aslan kaplan anneler

Bir ve iki nesil evvelki kadınların, yani annelerin ve dahası ananelerin "bizim zamanımızda çok zordu..." diye başlayan şikayetlenmelerini zerre anlamıyorum. Daha kolaydı, itiraf edin kurtulun işte.

Bir şekilde dünyaya getirdiğin çocuğu, yine öyle kalabalık içinde hop hop büyütmek çok başka bir şey bizim durumumuzdan. Tamam bir şekilde dünyaya getirmek ağır oldu belki ama, bizim kadar planlılar mıydı sahiden? Pek sanmıyorum. "Doğan büyüyor nasılsa..." lafı bu yüzden onlara ait. "Yuvarlanıp gitmek" de öyle. Biz yuvarlanamıyoruz, köşelerimiz var bizim.

Bizlerin aynı anda herşeye yetişmesi gerekiyor. Etrafımızda bir kadın topluluğu yok. Şimdiki ananeler -babaneler ya uzak, ya pek meşgul, ya da zaten biz beğenmiyoruz onları. Üzgünüm ama beğenmemekte haklıyız da. Bir garip o kuşak, ya çok sertler ya "arkadaş anne" ekolünden. İkisi birbirinden beter. O yüzden ancak oyun arkadaşı olabiliyorlar bizim için. Hem ihtiyaçlarımız farklı. Düşüncelerimiz, çocuk yetiştirmeye bakışımız farklı. Hayır birimiz diğerimizden üstün değil elbette, ama farklı. Mesela onlar öyle garip ki, hiç itiraf edememişler zorlukları, gerçek zorlukları sanki hiç yaşamamışlar, ya da basit şeyleri çok abartmışlar. Daha doğrusu; "düşün bir de çamaşırı elimde yıkıyordum..." düzeyinde yaklaşmışlar zorluklara. Aslında bu tip bir zorluk bize eminim vız gelir. Asıl mesele zor kelimesinin sözlüklerimizde farklı kavramlara tekabül etmesi belki de.

Ve mesela, ne yazık ki, benim için, bizler için film seyretmek, kitap okumak gibi şeyler yaşamsal ihtiyaçlar kategorisinde. Çıkıp tek başına yürümek, bir kız arkadaşla tiyatroya gitmek, bir üniversite daha bitirmek, bir dil daha öğrenmek hayali... Bunlar yoktu o zaman. Kabul etmeliler ki, evlilikler de farklıydı. "Koca" iş çıkışı gelir, biraz çocukla oynar, sonra uyku. Şimdi "sevgili"ler var, seçerek, aşkla yapılan evlilikler var. Bunun sonucunda birlikte zaman geçirme isteği var, aynı evin içinde çok özlemek var, o evlendiğin insanın aynı zamanda en iyi dostun olması durumu var. Koca için gerçekleştirilmesi gereken sorumluluklarla, sevgiliye gösterilmesi gereken özen çok ayrı şeyler. Bu "sevgili" deyimi içi geçmiş evliler için dalga konusu olsa da; "karı-koca" evlilikleriyle, iki sevgilinin nikah yoluyla birbirine bağlanması arasındaki açık farkı bence ancak bu kelime ifade ediyor.

Öncekiler bulaşık ve çamaşır makinesinin icadıyla kadınlığın tüm sorunu çözüldü sanıyorlar. Oysa hiç öyle değil. Biz çalışıyoruz, çalışmıyorsak endişesini taşıyoruz. Hep bir ikilem içindeyiz. Sanmayın ki çalışma meselesi sadece mecburiyetten, aslında büyük oranda ruhsal ihtiyaç, çünkü başka türlüsünü düşünemiyoruz. Süt sağmak diye bir mesele onlarda yoktu. Lohusa kadın aylarca yatardı, süt yapardı. Biz işe dönmek zorundayız, aylarca yatmak gibi bir şey yok. Üstelik bu "yatma hali" her nedense bizim çiplerimizde yok. Sorumluluklarımızdan arta kalan vakitlere yeni sorumluluklar ekliyoruz. Niyeyse yetmiyor bize bunlar, eğer çalışmıyorsak da, kişisel gelişime vakit ayrıyoruz mesela. Adı duyulmamış hobiler ediniyoruz. Bütün bu telaşede "ilk battaniyesini ben ördüm"/"çok güzel bir elbise diktim"in de peşindeyiz üstelik. O zamanlardaki gibi, "anne" veya "balık etli", "e doğurmuş kadın" diye bir vücut tipi yok mesela günümüzde, biz kilo vermek için de acele ediyoruz. Süt dengesini etkilemeden eski forma kavuşma gayreti. Ayrıca işe ya da eski kiloya dönmesek dahi, süt meselesini planlamak ve hesaplamak zorundayız. Eskisi gibi değil şimdi yediğimiz gıdalar, her yediğimiz süt yapmıyor, öyle "emdikçe gelir" olmuyor.

