"ey özgürlük"

"okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını
okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara, yazarım adını
yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, krallarin tacına
en güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını
tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
gölgede değirmene yazarım.
uyanmış patikaya, serilip giden yola,
hıncahınç meydanlara adını, ey özgürlük."
/

Taşındık, nihayet.
Ben hem bebekli, hem hamile halimle -bir önceki yazıda bahsi geçen doğum-, sevdiceğim hayatının en yoğun çalıştığı döneminde...
Ama taşındık.
Tabi bu süreçte melekler faktörü etkili oldu. Biri ev buldu, biri yemekler pişirdi getirdi, biri topladı, biri yerleştirdi, biri bebek baktı, biri bana baktı... Çevremi saran ve ben söylemeden yanımda bitiveren melekler sayesinde, yorularak ama yıpranmadan bu zor dönemi rüya gibi atlattım.

Şimdi, deniz kokan bu sokakta, penceremin önünde bir bahçe... Evdekiler öğle üzeri uykusunda, ben tıkır tıkır yazıyorum, ah bir de sigara yakabilseydim diyorum. Bedenim gerçekten çok yorgun ama ruhum yepyenilendi.

Burası bizim yeni evimiz, adresi ancak sevdiklerimin kalplerine fısıldıyorum.

Şehrin aşkımızın başladığı yakasındayız. Burada eğik tavanlı bir evde geçirdik ilk yıllarımızı. Çocuksuz ve kedili. İş nedeniyle, taşındık ama hep özledik ve sevgiyle andık. Bu tarafa her geçtiğimizde, vapurdan indiğimizde eve geldiğimizi hissettik, hep.

Bahçeden köprünün ışıkları görünüyor, sokağım deniz kokuyor. Hayatın tatlı bir yavaşlığı var, sanki hep yaz mevsimi. Sabahları iskelede yürüyüş, taze simitler ve gazete, akşam güneşi yine iskelede batırmak. Çiçekli bir elbise günü geçirmeye yetiyor. Püfür püfür esintide, çay içerek gazete okunuyor. Oğlum alıştı buraya, kahvaltıyı açık havada etmeye, yolda herkese gülümsemeye, günde üç kere küvete girmeye, akşam yemeğini denize, kuşlara bakarak yemeye... Gezmekten yorgun düşüp bahçede uyumaya.

Çocuklarımın evin bahçesinde birbirlerini kovaladıklarını düşünüyorum, pencereden bakıp "kek pişti, hadi bakalım" dediğimde koşup geldiklerini... Sonra bir telaşla yine oyuna döndüklerini. Ya çok şanslıyım, ya da hayatın bir yerlerinde doğru bir şeyler yapmış olmalıyım, bütün bu güzellikleri başka türlü açıklayamıyorum.

Aklımdan pek çok düşünce geçiyor, hayatım boyunca çok iyi öğrendiğim bir şey var, onu farkediyorum. Kötülük, tıpkı iyilik gibi sonsuz bir kaynak. Nasıl melekler hep aynıysa, şeytan da öyle. Değişmiyor. Onun bir iddiası var biliyoruz; "ben üstünüm, bana secde edilecek", iş hayatınızda, hatta belki de ailenizde, etrafındakilerin onun "ayaklarına kapanarak özür dilemesini", "ona muhtaç olup sürünmesini" bekleyen insanlara bakın, işte saf kötülük. Şeytanla uzlaşamıyorsunuz, o ıslah olmuyor, onunla mantık çerçevesinde iletişim kuramıyorsunuz, çünkü nasıl iyi insanlar, iyilik yapmadan duramıyorsa, ne bileyim nedensiz bir şekilde susamış bir kediye su veriyorsa, işte kötü insanlar da, böyle nedensiz bir şekilde, o su kabını deviriyor, kediye tekme atıyor. Hep aynı şeyleri tekrarlıyor. Kötülük bir ahlak ve ne yaparsanız yapın, değişmiyor. Bu yüzden kesip atmak lazım, hastalık taşıyıcıyla bağlantıyı tamamen koparmak lazım. Çünkü nasıl iyi insanlar iyilik neşrediyorlar, kötü insanlar da kötülüğü saçıyorlar. Bağışıklık sisteminiz güçlü olabilir, ama gerek yok, çünkü pis bir şey işte ve bir şekilde sızıyor. Bu yüzden, hayatınızdaki kimlikleri her ne olursa olsun, tamamen yok olmalılar. Çünkü haketmiyorlar, çünkü virüs yaymak dışında bir amaçları yok. Unutmayın; onlar ölü ve ölülerle konuşulmaz. Kutsal bildiğim herşeyin; özgürlüğümün, aşkımın ve anneliğimin üzerine yemin ederim, çocuklarım bu tür kötülüklerin gölgesinde büyümeyecek. Onlar daha küçük yaşta, iyilik ve kötülük arasındaki, dolayısıyla iyi insan ve kötü insan arasındaki farkı ayırd edebilecek, kötüden uzak durmayı, iyiye yönelmeyi seçecekler. Belki biraz yalnız olacaklar hayatta, ama çok mutlu.

Neredeyse bir hafta olacak, ama aylardır buradaymışız gibi yerleştik, meleklerin yardımıyla. Hayatımızın bu yeni ve iki çocuklu dönemine, burada başlıyoruz. Şimdi bu oturup bu çayı içene kadar uzun bir yolculuk yaptık tabi. Kalbim yoruldu, ben yıprandım, sağlığımla ilgili tehlikeler atlattım, öfkelendim, neşelendim, savaştım, sakinleştim, umutlandım. Ama şimdi çok iyiyim, çünkü sadeleştim.

