sıradan

Nasıl sıradanım nasıl sıradan şu sıralar:) Bayılıyorum mesela şu günlerde beni arayıp "bikbik şu sergiye gittim, bikbik şu toplantıyı kaçırmadım, ay sen evde misin?" şeklinde anlatan meşgul insanlara. "Sen ne yapıyorsun?" Yoğun bir gündem bekliyor belli ki, ama benimki çok özel, ulu orta saçılmayacak elmas taneleri. "Hiç." diyorum o yüzden ben de. Çok seviyorum "hiç" demeyi böylelerine.

Hava soğuk, oğlanla öğleden sonra yürüyüşlerimiz iptal. Burnumuzu bile çıkartamıyoruz günlerdir, "aman hasta olur" diye değil, basbayağı üşüyoruz.

Zaman zaman sıkıldığım oluyor tabi ki, yalan yok. Nefes alınca geçiyor neyse ki. Evdeyim, ev kuyu gibi, sanki ayrı bir organizma bu aralar. Çevirileri azalttım; sürekli bir aktivite, bir eğlence peşindeyiz, sesler, agular, sıkılmalar, bir neşeler, bir komiklikler. Ama konuştuğum yetişkin sayısı pek az, dahası kendimle kaldığım anlar giderek azalıyor. Ara ara kitap okuyorum o kadar.

Sonra bu akşam, Baba geliyor, ihtiyacımı anlıyor akşam rutinini devralıyor. Hava buz gibi, karanlık. Çok severim. Hadi dışarı. Uzun yürüdüm, düşündüm, düşünmedim, yürüdüm, yürüdüm.

Hava soğuk avm'ye giriyorum. Aklımı kaybediyorum. Bebekken almamıştım böyle şeyler, şimdi alabilirim, bakıyor, ilgileniyor. Şunu da alalım, bu küpleri, bu renkli halkaları, evet şunları da. Daha alırken hayal ediyorum görünce vereceği tepkiyi, şuraya bastığında ses çıkınca nasıl sevineceğini. Saklayıp nasıl tek tek ve hangi zamanlarda çıkaracağımı planlıyorum. Bildiğin hayal kuruyorum oracıkta.

Birkaç dakika sonra, görevli kadınla arkadaş olduğumuzu fark ediyorum. Tanrım, o otobüs teyzeleri vardır ya, hani çenesi düşük olur, cüzdanından çıkarır fotoğrafı "bak bu benim torunum" diye, işte onlardan beterim. "Bakın bu da benim oğlum, -cep telefonumda var fotoğrafı- sizin kız 13 aylık mı, benim oğlum 4 aylık, bakın fotoğrafı, çok neşelidir, çok tatlıdır, homur homur bir adam, yok hayır evde çalışıyorum ben, tabi sizinki de çok zor, aaa babanesi mi bakıyor, o dediğiniz biberon hangisiydi..." Kadın da anlatıyor aralıksız. Kendimi dürtüklüyorum içimden "sus" diye. Yok durduramıyorum, "ay babasıyla şimdi, evet benimki de, bu akşam işim bitmedi geciktim ama içim rahat, tabi benim de, yaşasın babalar."

Nihayet susuyoruz, kasadaki işler bitiyor, elimde koca torbalar, önce buraya girdim çünkü buradaki işlerimi halledip kendime bir şeyler bakacaktım. Ama yok yeterince zaman harcadım, oğlumu göreyim, bekler beni. Pofpofpofuduk uyanır, sarılırız yeniden uykuya dalar.

Sonra eve geliyorum, Baba yorgun savaşçı, ev sessiz, minik sevgilim uyumuş. Gidip öpüyorum onu, "seni seviyorum" diyorum, yandan çarklı gülümsüyor. O her gülümsediğinde güneş bir başka parlıyor. Bir anını bile kaçırmadığım için ne şanslı olduğumu düşünüyorum ben. O uyumaya devam ediyor.

