ağır kavgalarımı ettim. Hayatımın genel süreciyle ilgili de, yerinden oynayan bazı taşlar bu dönem oturdu, hafif sancılı geçti.

Benim için en ballı dönem son üç aylık dönem oldu. Evet. Sular duruldu. Oda yavaş yavaş yerleşti. "Tadını çıkar" denilen öğle uykuları uyudum, güzel şeyler izledim, kitaplar okudum. Bolca alışveriş yaptım. Dünyanın en eğlenceli alışverişlerini... Eksikler tamamlandı. Biz anne baba oluşumuzu daha bir idrak ettik, e uçan tekmeler, hıçkırıklar, bir mucizevi haller... Dolaba yerleştirilen komik tulumları bir insanın giyeceğini düşünüp gülüyor insan. Zaman bereketlendi. Bebeğin gelişine ayak uydurabilecek düzene büyük oranda geçtim, geçtik. Ben "hayatımız hiç değişmedi, o bize uyuyor" annelerinden olmak istemiyorum, "baştan alıştır o sana uysun, sonra zorlanmazsın" öğütlerine kulaklarımı tıkıyorum. Minik adam gelsin ve evet özellikle ilk bir kaç yıl biz ona uyalım istiyorum. Evet, evde-ofis şeklinde çalıştığım için sürdürebileceğimi umuyorum, ama sürdüremesem de sorun değil. Ve bunu bir fedakarlık olarak görmüyorum. Ben o minik canlının tek bir anını bile kaçırmak, başkasına devretmek istemiyorum. Uykular, beslenme saatleri onun keyfince, onun rutinine uygun gerçekleşsin istiyorum. Anne-baba olmak, bunu da sağlayabilmektir gibi geliyor. Hem bunun kötü bir yanı yok ki, bu değişimi, bu alaborayı istediğimiz için almadık mı bu mucizeyi hayatımıza?

Şimdi, zamanı geriye doğru sayarken, bir heyecan. Bugün bir ara, ev derli toplu mu kontrol ettiğimi fark ettim. "Dünyanın bin türlü hali" var öğüdünün bıraktığı iz olsa gerek. Bir anda doğuma gidebiliriz gibi geliyor. Korkuyorum diyemem, ama bilmediğim bir şeye karşı tarifsiz bir merak ve heyecan duyuyorum. Telaşlanıyorum. Bence "normal" doğumun en eğlenceli yanı bu bilinmezlik.

hamile baskısı

Bir süredir hamilesiniz, karnınız da biraz çıkmış.
Kadınlar arasında garip bir tarikat var sanki. Bazıları sizi ve karnınızı görünce dokunmaya kalkıyor. "Tekmeliyor mu?" diye soruyor hatta. "Yoo bütün gün uyuyor" deyin, çok şaşırıyorlar. Tanımadığınız kadınlar bunlar. Garip bir şefkat ve merak.
Kibarca redderseniz tamam. Tabi bazıları daha bir ısrarcı. Ve bir de savuşturulması gereken sorular var:

"Kaç aylık?"
Bu soru kritiklerden biri. Vereceğiniz yanıta göre; "hm karnın çıkmış"/"aa pek karnın yok"/"benim de böyleydi"/"benim hiç böyle değildi"... Ve benzer bir çok yorum. Hatta karın şekli üzerinden cinsiyet tahmini. Sonra olası çatlaklar üzerine bir seminer. "Ay ben şunu sürdüm/bizim zamanımızda bilmem ne yoktu/zerre çatlamadım, genetikmiş çünkü" gibi tahammülfersah muhabbetler. Bir susun yahu. Hakikaten şu an çatladım.

"Kız mı erkek mi?"
Bunun ardından gelecek yorumlar daima saçmadır. Burun kıvırma, eğer kendi hayalindeki cinsiyet değilse "olsun canım" diye kendince teselli etme, kendi hikayesiyle kıyaslama, ikinci bebekse ona göre yorum. Hayır bu sorunun da doğru bir cevabı yok.

"Kaç kilo aldın?
Ve bu en rahatsız edicisi! Sana ne şekerim. 10 kilo aldım, 25 kilo aldım, hiç almadım. Nedir yani? Çıtı pıtıysan, çocuğu beslemiyor olmakla eleştirilebilirsin, değilsen boşa ağırlık taşıyor olabilirsin "dikkat et, doğumdan sonra kalıyor o kilolar" uyarıları geliyor. Ve sonuç yine kendinden örneklemek. Üstelik kendisi bir pelte ama olsun. Çünkü yeryüzündeki en mükemmel anne o, hayattaki yegane sıfatı anneliği ve bu bağlamda yaptığı fedakarlıklar, kahramanlıklar.

"Aşeriyor musun?"
Bu soruyu da merak ettiğinden sormuyor. Kendi kocasının gecenin bir yarısı nasıl avokado bulduğunu anlatacak, dikkat kesilin, övün onu. Ya da hava atacak "ay ben zerre aşermedim, bunlar insanın kafasında olan şeyler şekerim" diyecek. İkisi de yalan ben size söyleyeyim. İnsan hamilelikte belli gıdaları yoğun olarak yiyebilir ama bunun dozu çevresindeki kullanmaya dönüştürmeye yetecek kadar değildir.