İyi ki aşık oldum Ona, iyi ki evlendik, iyi ki aramızda açtı bu çiçekler, iyi ki çoğaldı aşkımız bu minik adamlarla.

Bu evde dinlediğim ilk şarkı bu oldu. Öyle manidar ki şu günlerde...

/

"kapimin eşiğine, kabima kacağıma, içindeki aleve,
canlarin oyununa, uyanik dudaklara yazarim adini.
yikilmis evlerime, sönmüs fenerlerime, derdimin duvarina,
arzu duymaz yokluga, çirçiplak yalnizliga, yazarim adini.
geri gelen sagliga, geçen her tehlikeye,
yazarım ben adını, yazarım.
bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata,
senin için doğmuşum, haykırmaya.
ey özgürlük"

güneş

Gerçekten çok mutluyum.
Ben hayatımın burasında, yine ve yeniden, hayatın planlanabilir bir şey olmadığını tecrübe ettim. Tam da cc'leri not ederken, beslenme chartları hazırlarken, minik oğlumun her gününü detayla şekillendirirken, hayatın planlanamadığı gibi, anneliğin de tüm planların ve bilgilerin ötesinde bir durum olduğunu deneyimledim.

Daha önce hiç yaşamadığımız dönemdeyiz. Zor zamanlar geçirdik, dev dalgalar atlattık. Sonra, gemimiz rotasında ilerlerken, minik bir sapma yaşadık. Tabi biraz sallandı gemi, şaşırdık, çevremize bakındık. Etrafımızdan hızla uzaklaşan kayıklar da gördük, Kaptanın savaşması gereken korsan gemileri de. Ama bizimle yüzen yunuslar, yanımızda neşeyle kanat çırpan kuşlar, sihirli değneklerini dokunduran periler de...

O milimlik sapma, hayatımızı baştan aşağı yeniden biçimlendirdi. Bu rotanın bizi cennet kadar güzel koylara götüreceğini bilmiyorduk. Kaptan yine telaşsız ve kendinden emin. Miçolar heyecanlı.

Bugün babalar günü. Bu bana anneler gününden anlamlı geliyor, çünkü anneler gününe nice güzellemeler yapılırken ve annelik olabildiğince kutsanırken, sanki bu gün atlanıyor. Oysa ben mesela, babalığından gurur duyduğum bir adamla evliyim. Tıpkı annelik gibi, babalığın da biyolojik bağların ötesinde bir şey olduğunu büyük bir mutlulukla izliyorum.

Oğlum büyüyor. Emekliyor, minik pirinç dişler çıkarıyor, her geçen gün daha da güzelleşiyor onunla olmak. Babasıyla ilişkisi de bu oranda katmerleniyor. Başbaşa vakit geçiriyorlar, çıkıp dolaşıyorlar, birlikte oyun oynuyorlar. Artık muhakkak babasının geliş saatinde uyanıyor, onu bambaşka bir heyecanla karşılıyor. En kolay ve en kısa sürede babasıyla uyuyor.

Şimdi sakin bir limanda, Güneş'in doğmasını bekliyoruz. Hem biraz dinleniyoruz, hem de hayaller kuruyoruz, gemimizi hazırlıyoruz, yeni kamaralar yapıyoruz. Kısa bir süre sonra, yolculuğun daha büyük bir heyecanla ve daha kalabalık devam edeceği günleri merakla bekliyoruz.

Teşekkür ederim hayat, bana verdiğin herşey için.

doktorculuk

Twitter'da çok tatlı bir taze anne ekibi var. Onlarla genelde annelik, bebek, bakım gibi konularda bilgi alışverişinde bulunuyoruz. Bu gayet üstü kapalı gidiyor. Üstelik bu insanlarla biz özel hayatımızda da görüşüyoruz. Sanal bir arkadaşlık söz konusu değil. Dolayısıyla diyalogların bir başı, sonu, devamı var.

Fakat bir de, acayip bir kaç kişi var ki, mesleği örneğin; marangozluk, avukatlık, mühendislik vesaire. Ayrıca arkadaş ya da bir yakın değil. Yine de utanmadan ve tamamen orta yerden; diyet, anne sütü, bebek bakımı, ilaç gibi konularda tavsiye veriyor. Hem de kendisine sorulmadığı halde. Nedense uzman konuk olarak kendine bir yer edinmeye çalışıyor. Bu iki kişi sohbet ederken yan masadan konuya dahil olup, bütün sohbeti batırmak oluyor.

"Kilo vermek zor" yazın hemen otomatik bir yanıt: @bikbik evet emzirirken zordur, bilmem ne yiyin, bla bla için"
Kimsin sen pardon?

Bu yetmiyor, doktoru puanlıyor mesela, "iyi doktor şöyle yapar, kötü doktor bikbik der, hmm doktorun doğru söylemiş" Nasıl yani? Sen hangi sıfatla bunu söylüyorsun? Mesleğin doktorluk ya da hemşirelik mi? Tabipler odasından mı bildiriyorsun? Veya herhangi bir tecrüben var mı? Açık seçik bir şekilde ilaç adı paylaşmak yasal mı? Tvde reklam bile doğru değilken. Sen hangi bilgine güvenerek ilaç öneriyorsun? Bizim doktorumuz mesela telefonda anlattığımız herhangi bir konuya "tabloyu tam olarak görmem mümkün değil, getirin bir muayene edeyim" der". Daimi hastasıyız, ama telefondan tek bir kere ilaç önermedi.
Kimse onunla ilgilenmiyor, hatta durumunu fark edip üzülüyor ve nezaketten terslemiyor ama o bunu farketmiyor bile, özel mesajlarla aynı tacizi sürdürüyor. Çünkü çok emin, en doğruyu -her nereden öğrendiyse- o biliyor.