Bizimki büyük aşk.

4 x 4

4 Mart bugün; ben bugün itibariyle 26 yaşımı bitirdim, 4 yıllık evliyim ve 4 aylık pompik yanaklı bir oğlum var. Bu yıl bana çok güzel şeyler getirdi. Çok güzel bir yerindeyim hayatımın.

Akşama minik bir yemek yiyeceğiz. Hayatımın erkekleri, kahramanlarımla bizbize.

Sevdiceğim, oğlum ve babam.

İyi ki doğdum ben!
Tabi ki zor bazen. Olmaz mı? Uykusuzum çoğu zaman. Çoğu zaman hayal meyal geçiriyorum bir kaç saati. O uykusuzluk insanda acayip bir halsizlik ve mutsuzluk yaratıyor. Evet dayanıklıyımdır ben uykusuzluğa ama dayanmak ayık kalabilmek demek, ayık kaldığım saatleri kaliteli geçirebilmek değil. Bildiğin sinirli huysuz bir kadın oluyorum. Dünya başıma yıkılmış gibiyim o anlarda ve çekilmezim. Yorgunluk çok bezdirici bir duygu oluyor.

Herşeyi bir arada yapabilmek zor. Bazı şeyleri kimseler itiraf edemiyor. Sezeryanı "ay süperdi valla, hiç bşy hissetmedim" diye aktarıyorlar. İlk bir kaç epiduralin etkisiyle mutlu olunduğunu, sonra o acıların bir anda insanı gümlettiğini söylemiyorlar mesela. Bu zaten anneler arasındaki en büyük geyik konusu. Ben normal doğurdum en bir anneyim, ben kesildim süper anneyim, ben ikisini de yaşadım tanrı sayılırım. Doğum sancısı ayrı bir şey; tren seyahatleri gibi, hani inersin ama o ilk gün hala trende gibi sallanacağını zannedersin, o his işte, her an hala sancı gelecek sanıyorsun falan bir süre. En kötüsü de; hiç birini yaşamadan ahkam kesen insanlar. Ne bileyim mesela sezeryanı "şimdiki nesil sıkıya gelemiyor" diye yorumlayanlara müthiş bir yumruk atmak istiyorum ben. Üstelik kimse yapmak istemediği bir şeye mecbur değil hayatta.

İçsel olarak çok değiştim ben. Ağlamazdım öyle çocuklara, sevmezdim de zaten. Hala bayılmıyorum ama değişti işte bir şeyler. Geçen akşam yürüyüş yaptım, dönüşte yemek bir şeyler aldım dışarıdan. Mutfakta paket yapıyorlar görüyorum, bir oğlan çocuğu 11-12 yaşlarında. Saat 8 falan. Çalışıyor orada. Evde sütünü içip çizgi film için ağlaması gereken saat. Eve ağlaya ağlaya döndüm. Ne hayalleri vardır, annesi ne çabayla süt vermiştir'den başlayarak. Sonra dünyanın bütün doğuran-emziren-lohusa kadınlarını sarıp sarmalayasım var. Öyle büyük bir şey yapıyorlar ki kadınlar, farkında bile değiller. İçinden insan çıkarmak, yaşam vermek. Ne bileyim yetmiyor kelimeler.

akord

Değişik bir devinimli hal. Tam bir "yuvarlanıp gidiyoruz" durumu. Bisiklete binmeye benzetiyorum bazen. Dikkatimi tam olarak vermem gerek, yoksa dengemiz bozuluyor. Tabi hep dikkat de gerekmiyor, bazen pedallar kendiliğinden dönüyor, sen çevreyi izliyorsun. Bazense işler rayından çıkıyor. Benim o zamanlarda herşeyi bırakıp, akort yapmam gerekiyor.