"Normal mi sezaryen mi olacak?"
İşte kilit soru. Birincisi sezaryen bir doğum yöntemi değil, tıbbi bir zorunluluk halinde doktorun karar vereceği bir uygulamadır. "Ayh ayın 4'ü olmaz, gezegenler acaip, 5'inde doktor meşgul, tamam 6'sı sabah 9 uygun, yok saat 10 olsun ancak kalkarım" şeklinde planlı bir şeye doğum denmez, üzgünüm. Benim düşüncem bu yönde ama hiç bir hamile kadına bu konuda yorum yapma hakkına sahip olduğumu sanmıyorum. Çünkü yine de anne adayının paşa gönlü isterse öyle de doğurabilir, bunu kimseye ve özellikle de otobüsteki teyzeye açıklamak zorunda değildir. Ve çok dikkatli olun, bu soruya yanıt olarak kazara; sezaryen derseniz, kendi sezaryen doğum yapmış biri bile eleştirir sizi. Kendisi için bahaneler üreterek, hem de "çünkü bebek tersti, çünkü suyum gelmişti, bikbikbik". Bir tek "canım istedi" diyen de duymadım. Ya da tam tersi normal doğuranları aşağılayarak, "ay beş dakkada kesip çıkardılar, yan odadan çığlık sesleri geliyordu şekerim"ci sersemler de mevcut.
Ama soruyu soran normal doğurmuşsa da, nasihatleri ve anlatacakları gerçekten çekilmez oluyor. Bu doğum hikayeleri askerlik anıları gibi zaman içinde anlatıla anlatıla büyüyor ve şekil değiştiriyor, buna eminim. Yanlışlıkla bir kedi vuran avcının, o anıyı onuncu anlatışında "aslan üzerime doğru koşarak geliyordu ama..." diye başlaması gibi bir şey. Dünyadaki en zor doğum muhatabınızın doğumu ve o dünyadaki en korkusuz savaşçı, bu zor doğumu atlattı. Lütfen küçümsemeyin. Aksine o sizi küçümseyecek ve "tarlada kadınlar kendileri..." diye başlayan klişeyi burnunuza dayayacak. Kaçın.

"İsmi ne?"
Masum görünen bu soruya yanıt verirseniz, ardından bin tane daha saçma yorum gelir. Misal; bir enerji uzmanı organik abla "aaa aile büyüklerinin adını koymayın, onun enerjisini taşımasın..." diye girer konuya, bir diğeri "biz birini İngilizce koyacağız, yurtdışında falan okur, hem Türkçe karakter olmasın..." diye devam ederek sizin koyduğunuz "demode" ismi küçümser, -evet bu komik uygulama günümüzde çok yaygın- ve siz baygınlık geçirirsiniz. Hadi ismi söylediniz, eleştiriler bu kez de sonra ermez, anlamı nedir, aa bilmem kimin adı budur ve berbat biridir, nereden bulmuşsunuzdur, eşiniz ne istiyordur, ortak kararınız mıdır... Bu liste uzar gider.

"Emzirecek misin?"
Yahu bir dur, ben daha içinde bulunduğum durumu daha kanıksayamadım, biraz zaman tanı. Bu sorudaki amaç, kendisinin ne fedakarlıklarla emzirdiğini anlatarak söze girmek ve ardından lohusalık maceralarını paylaşmak. Şunu yemiştir süt yapmıştır, bilmem ne gereksizdir, bak mutlaka şöyle yapmazsan olmazdır... Ben ve süt verecek organlarım söyleyeceklerinizi dinlemiyoruz bayan.

Çok mu karanlık bir tablo çizdim? Aksine, bütün bu soruları soran ama iyi kalpli ve içten yorumlar yapan insanlar da var. Bir yerden geçerken size yol veren kibar gençler, size gülümseyerek bakan yaşlılar, işinizi kolaylaştıran satış görevlileri, restorantın tuvaletini kullanmanıza izin veren koca göbekli amcalar daha çok. Anlattığınız kadarıyla yetinen tatlı insanlar, sizi tanımadığı halde iyi dileklerde bulunan, sımsıcak dualar edenler. Yukarıda bahsi geçenler daha ziyade çok bilmiş kadınlar. Ve ne yazık ki pek fazlalar.

İşte zaten bu çok bilmiş kadınlar daha evlenirken yeryüzünde tek ve mükemmel evlenen kendileri olduğuna inanarak, eskiden olsa komşu sohbetinde anlatacakları şeyleri bir blog açarak paylaşır, en iyi gelinlikçi, en şahane ayakkabıcı, mucize yaratan makyözü kitlelere anlatmak için can atarlar. Hayatlarındaki şanslardan dem vururlar, en şahane koca onlarındır, en destek olan arkadaşlar kendilerinindir, tanrım ailesi ne kadar da iyidir her işe koşmaktadır. Özetle, insan kullanırlar ve buna bir kılıf uydururlar. Neyse; devamında evlilik hayatları da eşsiz olduğundan, gittikleri muhteşem balayı oteli, yaptıkları yemekler, dondurucuya attıkları yedekler, dolap düzenleri, giydikleri kıyafetler gibi sıradan ve herkesin yaptığı günlük işleri büyüterek, abartarak ve anlam katarak yazar da yazarlar. İçten içe bir köşe yazarı, öğlen kuşağı programı sorumluluğu taşıyarak üstelik. Gerçekten birilerine faydası olacağını zannedecek bir sersemlikle.