O kadınlar hep bir aradaydı. Birlikte hallediyorlardı işlerini. Biri pişiriyor, biri yediriyor, biri oynatıyor, biri uyutuyordu. Akşamları topluca yemekler, zıp zıp kucaktan kucağa gezerken uyuyan bebeler. Ve yine bu yüzden, "hiç yardımcı kadınım olmadı benim..." diye övünme hakkı buluyorlar kendilerinde. Oysa biz mecburuz. Matematiksel bir hesapla 24 saate baktığımızda, bir çok angarya iş için vakit yok. Gerçekten yok. Bunları bölüşecek bir kadın ekibi de yok. Şimdi mesela bir çok arkadaşıma bakıyorum, hepsinin hayatlarına bebek girdikten sonraki dönemde minnetle andıkları yegane insan; eşleri. Evet bir erkek. O zamanlar erkekler bile işten daha az yorgun geliyordu. Ama "kadın işi"ne karışmıyorlardı, kadınlar bir şekilde "çekip çeviriyor"lardı. Şimdikiler daha çok yorgun, ve kesinlikle daha fazla çalışıyorlar ama daha fazla naz çekiyorlar. Bu konuda, kesinlikle çok daha şanslıyız.

Sokakların güvenli olduğu o zamanları tercih edebilirdik belki çoğumuz? Hem böylece deliler gibi, o oyun grubu, bu aktivite ekibi araştırmamız gerekmezdi. Bu bebekler kadar bizlerin de gereksinimi, çünkü yalnızız. Evet bebeğin başına telsiz koymak gibi bir kolaylık var bu dönemde, hatta görüntülüleri falan dahi var ama o telsiz dalgaları zararlı mı endişesi beraberinde geliyor. Ben cesaret edip alamadım örneğin.  Rota aşısı var, çünkü böyle yeni bir mikrop var, ve bir de tabi uygulatmayan anneler-önermeyen doktorlar da var. Herşeyi internetten öğrenebilme lüksü ve her bildiğin ayrıntının sana kaygı olarak dönmesi durumu var. Anne sütü arttırıcı bir sürü malzeme ve "belli bir dönem sonra anne sütünün faydası kalmıyor" diyebilen doktorlar var. Yedirdiğin elma zerreciğinin organik olma, olmama ihtimalini hesaplama var. Baby tv diye bir şey ve tvnin bebekler üzerindeki zamazingosu üzerine yazılmış sayfalarca veri var. Çamaşır makinesi var, ama deterjanın organiği için saatlerce kafa patlatmak var. Bulaşık makinesi var ama parlatıcı yerine sirke mi koysam üzerine düşünmek var. Epidural diye kolay bir yöntem ve bunu kullanarak doğum yapanlara burun kıvıran hemcinsler var. Bin türlü oyuncak ve bunların içinde faydalı-faydasız, şiddete teşvik eden-etmeyen, çin malı olanı-olmayanı ayıklama derdi var. Bunların hepsi için vakit ayırmak, zamanı planlamak var... Daha sayabilirim.

Yalnızız biz işte. Camdan bakıp iki çift laf edecek komşumuz yok, doğrusu bizim cama çıkacak vaktimiz bile yok. Ama birbirimizi anlıyoruz, arkadaşlarımız var. Çok mu romantik kaçar, yalnızız ama tek başımıza değiliz bu yolculukta desem? Çünkü güzel olan şu ki; benzer şeyleri yaşıyoruz ve bizler itiraf ediyoruz. "Delirmek üzereyim bak şimdi...", "Blenderla mı yaptın, tel süzgeç mi?" diye uzun uzun konuşabildiğim arkadaşlarım var. Eskiler gibi "ay hep yaşadık kızım bunları..." diye kestirip atmıyorlar. Ve benzer şeyler yaşıyoruz, "insan kendine benzeyene yaklaşır" yüzünden ya da kuşak olarak yakın şeyler tecrübe ettiğimizden.

Kısacası, bize "daha zordu o zamanlar"la gelmeyin. Asıl şimdi daha zor, ama bir o kadar güzel. Daha yorgun ama güçlüyüz biz. Sadece "anne" değil, hem anneyiz, hem daha bir çok role sahibiz.

Yaşasın bütün zamanların aslan kaplan anneleri:)

şükran günü yemeği

Şöyle bir şey; hani Amerikan filmlerindeki Şükran günü yemeği vardır ya. Tek tek herşey için şükrederler, sıralayarak. Evet, minik elleri için, güzel kokan boynu için, o tombik ensesi için, kat kat gıdısı için, gülümsemeleri ve sağlığı için, boncuk bakan gözleri, minik burnu, bezelye parmakları için. Babasına benzeyen yanları, bana benzeyen yanları ve kimselere benzemeyen eşsiz halleri için. Kikirdemeyi öğrendiği ve gıdıklandığı için. Aksi aksi homurdandığı için. Ağlamak yerine bağırmayı tercih eden bir bebek olduğu için. Yatakta döne döne ilerleyip bizi güldürdüğü için. Emzirmek diye şahane bir şeyi, onun sayesinde yaşadığım için.