Şimdi o zamanlardan biri. Evde herşey uyumlu, kötü bir ton, bir ses yok. Hayır masam yine dağınık, bahsettiğim böyle bir şey değil. Bebeklerin de var zaman zaman buna ihtiyacı, mesela uykusunun yoldan çıktığı, ne yapacağını bilemediği anlar var. Değişikler. Belli çizgiler çekersen, ne yapacağını mini mini aklıyla kestirebilirse rahat ediyor.

Büyük konuşmayayım ama anlamıyorum çile dolu anneleri, hiç uyumadığı söylenen bebekleri, ilk üç ayı hatırlamak bile istemeyenleri, hayatlarını süt meselesiyle zehir etmelerini... Benim baktığım yerden herşey öyle basit ki. Biz sürekli bir şeylere sevinme ve kutlama halindeyiz. Evde daimi bir şenlik, şarkılar, kahkahalar. Zaman zaman zorlandığım anlar var, gerçekten pilim bitiyor dediğim günler, geceler, gözlerimin altında mor halkalar... Ve bunun tek nedeni uykusuzluk oluyor. Uykusuzluğumsa, çalışan anne olmaktan, her işini kendi halleden bir insan olmaktan, sevdiceğine vakit ayırmak isteyen bir eş olmaktan, öğle uykusu yerine yürüyüş yapmayı ya da kahve içmeyi tercih eden bir kız olmaktan, oğlunun her anında yanında olmak isteyen, onunla ilgili hiç bir şeyi bir başkasına emanet edemeyen ebeveynler olmaktan, kendine de vakit ayırmaktan geri kalmak istemeyen bir insan olmaktan ve yaptıklarının hiç birini eksik yapmaktan hoşlanmayan biri olmaktan kaynaklanıyor. Bunlar içinse feda edebileceğim ilk şey uyku olunca, evet bunu yapıyorum. Sonra telafi ediyorum tabi. Uykusuzluğa direnç en önemli yeteneğim oldu şu dönem diyebilirim.

Herşey o kadar tıkırında gidiyor ki; detay versem nazar değeceğinden korkuyorum. Bebekli hayatın bu kadar kolay ve güzel olacağını tahmin etmiyordum.
İlk üç ayın ardından şimdi bambaşka bir dönem başladı. Daha bir katmerlendi ballandı annelik. Minik adam dünyaya ve bize alıştı.

Ve benim bir tanecik sevgilim. Bu "babalık çok yakıştı" klişesi değil, daha başka bir şey. Aramızda bazen konuşularak, çoğu zaman konuşulmadan yapılan bir iş bölümü var. Onun sanki şimdiden bir ebeveynlik tarzı var. Çok neşeli, çoğu zaman rahat. Sağlık meseleleri ve bazı uygulanması gereken kurallar devreye girdiğinde pürtelaş sadece. Şu anda tamamlıyoruz birbirimizi, ileride de böyle olacağına eminim. Bazen ben telaşta o sakin, bazen tam tersi. Onun soğukkanlı olduğu konular başka, benimkiler başka. Bazı konulara ben hakim, bazılarına o. Hazır olmak diye bir durum var mı bilmiyorum, biz sadece çok istemiştik, ama hazırmışız sahiden.

Ve ben bu üç kişilik ailemizle gurur duyuyorum. Olması gerektiğine inandığım gibi bir aile kurabildiğimiz için ikimizle de gurur duyuyorum. Kimseye ihtiyaç duymayan halimizle, insanlara yük değil, neşe olabilmemizle, sakin sakin büyük işler halletmemizle, birbirimize uymamızla övünüyorum. Şimdiden o kadar uyumlu bir bıdık ki, hiç bir akşamımızı, gezmemizi zehir etmedi. Hiç bir kriz yaşatmadı. Geçen akşam çok sevdiğimiz arkadaşlarımızda yemekteyken, biraz bakındı bize katıldı, sonra pıtpıt uyudu mesela.