Teşhis alanı, çiçek bakımı, ev temizliği falan olsa tamam, ne bileyim kitap önersin, içtiği kahveyi paylaşsın harika. Ama yok nedense, her nedense ilgi alanı sağlık işleri olmuş ve şifa dağıtmayı kendine görev edinmiş.

İlkokuldaki basit ilk yardım talimatlarında dahi son madde "en yakın sağlık kuruluşuna..." diye biter. Evet, o tekdüze yaşamında yapacak daha iyi bir şeyinin olmadığının farkındayım, ama "bir genç kızın gizli defteri" dünyasında yaşamıyoruz.
Gerçekten bu tip insanların kafasına vura vura "sen doktor değilsin ve 3 yaşında olmadığın için doktorculuk oynaman da doğru değil" demek istiyorum. Sonra "şimdi bu yarılmış kafana kezzap sür, biraz acıyacak ama hem mikrobu kırıyor hem de kesinlikle iyi geliyor" demek ve hatta bunu izlemek istiyorum.

Not: Bu tür yazılarda genelde "yoksa ben miyim" yorumu gelir, ama soranların bu tür davranışlarla ilgisi yoktur. Keşke gerçekten üstüne alınması gereken hadsizler alınsa. Hem belki lokman hekimliği bırakılar, ne dersiniz, hoş olmaz mı?

Roaaaaar :)

anne sütü üzerine

İnternet çok zengin, gerçekten. Bir çok anne-bebek blogu ve deneyimleri çok şey katıyor. Ama herhangi bir doktor tavsiyesinin son derece rahat bir şekilde paylaşılmasını garip buluyorum.

Doktor konusu zaten başlı başına çok çok derin bir mesele. Ben doğumda çocuk doktoru olarak seçtiğim doktoru, birkaç hafta içerisinde değiştirdim. Telefonda ilaç önermeye kalktığında, birkaç sorumu geçiştirdiğini hissettiğimde, bir hastanın sorusunun hafife aldığını gözlemlediğimde yeni doktor araştırmalarına başlamıştım bile.

Gerçekten önemli, çünkü bir nevi bebeği birlikte büyütüyorsunuz. Benim kişisel tavsiyem; yenidoğan uzmanı bir doktor seçmek. Bu ilk dönem için ideal oluyor. Ve doktor konusunda turnusol kâğıdı olduğuna inandığım birkaç konu var;

Örneğin; emzirme konusuna yaklaşımı. Evet şaşırmayın, doktorların emzirme konusundaki yaklaşımları değişebiliyor. 2 yıla kadar emzirmeyi hangi tıp bilgisiyle anlamıyorum ama gereksiz bulan hekimler var. Rahatlıkla mama öneren, hızlı bir şekilde ek gıdaya başlatan, her şeyi kilo alımıyla hesaplayanlar var. Oysa bebek gelişimi, boy, kafa çapı vesaire gibi dengelerle bir bütündür, ve tek gösterge kilo alımı olmadığı gibi, yegane çözüm de mama desteği değildir. Çok kesin konuşuyorum çünkü bu konuda bir çok uzmana danıştım ve kendim de deneyimledim. İnanamıyorum mesela çekmecesinden promosyon mama çıkarabilen doktorların varlığına. “Sütünüz yaramıyor, zaten artık faydası yok” diyebilen doktorlara sıkı bir tokat atmak istiyorum gerçekten. Bu yaklaşımdaki bir doktorun muayenehanesini hızla terk etmenizi öneririm. Normal doğum konusundaki savaşı emzirmek söz konusu olduğunda da sürdürmek zorunda olmak çok acı değil mi?


Anne sütü büyülü bir şey. Sihirli bir iksir. Hiç unutmuyorum, ağrı kesici özelliği olduğunu okumuştum ama bebeğim 3 aylıkken, bronşit geçirdiğinde, gerçekten de emzirirken yapılan iğneyi hissetmediğinde çok şaşırmıştım. Ve bebek dostu bir hastanede olmamızın avantajıyla doktorumuz ve hemşireler emzirirken uygulamayı önermişlerdi.

Dünya sağlık örgütü’nün konuya yaklaşımın okumak isterseniz; şu linke tıklayabilirsiniz. Kabaca çevirirsek, 2 yıl ve daha fazlasında talebe bağlı emzirmeyi öneriyor. Gece ya da gündüz fark etmeksizin, bebeğin talebi doğrultusunda emzirmek. Evet kulağa zor geliyor değil mi? Bu doğal ebeveynlikte de uygulanan bir şey. Doğal ebeveynlik, birlikte uyumak, slingle gezmek gibi eğlenceli şeylerin beraberinde, emzirmeyi de şart koşuyor. Üstelik anneye de kanser riskini azaltmak başta olmak üzere birçok faydası var.

Ek gıda dönemi hakkındaki şu kitaptan alıntılar;
"Scientific rationale: Breastfeeding continues to make an important nutritional contribution well beyond the first year of life. Breastfed children at 12-23 months of age whose intake is similar to the “average” amount of breast milk consumed at that age (about 550 g/d in developing countries; WHO/UNICEF, 1998) receive 35-40% of total energy needs from breast milk (Dewey and Brown, 2002)."
"A longer duration of breastfeeding has been linked to reduced risk of childhood chronic illnesses (Davis, 2001) and obesity (Butte, 2001)"
"During illness, the need for fluids is often higher than normal. Sick children appear to prefer breast milk to other foods (Brown et al., 1990), so continued, frequent breastfeeding during illness is advisable."

Hızlı bir şekilde çevirirsek: “Bilimsel gerçek: Anne sütüyle beslenmek yaşamın ilk yılının devamında da önemli bir besin kaynağıdır. 12-23 aylar arasında anne sütüyle beslenmeye devam eden çocuklar, ihtiyaç duydukları enerjinin yüzde 35-40 arasını anne sütünden almaya devam ederler."