Gerçekten çok garip bir şeymiş annelik. Gözlerin doluyor sevgiden, aklını falan kesinlikle kaybediyorsun. Tam bir meczupluk. İçinde bencillik diye bir şeyin zerresi varsa, ölüveriyor. Evet, kendini de önceliyorsun ama yine onunla ilgili bu. Ben, iyi olmalıyım ki; ona faydam olsun. Ben, mutlu olmalıyım ki, onu mutlu edeyim. Ben önemliyim ve değerliyim, çünkü bu pompiğin annesiyim. Hem hiç olmadığım kadar öncelikli oldum kendi içimde, hem de hiç olmadığım kadar önemsiz.

Aşık olduğun adama bakıyorsun, o da başka bir alemde, deliler gibi seviyor ilgileniyor, bu yeni tanıdığın yönünü ayrı bir seviyorsun. Sürekli bir "daha fazla ne yapabilirim"in peşinde olmak. Minik bir adam. Bu kadar mutluluk nasıl getirebiliyor? Bu kadar koşulsuz hizmet ve sevgi hali nasıl olabiliyor? Mantık dışı kesinlikle.

Hani böyle devletin her çocuğa maaş bağladığı o ülkelerden birinde olsak, kocaman bir bahçesi olan bir evimiz olsa, angarya işlerimi paylaşabileceğim insanlar olsa, sanki 10 tane falan doğurabilir, hepsine rengarenk atkılar örebilir, kekler pişirebilirmişim gibi geliyor.

Uyurken güzel şeyler düşünür ve uykuya dalarsın ya bazen. Dün kitap okudum ben, sonra bir şeyler düşündüm. Minik ayakları ve nasıl gıdıklandığı geldi aklıma, gülmeye başladım sesli sesli. Sonra öyle daldım uykuya. Aşktan da öte bir şey varsa dünyada, işte bu o.

teyze terörü

Hayatımıza son günlerde giren "teyze terörü" kavramını hep beraber inceleyelim:)

Mesela almışım tontin oğlumu, ana kucağını tekerleklere takmışım, minimal arabamızla caddede yürüyoruz. Yürüyüş huzur ve dinginlik getirir. Hele ki, kış bebeğiyse. Kış boyu pek az çıkabildik biz, yani çıktık aslında ama böyle açık hava değildi. Artık her öğle öğününden sonra dışarı çıkıyoruz, uzun yürüyoruz, dönünce oğlum güzellik uykusuna geçiyor. Yorgunlukla mahmur oluyor ve derin derin uyuyor. Ve benim o “e.a.s.y”deki “your time” olayım başlıyor. Sevgilim eve geldiğinde ikimiz de dinlenmiş, tok ve mutlu oluyoruz. Güzel bir rutin tutturduk.

Evet, yürüyüş huzur getirir. Ama teyzeler asla. Onlar asla rahat vermez, nefes aldırmazlar. Bahsettiğim teyzeler genelde her şeyi eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen cıkcık teyze olduklarından ötürü “ay minicik bebeği çıkarmışşş” diye başlar “yüzünü örtseneee” diye devam eder. Biz kendi ailemizden insanlarla dahi belli bir mesafeyi koruduğumuz için, bu tür müdahaleleri bir de tanımadığımız birilerinin yapmasını asla anlamıyoruz. Yahu bebeğin yüzü neden örtülür? Kar kış falan değil, gayet bahar geldi ve etrafa bakması, renkler görmesi, eğlenmesi için dışarı çıkarıyorum. Yoksa kafasına cam bir fanus takar, evde yürütürüm arabasıyla. Laboratuarda büyütürüm ne bileyim. Ayrıca sana açıklamak zorunda mıyım? “Sizi ilgilendirmez” net bir yanıt olsa da onları kesmiyor. Geçen bir tanesi eliyle yüzünü örtmeye bile kalktı.

Ve bu süper fikirlerin sonu gelmiyor. “Kaç aylık bu?” Yanıtlıyorsun, ama kurtulamıyorsun, yorumlar başlıyor; “çok küçük daha”, “çok büyük ne yiyor?”, “ah yazık daha bu kadarcık bebek sokakta…” bikbikbikbikbik. Ardından seni küçümser ve acır bir tavırla gelen sorular; “kaç yaşındasın sennn ayyy” Bunu yanıtlamak yetmiyor, ardından kaç yıllık evli olduğun ve diğer sorular gelebiliyor. Özellikle de kısa saçlı “modern” teyzeler oluyor bunlar. Ben buna otomatiğe bağlanmış bir yanıt veriyorum; “26. Okulumu bitirdim, 4 yıllık evliyim, aynı zamanda çalışıyorum” Ancak böylece kafalarında çalan “ünzileee kaç koyun ediyor” şarkısı son bulabiliyor.