Buraya kadar herşeyi doğru yaptığıma inancım tam. Kendimi sıkça kontrol ediyorum. Evet Pıtıpıtı mutlu, ben mutlu, baba mutluysa; evet demek ki; o ana kadarki herşey doğru.

pofuduk

Gece olmuş uyuyor, sanki şişmiş uykudan, pofuduk bir güzellik. Taze poğaça gibi bir şey. Boynu müthiş kokuyor. İçine akan bir sıcaklıkla bakıyorsun, nereden tanıyorsun bu duyguyu düşünüyorsun. Yok benzediği bir şey yok, aşka benzetiyorlar bazıları ama değil. Aşk iniş çıkışlı, devinimli bir şey. Bunda o yok. Sabit, değişmez, ama bir yandan sürekli artan bir sevgi. Hem aşk karşılıksız da olabilir, bu değil.
Bu nedenle tam bir sevgi sözcüğü bulamıyorsun, cebindekilerse yetmiyor. Şarkılar, hitaplar uyduruyorsun. Yeni kelimeler deyişler icad ediyorsun. Sanki ne söylesen eksik kalıyor. Hep eksik kalıyor.

Ve herkeste farklı tezahür ediyordur eminim annelik, kimisi daha hassas olabiliyor, ne bileyim üzülmeye gelemiyor mesela, daha kırılganlaşıyor. Mümkün bunlar. Ama ben kendimi aslankaplan gibi hissediyorum. Hani sanki gerçekten dağları devirebilirim gibi geliyor. Hastalanıyor, sen kocaman oluyorsun, doktordan daha doktor sanki, uykusuzlukla savaşan bir süper kahraman, zor anlar oluyor, hayatın getirdikleri hep devam ediyor, gücünün azaldığı, zorlandığın anlar hep var işte, o zaman içinden biri o şarkıyı söylüyor; "but i'm a super girl, super girls don't cry".

Minik bir adam, ortalama 70 günlük. Gece yatağında uyuyor, sonra bir an seni çağırıyor, gidince bildiğin adam adam sinirlenmiş buluyorsun. Böyle homurdanıyor falan. Küçük bir herif. Küçümen yumuk yumuk. Gülüyorsun, o da gülüyor. Seni görünce gülümseyen bir çift göz. Aklını kaybetmiyorsan, sırf ona ihtiyacın olduğundan. Gözünden yaşlar geliyor sarılırken. Konuşunca yan yan bakıyor mesela, çapkın çapkın gülüyor. Allah'ım bu benim içimden mi çıktı sahi? Bu kadar güzel bir şey. Emzirmek diye bir mucize de yanında hediye.

Yıllar önce, bir büyükten dinlemiştim; aşk öyle birşeymiş ki; elini tutarken gözlerine bakmayı özlermişsin, gözlerine bakarken, saçını okşamayı... Sonsuz bir döngü. İşte bu açıdan aşka benziyor olabilir, biraz. Uyuyor uyanmasını, uyanıyor uyumasını özlüyorsun. Daha küçük halini özlüyorsun ve henüz bilmediğin büyük hallerine özlem duyuyorsun.

Çok güzel, bu yıl ajandamın dev boyutu geldi hediye. Kocaman bir moleskine. Yazacak çok şeyim var belki ondan. Geveze kuşlar gibi oldum yine. Bu hali seviyorum, kocaman bir elbisem var, eteğimde çiçekler uçuşuyor gibi. Yazıp duruyorum, acemi kelimeler. Bazen diğer bloga, ama en çok kağıda. Mektuplar yazıyorum, zarflara koyup saklıyorum. İlerde okur mu tabi, böyle şeyleri önemser mi bilmiyorum, ama öyle olsun istiyorum.