"Daha uzun bir emzirme dönemi, çocukluktaki kronik hastalıklar ve obezite riskini azaltır."

"Hastalıklar esnasında, sıvı ihtiyacı artar ve hasta çocuk anne sütünü diğer gıdalara tercih eder. Dolayısıyla, hastalık sırasında düzenli ve devamlı emzirme önerilir."

Ben ilk 2 ay pompadan faydalandım. Çünkü toraman bir bebek değildi ve gerçekten pompa sayesinde mama desteği olmadan güzelce toparladı. Mastit sorununu ve burada detaylandıramayacağım pek çok sorunu onunla çözdüm. Ayrıca anne bir anda olunmuyor, aslında hem öğrenilen, hem de içgüdüsel bir şey –who aynı betimlemeyi emzirmek için kullanıyor- bu nedenle, pompa aracılığıyla, 2 saatlik döngüde nöbeti babaya devrederek uyuyabiliyor ve çalışabiliyordum. Şu anda hala, uyku öğününü muhallebi yaptığımız ve uyumadan önce az emdiği için, kalan sütü sağıyor ve başka bir öğünde kullanıyorum.

Kısacası, pompa gerçekten harika bir icat fakat emzirmek tamamen tanrısal bir şey. Evet bazı anneler için meşakkatli ve hatta acı verici olabiliyor, fiziksel sorunlar var, zor bebekler var, ama bu kadar güzel bir şey için emek vermeye değmez mi? Üstelik bu bebeğin en birinci ve doğal haklarından biri değil mi? Kafasını çevirmeyi bilmeyen bebek, emmeyi bilerek geliyor dünyaya. Bu zamanlar öyle hızlı geçiyor ki, inanın hatıralarınızda uykusuz geceler değil bebeğinizle paylaştığınız bu özel anlar kalıyor. Ben doğum sancısını, mastitteki acıyı, ilk günlerdeki ağrıları, miktar hesaplamalarındaki endişeleri çoktan unuttum bile. Doğumla ilgili heyecanım ve kahkahalarım, ilk emzirme günlerine dair de; acıktığında nasıl hırsla emdiği, komik suratı ve tarifsiz kokusu kaldı aklımda. Ve daha şimdiden o anları bile özlüyorum.

Emzirme süreci öyle enteresan bir hal ki; gerçekten insanın ruhundaki belki de en ufak bencillik kırıntıları bile yok oluyor. “Sen iyi ol yeter, bebek de mutlu olur”dan ibaret bir durum olamaz annelik, bazı vazifeler var. Kabul etmek istemeseniz de bu böyle. Sadece alışveriş yapmak, tokalar takmak, oyun oynamak, yalnızca neşeli anlarda var olmak ve zor olan her şeyi bir başkasına devretmek ya da başka bir şekilde çözmek bir nevi annecilik oynamak oluyor. Tekkelerde bin yılda öğreneceğiniz bir şeyi, dakikalar içinde öğreniyor egonuz annelikle. Nirvanaya giden en kısa yol.

Ben emziremeyen kimseyi eleştirmiyorum, bilakis üzülüyorum ama bilinçli bir tercih olarak emzirmemeyi asla anlamıyorum. Ve bunun örneğini gördüm; 10. günde bilinçli bir şekilde emzirmeyi kesen anne gördüm. Yaşamının ilk saatlerinde "canım yanıyor mama verin" diyen anne gördüm. Bunu anlamıyorum işte. Çünkü bu normal doğum-sezaryen gibi bir seçim değil, çünkü emzirmek bebeğin ihtiyacı ve size ona bu konuda fikrini sormuyorsunuz. Size en çok ihtiyaç duyduğu ve bunu dile bile getiremediği dönemde onu yalnız bırakıyorsunuz. Ve bunu ileri bir davranış zannediyorsunuz, oysa "ileri" bulduğunuz bir çok ülkede yaptığınız uygulamayı hekimler asla onaylamıyor.

Doktor konusuna dönecek olursak; emzirme meselesi gerçekten ayırd edici bir özellik. Çünkü zaten zor bir dönem ve tabi ki sütünüz olmayabilir, bu durumda çözümler çok. Doktor bu konuda baskıcı olmalı demek istemiyorum ama sizi teşvik etmeli. Kesinlikle etmeli.

Çünkü mesela; Birleşmiş Miletlerin mamalar hakkında bir kanunu olduğunu biliyor muydunuz?

Maddeler şöyle;

1- Halka yönelik hiçbir mama reklamı yapılamaz.


2- Annelere ücretsiz dahi olsa numune dağıtılamaz.


3- Hiçbir sağlık kuruluşunda ürün promosyonu yapılamaz, servislerde kullanılması için ücretsiz veya düşük ücretli mama verilemez.


4- Hiçbir firma yetkilisi annelerle görüşme yapamaz.


5- Sağlık personeline hiçbir hediye veya ürün verilemez.


6- Etiketlerde suni beslenmenin üstünlükleri diye hiçbir resim veya cümle kullanılamaz, bebek resimleri konamaz.


7- Sağlık personelinin bilgilendirilmesi ilmi ve gerçekçi olmalıdır.


8- Etiketlerde anne sütünün üstünlüğü anlatılmalı, ayrıca suni beslenmenin yan tesirleri, maliyeti ve zararları belirtilmelidir.


9- Bebekler için uygun olmayan şekerli kondense sütler tavsiye edilmemelidir.


10- Bebek maması imalatçıları ve dağıtımcıları bulundukları ülkelerde bu kanun uygulanmasa bile bu kanuna uyumlu çalışmalıdırlar.