Sonra alışverişte mesela, bu kez slingle bağlamışım ama etrafa bakması için öne doğru duruyor adamım. "Etrafa bakması için." Kilit nokta bu. Manyak teyzeler yüzünden hep bana dönük gezmek zorunda değil ya. Ellerim serbest neyse ki. Aman tanrııım, karşıdan elini kolunu sallayarak gelen bir teyze timi görünüyor. Önce “bunda rahat mı ya, sanki boynu rahatsız” diye o güzide fikirlerini paylaşıyorlar. “Rahat.” Kesin ve net. Yok, rahat değil ben kötülük dolu bir insanım, çocuğum mutsuz olsun diye yapıyorum. Her adımı doktora danıştığımdan falan bahsetmiyorum bile. Çünkü o zaman da kesin doktor önerecek. Dokunacak olan bir tanesini uyardığımda, “bir şey yapmayız kızım” dedi, “siz değil mikroplarınız yapar teyzecim” dedim, anlamadı.

Genelde neşeli ve güleryüzlü bir insan olsam da, anne aslan olarak "groaaaaaaaar" tonunda savaşıyorum ben bu teyzelerle. Nihayet bugüne damgasını vuran son olayımız; genç bir kadın kaşla göz arasında yanaklarını sıktı. Sen kimsin ve hangi hakla dokunabiliyorsun, ayrıca en son neyi elledin mesela? Sinirden kulaklarımdan duman çıkmaya başladı. Ve kadın yanımızdan geçerken kalçalarına dokundum. Evet, ben bir kadını taciz ettim bugün. Kadın bir hışımla döndü “ne oluyor” dedi. “Nasıl, hoşunuza gitti mi ellenmek?” dedim, “işte bebekler de tanımadıkları insanlar tarafından ellenince böyle hissediyor. Taciz tacizdir.” Kadının “ama… ama…” bakışları ve kemkümleri sürerken uzaklaştım. O anki bakışlarını görmenizi isterdim.

Bence bu teyzelerin genel amacı, “sen küçüksün, bilemezsin, bakamazsın, bu dünyada bebek bakabilecek tek nesil biziz ve bizi dinlemelisin” mesajı vermek. Hayır, olay sevgi değil, çünkü sevse bebeğe dokunmaya kıyamaz. Sevgi sessizce anlatılır, sakin bir gülümseme, hoş bir bakış gibi. Ama yok teyzeler eleştirmek ve rahatsız etmek için vardır. Onlara ne yapsanız yaranamazsınız. Yanınızdan geçerken hala “minicik bebek o daha” diye söylenmeye devam ederler. Biraz yumuşak davransan, her konuda akıl vermeyi, anne sütünden mamaya binbir konuda fikirlerini beyan etmeyi sürdürürler.

Sen tanrı olabilirsin teyzecim ama gördüğün bebeğin annesi benim. Sadece ben. Ve onu kimse benden daha çok düşünemez, koruyamaz, sevemez. Anlaştık mı?

anne çizmesi

Yaşasın! Bahar geldi klişesini binlerce kere yazabilirim. Çünkü en çok bize geldi sanki. Hooop dışarı. Kedi oldu bugün, armut yedi ve etrafa şaşkın şaşkın baktı adamım. Bugün biz pompik oğlumla yürüdük yürüdük. Ve de benim ve onun en yakın arkadaşları da yanımızdaydı. 5 yaş çocuğu da ilginç bir şey, duruyor, karar veriyor, balon falan alıyor seviniyor. Çizme bile aldık, hem de "anne çizmesi" değil. Var öyle sıkıcı şeyler. Düz, tatsız, renksiz, ışıksız. Biz şahane bir şey aldık. Hem ben konversler, catlerle yürüyebildiğim kadar ince topuklarla da şahane yürürüm dimi sevgilim? Hani Çınaraltındaki gün gibi, o uzun, dik, arnavut kaldırımlı yokuşta hoplaya zıplaya yürüdüğüm gibi. :)

Hayatımız tepetaklak bu aralar, bir şeyler değişiyor, benim kıpırdayacak halim yok bazen ama ayak uydurmaya çalışıyorum. Uydurabiliyorum da galiba. Sıfırdan başlamak hep iyidir ve iyi gelir. Evet yaptım biliyorum. Ama öyle bir dönem ki; bittikten sonra sadece bu süre içinde yanımızda olanlara yer kalacak hayatımızda.

*Bir de; imkansızı istemek olacak biliyorum ama, bir önceki postuma o öfke dolu yorumu yazan zeka ve sevgi yoksununa, akıl fikir, izan ve kendine ait bir hayat, kompleksten uzak bir kişilik, dahası çeşitli meşguliyetler diliyorum.

Bu arada; markette "bebeğin ablasısınız herhalde" diyen teyzeye kucak kucak sevgiler :) Yaşımı göstermem hiç :)Öyle bir gururla "hayır annesiyim" dedim ki, hehe.

Bizimki sahiden büyük aşk :)

sıradan

Nasıl sıradanım nasıl sıradan şu sıralar:) Bayılıyorum mesela şu günlerde beni arayıp "bikbik şu sergiye gittim, bikbik şu toplantıyı kaçırmadım, ay sen evde misin?" şeklinde anlatan meşgul insanlara. "Sen ne yapıyorsun?" Yoğun bir gündem bekliyor belli ki, ama benimki çok özel, ulu orta saçılmayacak elmas taneleri. "Hiç." diyorum o yüzden ben de. Çok seviyorum "hiç" demeyi böylelerine.