İnsanı sarhoş eden bir hal. Bağımlısı olmak an meselesi. Aklımdan uzak gelecek için cümleler kurarken buluyorum kendimi ben, "ikinci bebekte..." falan gibi. Sonra düşünüyorum tekrar, bunun için çok büyümeli yürek, benimki o kadar büyüyebilir mi acaba? Sevgiden genleşen bir şey kalp, şekil alan, dönüşen. Tabi daha şakası bu işin, yolun çok başındayım.

Ama iyi ki bu yola çıkmışız, iyi ki.

gölgeler&gerçekler

Bugün benim için güzel bir şey oldu.
Habertürk gazete alanlar için; 20. sayfada sol köşede blogum ve ayrıca bir de yazım var.

Böyle bir şeyin en çok bu dönem olması mutlu etti beni, şöyle ki;

Gölgeleri vardır herkesin. Hani sizin de olmuştur, belki lisede. Saç şeklinizi falan taklit eden. Hoşlandığınız çocuğa, sırf siz hoşlandınız diye ilgi gösteren bir sıra arkadaşı. Defterini aynı sizinki gibi kaplayan belki. Size gösterdiği alakayla boğulacağınızı hissettiğiniz. Veya annesiyle her geldiğinde, sizi tepeden tırnağa süzüp, yaptıklarınızı yapmaya çalışan bir ahbap. Güzel bir özenmeden bahsetmiyorum, kastettiğim daha çok şizofrenik bir durum, bir kopyala yapıştır hali. Ama hem öfkeli, hem sağlıksız. Daha doğru tanım; kes yapıştır hali. O sinirle ve hırsla sizi yer bile bunu yapan. Gerçekten "köprüden atlasam atlar" denecek türde bir psikolojik rahatsızlık.

Gölge doğru kelime sayılmaz. Ama kendi başına bir hiç olduğunu ifade etmek için daha iyi bir kelime bulamadım. Siz var olmadıkça, o yok. Sizden beslenmediği sürece, o bir hiç. Kendi zevkleri, kendi ruhu, kendine dair hiç bir şey yok. Bu konuda hiç de pratiği yok, çünkü yıllardır hiç kendi olmamış. Güneşe muhatap sizsiniz, pırıl pırıl parlayan, ışıltılı olan sizsiniz, o sadece karanlık yamuk yumuk manasız bir şey. Gölge gibi işte bu açıdan. Ama aslında daha çok; ne bileyim paralel bir evrendeki çarpık bir kopyanız olduğunuz düşünün. Adım adım sizi takip eden, ama asla bunu itiraf edemeyen.
Dedim ya; çoğunuzun olmuştur, ama işte kısa kısa dönemler belki. Yazlıkta aynı mayoyu giyip kikirdeyen bir kız belki. Benim hayatımda da var böyle bir tane. Keşke böyle basit olsa ama ne yazık ki çok daha köklü, eski. Seri katil hevesiyle peşimden gelen. Hayatımın, kararlarımın, seçimlerimin kötü birer kopyalarına yaşamında yer veren. Hatta yaşamını tamamen bunlardan oluşturan. Bu hastalığı yüzünden, hayatımdan çıkardığım. Ama yine de uzaktan uzağa beni izlediği yerde hala bunu tekrar eden. Blogumu bildiğini mesela kısa bir süre önce öğrendiğim ve ne yazık ki buna onun açısından "of şimdi nelere kalkışacak" hissiyle çok üzüldüğüm. Kendi benzer sevinçleri için benim kelimelerimi kullandığını gördüğüm. Çok acıklı işte.

Böylesi bir gölge için ne yapılır? İşte bu noktada çaresizsiniz, çünkü hiç. Aldırmamak bile çözüm değil, çünkü o sizi kendi dünyasının merkezine koymuş, aldırmayışınız bu durumu daha da abartmasına neden oluyor. Sinirlenmek manasız çünkü gölgeler yara almaz, zarar görmez, onlarla savaşamazsınız. İçinizden yok olmasını dilemek dahi çözüm değil; çünkü unutmayın o zaten "yok". Bu nedenle; en fazla belki acıma duygusu hissedebiliyorsunuz, çünkü bu kadar zayıf, temelsiz ve zavallı bir durum ve silik bir karakter için hissedilebilecek pek fazla bir şey yok. En fazla bir gün tedavi olmasını diliyorsunuz ama bu da zor bir ihtimal çünkü o hiç bir zaman hasta olduğunu fark edemeyecek.