Aynı şekilde fikir alışverişi yaptığınız annelerde de benzer ayırd edici özellikler söz konusu.  Ben bilgi alışverişinde bulunduğum hiçbir arkadaşıma, kullandığım herhangi bir ilaç adı önermedim mesela. En fazla “doktorumuz bir damla önermişti, faydasını gördük, doktorunuza danışın benzer bir şey önerebilir” diyebildim. Geri kalanı haddime düşmüyor çünkü. Önerenlere de kulağımı tıkadım. "Babam doktor, bence bilmem ne kullanın", "teyzem çocuk doktoru, bu durumlar şu kullanılır", "iki çocuk büyütmüş halam diyor ki..." diyen insandan kaçın. Asla ruh sağlığı iyi durumda olamaz çünkü.

Bu nedenle, “biz hep mamayla büyüttük şekerim, hem rahat ettik hem bak sapasağlamlar” savı tamamen saçmalık. Ayrıca yapmışsınız tamam bizi ilgilendirmiyor ama bari bir de doğruymuş gibi tavsiye etmeyin. Mama kutularının bile üzerinde “ürün ilgili sağlık personelinin önerisiyle kullanılmalıdır" benzeri uyarılar var, tesadüf değil. Ve ayrıca anlamıyorum doğumdan sonra eskiye dönme konusundaki bu telaşı. 6 ay bitti, ben hala iriyim, emzirmenin verdiği bir orantısızlık da mevcut ve bundan memnunum. Telaşa gerek yok, zaman lazım. Çünkü ben anneyim.

Bunları yazmak istedim, asla ahkam kesmek için değil. Yazıda şahsi fikirlerimden çok bilimsel gerçekler ve alıntılar bulunuyor. Ama "ıyyy emzirmek mi çok banel" pervasızca yazılabiliyorsa; bence emziren anneler de deneyimlerini paylaşmalı. Bu "ayyy organik tulumlar aldım"dan daha mühim bir mesele çünkü.

Yaşasın bebek dostu hastaneler. Yaşasın o hastanelerdeki ferah ve temiz emzirme odaları.

Yaşasın emzirme yanlısı doktorlar. Anneye kilo alım baskısı yapmayan, bebeğin mutluluğunu cc’lerle ölçmeyenler. Ve yaşasın emzirme hemşireleri, emzirme gönüllüleri.

Ve tabi en büyük alkış; emzirmek için gayret eden, emek veren annelere. Herhangi bir nedenden sütü azalmış ya da kesilmişse bunun acısını ta kalbinde hissedenlere… Kulaklarınızı tıkayın ve yaşamakta olduğunuz mucizenin tadını çıkarın. Size gerçekten dünyada pek az insanın sahip olabileceği bir ayrıcalık tanınmış. Ve kesinlikle dünyanın en gurur duyulacak işini yapıyorsunuz. Yapıyoruz.

Yaşasın anne sütü! Yaşasın emziren anneler!


-----
Emzirme konusunda uzman doktordan detaylı ve net bir yazı: http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/424/anne-sutu-ve-rakipleri

Dünya sağlık örgütünde emzirme:

Ek gıdalar üzerine bir kitap:

Anne sütünün faydaları:



bombilibilibilibooom!

Bugün nihayet geldi bahar. Uzun beyaz, fırfırlı elbiseler aldım, bir kaç çift de ayakkabı. Artık yaza hazırım. Heriflerimle adaya gitmeye, yüzmeye, çimlere yayılmaya kesinlikle hazırım. Oğluma da bir sürü kısa paçalı komik şeyler aldım. Tamamız ailecek.

/

Doktora gitmelerle geçiyor şu sıralar vakit. Geçen hafta pompikle gittik. Sıra bende. Önce göz. Sonra diş. Diş acildi. Eski bir doktor, çok fena bir diş. Son üç gecedir uyumadım diyeyim. Doğum aslında büyük bir travma, hele ki planlanmamış bir sezeryansa. Ruhtaki izleri sonradan çıkıyor, insanın canı gerçekten fark etmediği kadar yanıyor. Koltuğa oturdum, o zamana kadar onlarca kere diş tedavisi olmuş ben nasıl gerginim. Ve koltuk nasıl rahat, adeta bir "çocukluğunuza inelim" koltuğu. Doktor bulutlarımın biriktiğini görünce, ağlamamı tavsiye etti, kırmadım. Oracıkta yağmur yağdı, rahatladım. Şimdi ağrısız dişlerim, etrafı pırıl gören gözlerim ve ben çok daha iyiyiz.

/

Anlamadığım bir kaç aktivite var şu hayatta. Baby shower bunlardan biri. Amaç? Hediyelerinizi alın gelin demek olsa gerek. En güzeli de aktiviteyi asla türkçeleştirememeleri "bebek için toplaşın, gelirken de hediye alın" günü düzenliyoruz denmez tabi ayıp, kelimeyi türkçe'ye katamadan olayı hayatına katmanın saçmalığı işte.


Mesele bu da değil tam olarak, çünkü yurtdışında yaşamış, çevresi bu arkadaşlarıyla dolu bir çok insan var. Onlar için bu normal olabilir, çünkü yaşanmışlık var, bir kök, bir alışkanlık ve deneyim var. Peki ya orta yerden yaşayanlar? Güngören'in göbeğinde "it's a girl" yazılı pankart açanları ne üzerinden değerlendirmeliyiz? Çok film izlemekten mütevellit, belli bir yaşam tarzına özenmek mi bu? Ve bu yaşam tarzını, kendininkine uydurmaya çalışmak mı? Ama en hafif tabirle; kitsch oluyorsun.