Hava soğuk, oğlanla öğleden sonra yürüyüşlerimiz iptal. Burnumuzu bile çıkartamıyoruz günlerdir, "aman hasta olur" diye değil, basbayağı üşüyoruz.

Zaman zaman sıkıldığım oluyor tabi ki, yalan yok. Nefes alınca geçiyor neyse ki. Evdeyim, ev kuyu gibi, sanki ayrı bir organizma bu aralar. Çevirileri azalttım; sürekli bir aktivite, bir eğlence peşindeyiz, sesler, agular, sıkılmalar, bir neşeler, bir komiklikler. Ama konuştuğum yetişkin sayısı pek az, dahası kendimle kaldığım anlar giderek azalıyor. Ara ara kitap okuyorum o kadar.

Sonra bu akşam, Baba geliyor, ihtiyacımı anlıyor akşam rutinini devralıyor. Hava buz gibi, karanlık. Çok severim. Hadi dışarı. Uzun yürüdüm, düşündüm, düşünmedim, yürüdüm, yürüdüm.

Hava soğuk avm'ye giriyorum. Aklımı kaybediyorum. Bebekken almamıştım böyle şeyler, şimdi alabilirim, bakıyor, ilgileniyor. Şunu da alalım, bu küpleri, bu renkli halkaları, evet şunları da. Daha alırken hayal ediyorum görünce vereceği tepkiyi, şuraya bastığında ses çıkınca nasıl sevineceğini. Saklayıp nasıl tek tek ve hangi zamanlarda çıkaracağımı planlıyorum. Bildiğin hayal kuruyorum oracıkta.

Birkaç dakika sonra, görevli kadınla arkadaş olduğumuzu fark ediyorum. Tanrım, o otobüs teyzeleri vardır ya, hani çenesi düşük olur, cüzdanından çıkarır fotoğrafı "bak bu benim torunum" diye, işte onlardan beterim. "Bakın bu da benim oğlum, -cep telefonumda var fotoğrafı- sizin kız 13 aylık mı, benim oğlum 4 aylık, bakın fotoğrafı, çok neşelidir, çok tatlıdır, homur homur bir adam, yok hayır evde çalışıyorum ben, tabi sizinki de çok zor, aaa babanesi mi bakıyor, o dediğiniz biberon hangisiydi..." Kadın da anlatıyor aralıksız. Kendimi dürtüklüyorum içimden "sus" diye. Yok durduramıyorum, "ay babasıyla şimdi, evet benimki de, bu akşam işim bitmedi geciktim ama içim rahat, tabi benim de, yaşasın babalar."

Nihayet susuyoruz, kasadaki işler bitiyor, elimde koca torbalar, önce buraya girdim çünkü buradaki işlerimi halledip kendime bir şeyler bakacaktım. Ama yok yeterince zaman harcadım, oğlumu göreyim, bekler beni. Pofpofpofuduk uyanır, sarılırız yeniden uykuya dalar.

Sonra eve geliyorum, Baba yorgun savaşçı, ev sessiz, minik sevgilim uyumuş. Gidip öpüyorum onu, "seni seviyorum" diyorum, yandan çarklı gülümsüyor. O her gülümsediğinde güneş bir başka parlıyor. Bir anını bile kaçırmadığım için ne şanslı olduğumu düşünüyorum ben. O uyumaya devam ediyor.

Bizimki büyük aşk.

4 x 4

4 Mart bugün; ben bugün itibariyle 26 yaşımı bitirdim, 4 yıllık evliyim ve 4 aylık pompik yanaklı bir oğlum var. Bu yıl bana çok güzel şeyler getirdi. Çok güzel bir yerindeyim hayatımın.

Akşama minik bir yemek yiyeceğiz. Hayatımın erkekleri, kahramanlarımla bizbize.

Sevdiceğim, oğlum ve babam.

İyi ki doğdum ben!
Tabi ki zor bazen. Olmaz mı? Uykusuzum çoğu zaman. Çoğu zaman hayal meyal geçiriyorum bir kaç saati. O uykusuzluk insanda acayip bir halsizlik ve mutsuzluk yaratıyor. Evet dayanıklıyımdır ben uykusuzluğa ama dayanmak ayık kalabilmek demek, ayık kaldığım saatleri kaliteli geçirebilmek değil. Bildiğin sinirli huysuz bir kadın oluyorum. Dünya başıma yıkılmış gibiyim o anlarda ve çekilmezim. Yorgunluk çok bezdirici bir duygu oluyor.