İşte bu yüzden, hop bu gazete mevzuu iyi geldi. Patenti almışım gibi bir duygu :) Ben burdayım, bunlar benim kelimelerim, her birinde tarihler var, benim yaşamım, benim emekle ördüğüm kozam, benim aşkı yaşama halim, benim "üç kalp" diyerek duyurduğum hamileliğim örneğin, (aynı kelimeleri kullanmak heyecanı ve yaşananları aynı kılmıyor üzgünüm), benim mucize dolu annelik sürecim ve benim minik evrenim der gibi. İşte bu yüzden iyi geldi.

Ve tabi benim geveze kelimelerimi okuyan, önemseyen, kıymet veren birileri olmasına ve onları bir kağıtta görmemi sağlayanlara içten bir teşekkür ederim.
2010 bitiyor, geçen zamanla bazı şeylere kuş bakışı bakabiliyorum artık. Ben yeniyılda muhasebe yapan insanlardan değilim, ama 2010 benim için ciddi bir dönüm noktası sayılacak yıllardan oldu, şimdiye kadarkiler içinde tabi. Düşününce; zamanında ne doğru bir şey yaptığıma emin oluyorum. Yaklaşık 4 yıl önceydi mesela. Ben hayatımda ilk defa sadece kendim için bir şey yapmıştım. Ve şimdi o şey hayatıımın en büyük "iyi ki"lerinden biri oldu. O zaman vazgeçtim zannettiğim şeyler, meğer tamamen kurtulduğum hastalıklarmış.

2011'den dileğim; oğluma bolca sağlık ve mutluluk getirmesi.

40

40 oldu.
Benim anneliğimin 40. günü, minik adamımın dünyadaki 40. günü.

Bir çok şey değil de, bu basamak benim için önemliydi. Ben inanıyorum 40 rakamına, 40 çıkarmaya, bir şeyi 40 kere söyleyince olmasına, 40 yaşın kemalat yaşı olduğuna, gebeliğin 40 hafta oluşunua, 40 yıllık hatırlara, ölen birinin 40. gün toprağa karışmaya başlamasına, günlük namazın 40 rekat olmasına, 40'ta bir'lik zekata, ve hatta 40 haramilere bile...

Var bence 40 çıkarmak diye bir şey. Sahiden bir bebeğin dünyaya alışma, bir kadının anneliğe alışma, doğum meselesini üzerinden atma ve dahası lohusalık hallerinden kurtulma süreci... Kolay şeyler değil. Doğumun devamı gibi sanki.

Gerçekten şimdi; gözleri adam adam bakıyor, ayakları minik pamuk helva gibi, yanakları pofuduk, kokusu değişik ama tanıdık bir yerlerden, elleri aynı benimkiler, uykusu ve yüzü tıpkı babası, burnu minik bir düğme.

Geçenlerde biri "ne olmasını isterseniz öyle sevin" dedi, sevdiceğim; "astronot oğlum" dedi önce şaka yollu, sonra "mutlu oğlum" dedik. Mutlu oğlum.

Sevgili hayatımda gördüğüm en güzel şey;

Dilerim, hayatındaki her süreci böyle güzellikle tamamlar, her basamaktan böyle kolaylıkla çıkarsın. Yaprakları bulutlara eren ulu bir Çınar olursun, dimdik ve upuzun, dallarında kuşların cıvıldadığı, gölgesinde yolcuların dinlendiği, kökleri güçlü, varlığı güven veren, güneşle, suyla, gökyüzüyle, toprakla dost...
Dilerim hep mutlu olursun.