Bekarlığa veda olayı da benim için aynı. Ama bir fark var orada şuna da vurgu yapılıyor; kına çok avam, bekarlığa veda mı, ah çok çılgın ve bir o kadar elitiz bebeğim.

Açık konuşayım ben bunları en çok müslüman kesimde görünce yakıştıramıyorum. Aşırılığın onaylanmadığı bir inanç sisteminde, hayatında "baby shower" şımarıklığına yer vermek tamamen aptalca geliyor. Çünkü "ben de zenginim, ben de nişantaşı çocuğuyum" demek istiyorsun.

Bu nedenle insanların 40 mevlüt yapması ve onda da cupcake dağıtması komik geliyor bana. Bir sürü kağıt israfına sebep anlamsız süslerle metrekareleri donatması. Bu bir tercih tabi ama bana ısrarla tuhaf gelen bu karışım.  Amerikan banliyölerinde yaşar gibi kutlama yap ve sonra kutsal kitaptan ayetler okut. Hiç bir şeyden geri kalma. Her şeyden olsun, ver bir ortaya karışık. Düğünde çıkkıdıçık semazen oynatma hali. Bir karar ver neredesin.

/

6 ay bitiyor. İzin çıktı nihayet. Evde artık bir bisiklet, bir dönme zımbırtısı var. Kiloların çoook büyük bir kısmı gitti ama emzirme işi bitince geri gelebiliyorlar. Sporsuz olmuyor, emzirmeye güvenmekle olmuyor, diyet de yapılamıyor. Demek ki; hareket edeceğiz. Neyse ki Ebruşallıyla pilates'den başka seçenekler de var. Atalet kötü bir şey. Çok şükür bende yok. Fakat spor salonu insanı olamadım ben, o solaryumlu çubuk krakerler gibi fön bozulmadan hoppidi koşamadım. Olmuyor, olamıyor. Fakat bu bisiklet işi, işe yarayacak gibi. Zaten gün içinde 1 saat yürüyorum en az. Haydi bakalım hop!

/

Geçen seneki ahırkapı bayağılığı, bu yıl olmayacakmış, sevindim. Biz hıdırellezi her türlü kutlarız, siz açık hava görünce sapıtmaya alet etmeyin yeter ki. Sevinelim; o çakma çingeneleri, zara etekli ellerinde tef olan kızları görmeyeceğiz bu sene.

Geçen yıl, oradayken, hamileydim, yeni hamile. Daha pek kimse bilmiyordu bile. O gün pompiğimin parmaklarını saymıştık çok boyutlu görsellerde. Ve harika resimler çizmiştim, dilemiştim. O kadar güzel bir yıl geçirdim ki, hepsinin gerçekleştiğine eminim.

/

Şu aralar en sinir olduğum insan tipi, bebek olayına vakıf olmadan her şeye karışanlar. Cin olmadan adam çarpmak. Geçen alışveriş sonrası taksiye bindim mesela, mama hazırlamıştım oğluma, içireceğim, içene kadar evdeyiz uyuyacak. Doktor onayı olmadan yaptığım tek bir şey yok, 24 saat ulaşabildiğim ve sorduğum her ayrıntı soruya dahi detayla ve özenle yanıt veren bir doktorum var. Ayrıca taksicilerle muhabbet kurmak gibi bir alışkanlığım yok. Neyse, taksici şöyle girdi konuya "mama mı veriyorsunuz? Çocuğun hayatını bitirmişsiniz. Yazık, çok yazık. Benim hanımın ikizleri vardı, 1 sene sütle besledi". O anda içimden "sizin inek bayağı iyiymiş" demek geldi ama tuttum tabi kendimi. Ben sana anlatmak zorunda mıyım, hayatımın dengelerini, süt verimliliğimi, sağlık sorunlarımı vesairemi. Ayrıca ne biliyorsun, belki verdiğim mama değil, sağdığım süt. "Branşınız ne?" dedim sadece, kapadı konuyu. Rica ediyorum, tıp eğitiminin gugıldan öğrenilebilen bir şey olmadığını kabul edin artık. Bizim komşu şu ağrı kesiciyi kullanmış da iyi gelmiş kadar tehlikeli bir şey bu.

/

Hayat güzel, uyurken yan dönüp uyumayı seven fakat bir süre sonra her nedense yüzüstü oluveren ve "ne işim var benim buradaaa" çığlığıyla uyanan minik bir adam güzel. O minik adamın, beni görünce gülümsemesi güzel. Aramızda ortak bir dil oluşması güzel. Herşeyin planladığım gibi gidiyor olması güzel. Salatalıkları kemiren bir bebek güzel. Digitürk'ün radyoları güzel. Oyun oynamayı öğrenmesi güzel. Şakadan anlaması, gıdıklanması güzel.

Bombilibilibiliboooom!

mom time

Bu blogun bir anne-bebek blogu olmasından neden böylesine kaçındım bilmiyorum. Ben anne oldum yahu. Evet şu ara, Pıtıpıtı'nın yemeği, suyu, bezi kadar önemli bir şey yok gündemimde. Yazmaya elim gidip yine bebek bebek bebek diyecek olunca bırakıyorum nedense:)

5.5 ay bitti, emzirmek hala dünyanın en güzel şeyi. Pompadan çok faydalandım, süt arttırdım sayesinde, ilk ayın tecrübesizliğinde doyup doymadığını anlayabildim, sık acıktığı zamanlarda bir nefes mola verdim. Kolaylık gibi görünüyor ama bir sürü ıdı bıdı ıvır zıvır, yıka, sterilize et, tekrar içir, bikbikbik. Yine ilk dönemler ve ihtiyaç olduğunda işleri kolaylaştırıyor. Ama gerçekten emzirmek bambaşka. Çok başka bir şey. Tarif etmek zor. Daha önce bildiğim hiç bir şeye benzemiyor. Gözlerimden yaşlar geliyor bazen mutluluktan. Komik suratı, cin cin bakması, muzur bakışları, dişlerini kaşıması, babasına bakması, gülmesi, sonra dönüp emmeye devam etmesi. Ara verdiğinde gıdıklayıp güldürmem. İkimizin bildiği bir dünya sadece. O komik ayakları. Onları öpmek. Minik bezelye parmakları yemek. Daha çoraplarını çıkarmaya başlarken gülmeye başlaması. Çok çok güzel.