Ve bu ruh halinin peak noktası hamileyken yaşanır. Tanrım o bir annedir artık. Daha ilk günden hissetmiştir. Hemen sayaç koyar, o hamile kalmıştır, neredeyse olay anını paylaşacak kadar coşkuludur. Herkes duysun ister çünkü onun minik dünyasında bu bile büyük başarıdır! Daha kurbağa lavrası formundaki bebeği adına konuşmaya başlar; "seni çok özlemiş teyzesi" falan der. Ve el attığı herşeyi mükemmel bir şekilde -suyunu çıkararak desek daha iyi- yapacağı için ne kadar anlatsa azdır. Mükemmel kocası o istemese bile onu müthiş nazlamaktadır. Şimdi gelsin en sağlıklı sterilizatör nereden alınır, ilk altı ay anne sütü en iyisi, hastane çantam listeleri. Göbekli pozlar, gün gün gelişmeler, daha neler neler. Yaşasın, dünyada tek becerdiği iş olan anlamsız alışverişe de iyi bir neden buldu. Artık anlatır da anlatır. Daha durun bunlar iyi günler, yakında kolektif yapıldığına inandığı olayları da anlatacak: "Bugün ilk meyvemizi yedik." "Babamızla parka gittik." "Teyzoşumuz bize hırka ördü" "Sütüm azaldı ama iştahımız açık, kakamız kahverengi" falan gibi... En mahrem ve bir o kadar sıradan şeyleri kitlelerle paylaşma dürtüsü arttıkça artar. Çünkü o en iyisini biliyor.

Ve tam da bu yüzden sizi yolda görse dahi durdurarak, yukarıdaki saçma soruları sorup, bayıcı yorumlar yapıyor.

geri sayım

Garip bir şey blog işi, yazarken yazıp duruyorsun, yazamaz olursan alışkanlığını tamamen kaybediyorsun.
Son bir aydayız artık. Ve belki artı eksi üç beş gün daha. Haliyle heyecan verici. Geri sayım halleri, son durumlarla ilgili kararlar.

Pek çok şey hazır. Bulutlu bir cibinlik, benzer bulutlar taktığımız bir perde. Tepede yıldızlar. Beyaz ne güzel renk... Ve artık televizyonsuz bir hayat.

Bir mektup yazdım bugün, doktoruma özellikle. Doğum sürecinin nasıl olmasını istediğim hakkında. Sanırım abartmışım, bir tür manifesto oldu. Umarım herşey gönlümüzce ve sağlıkla olur. Eleştirilecek ve yazılacak çok mevzu var, kendim doğum yapmadan susuyorum. Sezaryenci doktorlar, yeni nesil acaip anneler, planlı yapılan ve doğan proje çocuklar... Çok sıkıcı ve bunaltıcı. Benimse hayallerim her anının tadını çıkaracağım bir yolculuk, bittiğinde "aslanım kaplanım ben, bunu yaptım ya, herşeyi yapabilirim artık" mutluluğu.

Bizse artık kocaman tekmeler, hop hop hareketler, içinde bir canlının hıçkırması hali. Gerçekten çok değişik. Hafif bir hüznü bile var bu sürecin bitiyor olmasının. Çünkü insan hayatında bir kaç defa bir mucizeye tanık olabilir ama bir mucizenin ta kendisi olamayabilir.

eylül

Bu serinlik ne mutluluk verici şu an anlatamam. Yazın sıcak kavurucu günleri sahiden zordu. Eylül benim hayatımda hep bir başlangıç, sanki yılbaşı. Mutlaka bir güzellik zamanı. Mart'a, hayır hatta Nisan'a kadar iyilik güzellik. Sonra yeniden Eylül'ü bekleme hali.

Eylül'e yazdığım yüzlerce güzellemeden en güzeli şimdi, çünkü hayatımın en güzel mevsimlerinden biri. Okulların açılmasını beklemek gibi bir şey. Son hazırlıklar, telaşlar, ütülü önlükler. Bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek. Bu deneyimi bir daha yaşayıp yaşamayacağını bilememek.

Pek çok şey tamam. Son düzenlemeler, ufak tefek eklemeler kaldı. Hepsi heyecan verici. Yeni bir insanın gelişi kadar müthiş bir şey yok sanki hayatta. Yani sadece doğuran için değil, kutsal annelik değil mesele. Yepyeni roller, oyunlar, kelimeler... Herkes için heyecan verici, bu sahiden yaşamın en büyük mucizesi.

Güzel şeyler.