İyi ki annen ve baban bizler olduk. İyi ki bizim oğlumuz oldun.

Seni çok seviyorum,

Annen.

mükemmel anneler

Bazı blog tutan annelere hastayım. Ne şiirsel ne lirik bir hayatları var. Hayatları hep Amerikan filmlerindeki Pazar sabahları gibi.
“Az önce uyudu kuzucuğum, ben de pencereden karı izliyorum”…
Demek ki evde birkaç “Sebastian” var. Annesi, “kayınvalide”si, bilmem nesi. Hadi itiraf et. Satenlere sarınıp yaattığın yerden blog yazıyorsun kesin.Emzirmek dışında yaptığın bir şey yok. Komut girmek en kolay unutma; "tez bu veledin altı değiştirile, akşama da fasulye pişe!"
Çünkü ben mesela, oğlan uyurken, ya çeviri yapıyorum, ya temel ihtiyaçlarımı gideriyorum, ya bulaşık-çamaşır çalıştırıyorum, ya yemek yapıyorum, ya bir şey, ya bir şey… Sonsuz bir telaş. Hem bizim burada kar bile yağmadı. Eğer dışarı çıktığım bir gün değilse, havanın farkında bile değilim, nerede oturup iklime methiyeler düzmek.
Aynı tiplerin kedileri olsa eminim aralıksız; “battaniye altında film izledik” yazar durur. Çünkü o bir miskin. Oysa kedi bakmanın; o şirin hayvanın hiç de şirin olmayan tuvaletini temizleme, tüylerini bütün evden toplama, kızgınlık döneminde kafayı yeme gibi bir çok başka yönü var.

“Ah geceler uykusuz ama bir gülüşü her şeye değiyor.”
Herhangi birini bir duruma “rağmen” seviyorsanız, durum sakattır. “Falan kısmı çok zor ama çok güzel”, “zorluklarına rağmen eşsiz bir duygu” gibi cümleler hep bu sağlıksız sevginin alametleridir dikkat. Olduğu gibi, öylece seviyorsanız, tamam. Ama bu çilekeş ve fedakar, sözde halinden memnun anne rolü olmuyor.

Sonra işte sağlıklı beslendiklerine ve kilo kaybettiklerine dair anekdotlar. Bir kere sağlıklı beslenebiliyorsan, gene bir “sebastian” faktörü var, kabul edelim. O da ayrı bir mesai çünkü. Ayrıca mesela ben şu anda –önceki minyon tipime kıyasla- iriyim. Ve daha tehlikelisi bundan feci mesudum. Emzirmek çok mucizevî bir durum ve ben şu an bu iri halimle kendimi kraliçelerden harika hissediyorum. Acayip yiyorum ve dünya umurumda değil. Evet biberon dışarı çıkmak ve uyuyabilmek için hayat kurtarıcı gerçekten ama ben emzirme işini çok sevdim. Böyle dışarda mevsimler değişsin, birşeyler olsun, ben aynı koltukta oturayım mıkmık emzireyim falan. Bu ikimize özel bir durum. Değişik bir duygu. Bak bu kısmı biraz şiirsel olabilir.

Ve bir de unutmayalım, o çoğul konuşma durumu. “Biraz gaz sorunumuz var.” Hanginizin? Geçen aşıya gittiğimizde duydum biri anlatıyordu; “doktor bey kakamız…” Kakanız mı? Senin kakandan doktora ne, o sadece çocuk doktoru. Bir de "babamız akşam gelirken bize bilmem ne al" Babamız mı? Nasıl yani?

Annelik bir delilik hali. Sanırım. Daha yeniyim ben de.

Yorucu, neşeli, endişeli… Sürekli bir devinim, devri daim.

meğer

Meğer benim hayatta en çok istediğim şey; şimdi, hayatımın tam da burasında, bu küçük adamın annesi olmakmış.