İçeriden gelirken bile, "çooook seviyoruuum" diye seslenince kakırdayarak gülmesi. Yazarken bile kalbim fırlayacak oluyor yerinden.

Çok çok okuyorum, kafa dengi çok tatlı arkadaşlarımla konuşuyorum. Ama muhakkak yanlış yaptığım şeyler de vardır. Ama içim rahat çünkü bence herşeyin temeli; sevgi. Gerçekten bebekler -ve henüz tecrübe etmediğim için bilmiyorum ama muhtemelen çocuklar da- sevgiye en net, en doğru karşılık veren, sevginizin en güzel şekilde karşılık bulduğu varlıklar. Sevgi varsa, bpa olmayan biberonun falan her şeyin telafisi var.

Ve çok garip, hayatımdaki pek çok insanı koyduğum yer değişiyor. Kendi içimde kırılma noktaları yaşıyorum. Ne bileyim, geçen hafta minik bir hastalık geçirdi oğlum ve acemi annenin telaşlı anlarıydı. O dakikalar yanımda olanlar öyle kıymetli ki gerçekten. Ne çok sevenimiz varmış diye bir duygu sarıyor insanı :) Ama sevgisiz insanlar da var tabi, o halle, telaşla ve endişeyle özdeşlik kuramıyorlar, bütün görebildikleri "çocuktur geçer" kadar olabiliyor, çünkü -çocukları varsa bile- bu tür bir yakınlık tatmamışlar. Hayatlarında hiç kimse için kalpleri bu denli çarpmamış. Bu çocuksuzlar, çocukluların halinden anlamıyor gibi bir şey değil. Çünkü benim pek çok arkadaşım bekar ve gayet de her şeyden anlıyorlar. Sevgisizlikle ilgili. Çok yazık işte.

İyi yönü; fark etmeden aldığım bir çok yükten kurtuluyorum, arınıyorum. Vakit kaybından, yıpratıcı hallerden, gereksiz diyaloglardan kurtuluyorum. Hakikaten kısa cümleler kurmak gibi bir şey.

İki hafta kadar önce pek sevgili Deryik'e gittim, hem de oğlumla. Büyük bir deneyimdi:) Daha önce pek çok yere, kuzene, arkadaşa gittik ama burada farklı bir şey vardı. Ondan değil ama doğrusu ev arkadaşından çekiniyordum. Derya hikayenin ta en başından beri yanımızda olan biricik bir peri. Minik adamımı seviyor. Ve dahası muhteşem abla olmasından mütevellit bebekleri tanıyor. Gözü kapalı emanet dahi edebileceğim biri. Ama ev arkadaşıyla ilk kez tanışıyordum, haliyle böyle bir durumu ve tahammül mecburiyeti yok tabi ve mesela açıkçası ben çocuksuzken, bebek insanlarına çok tahammülsüzdüm. Hala da öyleyimdir. Hiç bir zaman bir bebeksever olamadım. Yolda gördüğü bebekleri seven insanlardan değilim. Sokakta tepinerek ağlayan çocuk-bebek ve çaresiz anne karesine pek şefkatle bakamadım, olay yerinden hızla uzaklaştım. Hala da tanımadığım insanların bebeklerini hiç sevmem, şirin de bulmam. Şimdi yolda görüp baktığımda, sadece ay tahmini yapmak için oluyor bu. Bu nedenle, bebekle birlikte olduğum anlarda, bir insana rahatsızlık verme durumu en imtina ettiğim şeylerden biri. Fakat Pıtıpıtım çok efendiydi. Zaten zor bir bebek değil ve o gün bunu hepimize ispatladı. Kendi kendine yedi, uyudu, uyandı, sohbet dinledi, yerde yuvarlandı, kokoş yastıkları kemirdi. Gülücük saçtı.

Ben ne çok istemişim anne olmayı meğer. Yıllarca istemiyorum zannederken ve nihayet istediğimde hazır olup olmadığımdan endişe duyarken. Ne kadar da hazırmışım ve beklermişim.

Çok mutlu ediyor onunla vakit geçirmek. Bir anını bile kaçırmamak. Evet çalışmak hala çok zor ve yorucu. Çünkü evde olduğum müddetçe öncelik hep ona ait. Dışarıda olsam, evet çok özlerim tabi ama özellikle de gözüm arkadan kalmadan emanet edebilmişsem birine, o an saniye iş olur öncelik. Evde bu mümkün olamıyor. Kesinlikle olamıyor. Ona yaptığım çorba, o dakikalardaki oyun ihtiyacı herşeyin önüne geçebiliyor. Bazen teslim tarihleri gecikiyor ve işler aksıyor ama buna değiyor. Herşeyden önce anneyim ben. Ve bunu, bu gerçeği çok seviyorum.

aslan kaplan anneler

Bir ve iki nesil evvelki kadınların, yani annelerin ve dahası ananelerin "bizim zamanımızda çok zordu..." diye başlayan şikayetlenmelerini zerre anlamıyorum. Daha kolaydı, itiraf edin kurtulun işte.