Herşeyi bir arada yapabilmek zor. Bazı şeyleri kimseler itiraf edemiyor. Sezeryanı "ay süperdi valla, hiç bşy hissetmedim" diye aktarıyorlar. İlk bir kaç epiduralin etkisiyle mutlu olunduğunu, sonra o acıların bir anda insanı gümlettiğini söylemiyorlar mesela. Bu zaten anneler arasındaki en büyük geyik konusu. Ben normal doğurdum en bir anneyim, ben kesildim süper anneyim, ben ikisini de yaşadım tanrı sayılırım. Doğum sancısı ayrı bir şey; tren seyahatleri gibi, hani inersin ama o ilk gün hala trende gibi sallanacağını zannedersin, o his işte, her an hala sancı gelecek sanıyorsun falan bir süre. En kötüsü de; hiç birini yaşamadan ahkam kesen insanlar. Ne bileyim mesela sezeryanı "şimdiki nesil sıkıya gelemiyor" diye yorumlayanlara müthiş bir yumruk atmak istiyorum ben. Üstelik kimse yapmak istemediği bir şeye mecbur değil hayatta.

İçsel olarak çok değiştim ben. Ağlamazdım öyle çocuklara, sevmezdim de zaten. Hala bayılmıyorum ama değişti işte bir şeyler. Geçen akşam yürüyüş yaptım, dönüşte yemek bir şeyler aldım dışarıdan. Mutfakta paket yapıyorlar görüyorum, bir oğlan çocuğu 11-12 yaşlarında. Saat 8 falan. Çalışıyor orada. Evde sütünü içip çizgi film için ağlaması gereken saat. Eve ağlaya ağlaya döndüm. Ne hayalleri vardır, annesi ne çabayla süt vermiştir'den başlayarak. Sonra dünyanın bütün doğuran-emziren-lohusa kadınlarını sarıp sarmalayasım var. Öyle büyük bir şey yapıyorlar ki kadınlar, farkında bile değiller. İçinden insan çıkarmak, yaşam vermek. Ne bileyim yetmiyor kelimeler.

akord

Değişik bir devinimli hal. Tam bir "yuvarlanıp gidiyoruz" durumu. Bisiklete binmeye benzetiyorum bazen. Dikkatimi tam olarak vermem gerek, yoksa dengemiz bozuluyor. Tabi hep dikkat de gerekmiyor, bazen pedallar kendiliğinden dönüyor, sen çevreyi izliyorsun. Bazense işler rayından çıkıyor. Benim o zamanlarda herşeyi bırakıp, akort yapmam gerekiyor.

Şimdi o zamanlardan biri. Evde herşey uyumlu, kötü bir ton, bir ses yok. Hayır masam yine dağınık, bahsettiğim böyle bir şey değil. Bebeklerin de var zaman zaman buna ihtiyacı, mesela uykusunun yoldan çıktığı, ne yapacağını bilemediği anlar var. Değişikler. Belli çizgiler çekersen, ne yapacağını mini mini aklıyla kestirebilirse rahat ediyor.

Büyük konuşmayayım ama anlamıyorum çile dolu anneleri, hiç uyumadığı söylenen bebekleri, ilk üç ayı hatırlamak bile istemeyenleri, hayatlarını süt meselesiyle zehir etmelerini... Benim baktığım yerden herşey öyle basit ki. Biz sürekli bir şeylere sevinme ve kutlama halindeyiz. Evde daimi bir şenlik, şarkılar, kahkahalar. Zaman zaman zorlandığım anlar var, gerçekten pilim bitiyor dediğim günler, geceler, gözlerimin altında mor halkalar... Ve bunun tek nedeni uykusuzluk oluyor. Uykusuzluğumsa, çalışan anne olmaktan, her işini kendi halleden bir insan olmaktan, sevdiceğine vakit ayırmak isteyen bir eş olmaktan, öğle uykusu yerine yürüyüş yapmayı ya da kahve içmeyi tercih eden bir kız olmaktan, oğlunun her anında yanında olmak isteyen, onunla ilgili hiç bir şeyi bir başkasına emanet edemeyen ebeveynler olmaktan, kendine de vakit ayırmaktan geri kalmak istemeyen bir insan olmaktan ve yaptıklarının hiç birini eksik yapmaktan hoşlanmayan biri olmaktan kaynaklanıyor. Bunlar içinse feda edebileceğim ilk şey uyku olunca, evet bunu yapıyorum. Sonra telafi ediyorum tabi. Uykusuzluğa direnç en önemli yeteneğim oldu şu dönem diyebilirim.

Herşey o kadar tıkırında gidiyor ki; detay versem nazar değeceğinden korkuyorum. Bebekli hayatın bu kadar kolay ve güzel olacağını tahmin etmiyordum.
İlk üç ayın ardından şimdi bambaşka bir dönem başladı. Daha bir katmerlendi ballandı annelik. Minik adam dünyaya ve bize alıştı.

Ve benim bir tanecik sevgilim. Bu "babalık çok yakıştı" klişesi değil, daha başka bir şey. Aramızda bazen konuşularak, çoğu zaman konuşulmadan yapılan bir iş bölümü var. Onun sanki şimdiden bir ebeveynlik tarzı var. Çok neşeli, çoğu zaman rahat. Sağlık meseleleri ve bazı uygulanması gereken kurallar devreye girdiğinde pürtelaş sadece. Şu anda tamamlıyoruz birbirimizi, ileride de böyle olacağına eminim. Bazen ben telaşta o sakin, bazen tam tersi. Onun soğukkanlı olduğu konular başka, benimkiler başka. Bazı konulara ben hakim, bazılarına o. Hazır olmak diye bir durum var mı bilmiyorum, biz sadece çok istemiştik, ama hazırmışız sahiden.

Ve ben bu üç kişilik ailemizle gurur duyuyorum. Olması gerektiğine inandığım gibi bir aile kurabildiğimiz için ikimizle de gurur duyuyorum. Kimseye ihtiyaç duymayan halimizle, insanlara yük değil, neşe olabilmemizle, sakin sakin büyük işler halletmemizle, birbirimize uymamızla övünüyorum. Şimdiden o kadar uyumlu bir bıdık ki, hiç bir akşamımızı, gezmemizi zehir etmedi. Hiç bir kriz yaşatmadı. Geçen akşam çok sevdiğimiz arkadaşlarımızda yemekteyken, biraz bakındı bize katıldı, sonra pıtpıt uyudu mesela.

Buraya kadar herşeyi doğru yaptığıma inancım tam. Kendimi sıkça kontrol ediyorum. Evet Pıtıpıtı mutlu, ben mutlu, baba mutluysa; evet demek ki; o ana kadarki herşey doğru.

pofuduk

Gece olmuş uyuyor, sanki şişmiş uykudan, pofuduk bir güzellik. Taze poğaça gibi bir şey. Boynu müthiş kokuyor. İçine akan bir sıcaklıkla bakıyorsun, nereden tanıyorsun bu duyguyu düşünüyorsun. Yok benzediği bir şey yok, aşka benzetiyorlar bazıları ama değil. Aşk iniş çıkışlı, devinimli bir şey. Bunda o yok. Sabit, değişmez, ama bir yandan sürekli artan bir sevgi. Hem aşk karşılıksız da olabilir, bu değil.
Bu nedenle tam bir sevgi sözcüğü bulamıyorsun, cebindekilerse yetmiyor. Şarkılar, hitaplar uyduruyorsun. Yeni kelimeler deyişler icad ediyorsun. Sanki ne söylesen eksik kalıyor. Hep eksik kalıyor.

Ve herkeste farklı tezahür ediyordur eminim annelik, kimisi daha hassas olabiliyor, ne bileyim üzülmeye gelemiyor mesela, daha kırılganlaşıyor. Mümkün bunlar. Ama ben kendimi aslankaplan gibi hissediyorum. Hani sanki gerçekten dağları devirebilirim gibi geliyor. Hastalanıyor, sen kocaman oluyorsun, doktordan daha doktor sanki, uykusuzlukla savaşan bir süper kahraman, zor anlar oluyor, hayatın getirdikleri hep devam ediyor, gücünün azaldığı, zorlandığın anlar hep var işte, o zaman içinden biri o şarkıyı söylüyor; "but i'm a super girl, super girls don't cry".

Minik bir adam, ortalama 70 günlük. Gece yatağında uyuyor, sonra bir an seni çağırıyor, gidince bildiğin adam adam sinirlenmiş buluyorsun. Böyle homurdanıyor falan. Küçük bir herif. Küçümen yumuk yumuk. Gülüyorsun, o da gülüyor. Seni görünce gülümseyen bir çift göz. Aklını kaybetmiyorsan, sırf ona ihtiyacın olduğundan. Gözünden yaşlar geliyor sarılırken. Konuşunca yan yan bakıyor mesela, çapkın çapkın gülüyor. Allah'ım bu benim içimden mi çıktı sahi? Bu kadar güzel bir şey. Emzirmek diye bir mucize de yanında hediye.

Yıllar önce, bir büyükten dinlemiştim; aşk öyle birşeymiş ki; elini tutarken gözlerine bakmayı özlermişsin, gözlerine bakarken, saçını okşamayı... Sonsuz bir döngü. İşte bu açıdan aşka benziyor olabilir, biraz. Uyuyor uyanmasını, uyanıyor uyumasını özlüyorsun. Daha küçük halini özlüyorsun ve henüz bilmediğin büyük hallerine özlem duyuyorsun.

Çok güzel, bu yıl ajandamın dev boyutu geldi hediye. Kocaman bir moleskine. Yazacak çok şeyim var belki ondan. Geveze kuşlar gibi oldum yine. Bu hali seviyorum, kocaman bir elbisem var, eteğimde çiçekler uçuşuyor gibi. Yazıp duruyorum, acemi kelimeler. Bazen diğer bloga, ama en çok kağıda. Mektuplar yazıyorum, zarflara koyup saklıyorum. İlerde okur mu tabi, böyle şeyleri önemser mi bilmiyorum, ama öyle olsun istiyorum.

İnsanı sarhoş eden bir hal. Bağımlısı olmak an meselesi. Aklımdan uzak gelecek için cümleler kurarken buluyorum kendimi ben, "ikinci bebekte..." falan gibi. Sonra düşünüyorum tekrar, bunun için çok büyümeli yürek, benimki o kadar büyüyebilir mi acaba? Sevgiden genleşen bir şey kalp, şekil alan, dönüşen. Tabi daha şakası bu işin, yolun çok başındayım.

Ama iyi ki bu yola çıkmışız, iyi ki.

gölgeler&gerçekler

Bugün benim için güzel bir şey oldu.
Habertürk gazete alanlar için; 20. sayfada sol köşede blogum ve ayrıca bir de yazım var.

Böyle bir şeyin en çok bu dönem olması mutlu etti beni, şöyle ki;

Gölgeleri vardır herkesin. Hani sizin de olmuştur, belki lisede. Saç şeklinizi falan taklit eden. Hoşlandığınız çocuğa, sırf siz hoşlandınız diye ilgi gösteren bir sıra arkadaşı. Defterini aynı sizinki gibi kaplayan belki. Size gösterdiği alakayla boğulacağınızı hissettiğiniz. Veya annesiyle her geldiğinde, sizi tepeden tırnağa süzüp, yaptıklarınızı yapmaya çalışan bir ahbap. Güzel bir özenmeden bahsetmiyorum, kastettiğim daha çok şizofrenik bir durum, bir kopyala yapıştır hali. Ama hem öfkeli, hem sağlıksız. Daha doğru tanım; kes yapıştır hali. O sinirle ve hırsla sizi yer bile bunu yapan. Gerçekten "köprüden atlasam atlar" denecek türde bir psikolojik rahatsızlık.

Gölge doğru kelime sayılmaz. Ama kendi başına bir hiç olduğunu ifade etmek için daha iyi bir kelime bulamadım. Siz var olmadıkça, o yok. Sizden beslenmediği sürece, o bir hiç. Kendi zevkleri, kendi ruhu, kendine dair hiç bir şey yok. Bu konuda hiç de pratiği yok, çünkü yıllardır hiç kendi olmamış. Güneşe muhatap sizsiniz, pırıl pırıl parlayan, ışıltılı olan sizsiniz, o sadece karanlık yamuk yumuk manasız bir şey. Gölge gibi işte bu açıdan. Ama aslında daha çok; ne bileyim paralel bir evrendeki çarpık bir kopyanız olduğunuz düşünün. Adım adım sizi takip eden, ama asla bunu itiraf edemeyen.
Dedim ya; çoğunuzun olmuştur, ama işte kısa kısa dönemler belki. Yazlıkta aynı mayoyu giyip kikirdeyen bir kız belki. Benim hayatımda da var böyle bir tane. Keşke böyle basit olsa ama ne yazık ki çok daha köklü, eski. Seri katil hevesiyle peşimden gelen. Hayatımın, kararlarımın, seçimlerimin kötü birer kopyalarına yaşamında yer veren. Hatta yaşamını tamamen bunlardan oluşturan. Bu hastalığı yüzünden, hayatımdan çıkardığım. Ama yine de uzaktan uzağa beni izlediği yerde hala bunu tekrar eden. Blogumu bildiğini mesela kısa bir süre önce öğrendiğim ve ne yazık ki buna onun açısından "of şimdi nelere kalkışacak" hissiyle çok üzüldüğüm. Kendi benzer sevinçleri için benim kelimelerimi kullandığını gördüğüm. Çok acıklı işte.

Böylesi bir gölge için ne yapılır? İşte bu noktada çaresizsiniz, çünkü hiç. Aldırmamak bile çözüm değil, çünkü o sizi kendi dünyasının merkezine koymuş, aldırmayışınız bu durumu daha da abartmasına neden oluyor. Sinirlenmek manasız çünkü gölgeler yara almaz, zarar görmez, onlarla savaşamazsınız. İçinizden yok olmasını dilemek dahi çözüm değil; çünkü unutmayın o zaten "yok". Bu nedenle; en fazla belki acıma duygusu hissedebiliyorsunuz, çünkü bu kadar zayıf, temelsiz ve zavallı bir durum ve silik bir karakter için hissedilebilecek pek fazla bir şey yok. En fazla bir gün tedavi olmasını diliyorsunuz ama bu da zor bir ihtimal çünkü o hiç bir zaman hasta olduğunu fark edemeyecek.

İşte bu yüzden, hop bu gazete mevzuu iyi geldi. Patenti almışım gibi bir duygu :) Ben burdayım, bunlar benim kelimelerim, her birinde tarihler var, benim yaşamım, benim emekle ördüğüm kozam, benim aşkı yaşama halim, benim "üç kalp" diyerek duyurduğum hamileliğim örneğin, (aynı kelimeleri kullanmak heyecanı ve yaşananları aynı kılmıyor üzgünüm), benim mucize dolu annelik sürecim ve benim minik evrenim der gibi. İşte bu yüzden iyi geldi.

Ve tabi benim geveze kelimelerimi okuyan, önemseyen, kıymet veren birileri olmasına ve onları bir kağıtta görmemi sağlayanlara içten bir teşekkür ederim.