Bir şekilde dünyaya getirdiğin çocuğu, yine öyle kalabalık içinde hop hop büyütmek çok başka bir şey bizim durumumuzdan. Tamam bir şekilde dünyaya getirmek ağır oldu belki ama, bizim kadar planlılar mıydı sahiden? Pek sanmıyorum. "Doğan büyüyor nasılsa..." lafı bu yüzden onlara ait. "Yuvarlanıp gitmek" de öyle. Biz yuvarlanamıyoruz, köşelerimiz var bizim.

Bizlerin aynı anda herşeye yetişmesi gerekiyor. Etrafımızda bir kadın topluluğu yok. Şimdiki ananeler -babaneler ya uzak, ya pek meşgul, ya da zaten biz beğenmiyoruz onları. Üzgünüm ama beğenmemekte haklıyız da. Bir garip o kuşak, ya çok sertler ya "arkadaş anne" ekolünden. İkisi birbirinden beter. O yüzden ancak oyun arkadaşı olabiliyorlar bizim için. Hem ihtiyaçlarımız farklı. Düşüncelerimiz, çocuk yetiştirmeye bakışımız farklı. Hayır birimiz diğerimizden üstün değil elbette, ama farklı. Mesela onlar öyle garip ki, hiç itiraf edememişler zorlukları, gerçek zorlukları sanki hiç yaşamamışlar, ya da basit şeyleri çok abartmışlar. Daha doğrusu; "düşün bir de çamaşırı elimde yıkıyordum..." düzeyinde yaklaşmışlar zorluklara. Aslında bu tip bir zorluk bize eminim vız gelir. Asıl mesele zor kelimesinin sözlüklerimizde farklı kavramlara tekabül etmesi belki de.

Ve mesela, ne yazık ki, benim için, bizler için film seyretmek, kitap okumak gibi şeyler yaşamsal ihtiyaçlar kategorisinde. Çıkıp tek başına yürümek, bir kız arkadaşla tiyatroya gitmek, bir üniversite daha bitirmek, bir dil daha öğrenmek hayali... Bunlar yoktu o zaman. Kabul etmeliler ki, evlilikler de farklıydı. "Koca" iş çıkışı gelir, biraz çocukla oynar, sonra uyku. Şimdi "sevgili"ler var, seçerek, aşkla yapılan evlilikler var. Bunun sonucunda birlikte zaman geçirme isteği var, aynı evin içinde çok özlemek var, o evlendiğin insanın aynı zamanda en iyi dostun olması durumu var. Koca için gerçekleştirilmesi gereken sorumluluklarla, sevgiliye gösterilmesi gereken özen çok ayrı şeyler. Bu "sevgili" deyimi içi geçmiş evliler için dalga konusu olsa da; "karı-koca" evlilikleriyle, iki sevgilinin nikah yoluyla birbirine bağlanması arasındaki açık farkı bence ancak bu kelime ifade ediyor.

Öncekiler bulaşık ve çamaşır makinesinin icadıyla kadınlığın tüm sorunu çözüldü sanıyorlar. Oysa hiç öyle değil. Biz çalışıyoruz, çalışmıyorsak endişesini taşıyoruz. Hep bir ikilem içindeyiz. Sanmayın ki çalışma meselesi sadece mecburiyetten, aslında büyük oranda ruhsal ihtiyaç, çünkü başka türlüsünü düşünemiyoruz. Süt sağmak diye bir mesele onlarda yoktu. Lohusa kadın aylarca yatardı, süt yapardı. Biz işe dönmek zorundayız, aylarca yatmak gibi bir şey yok. Üstelik bu "yatma hali" her nedense bizim çiplerimizde yok. Sorumluluklarımızdan arta kalan vakitlere yeni sorumluluklar ekliyoruz. Niyeyse yetmiyor bize bunlar, eğer çalışmıyorsak da, kişisel gelişime vakit ayrıyoruz mesela. Adı duyulmamış hobiler ediniyoruz. Bütün bu telaşede "ilk battaniyesini ben ördüm"/"çok güzel bir elbise diktim"in de peşindeyiz üstelik. O zamanlardaki gibi, "anne" veya "balık etli", "e doğurmuş kadın" diye bir vücut tipi yok mesela günümüzde, biz kilo vermek için de acele ediyoruz. Süt dengesini etkilemeden eski forma kavuşma gayreti. Ayrıca işe ya da eski kiloya dönmesek dahi, süt meselesini planlamak ve hesaplamak zorundayız. Eskisi gibi değil şimdi yediğimiz gıdalar, her yediğimiz süt yapmıyor, öyle "emdikçe gelir" olmuyor.

O kadınlar hep bir aradaydı. Birlikte hallediyorlardı işlerini. Biri pişiriyor, biri yediriyor, biri oynatıyor, biri uyutuyordu. Akşamları topluca yemekler, zıp zıp kucaktan kucağa gezerken uyuyan bebeler. Ve yine bu yüzden, "hiç yardımcı kadınım olmadı benim..." diye övünme hakkı buluyorlar kendilerinde. Oysa biz mecburuz. Matematiksel bir hesapla 24 saate baktığımızda, bir çok angarya iş için vakit yok. Gerçekten yok. Bunları bölüşecek bir kadın ekibi de yok. Şimdi mesela bir çok arkadaşıma bakıyorum, hepsinin hayatlarına bebek girdikten sonraki dönemde minnetle andıkları yegane insan; eşleri. Evet bir erkek. O zamanlar erkekler bile işten daha az yorgun geliyordu. Ama "kadın işi"ne karışmıyorlardı, kadınlar bir şekilde "çekip çeviriyor"lardı. Şimdikiler daha çok yorgun, ve kesinlikle daha fazla çalışıyorlar ama daha fazla naz çekiyorlar. Bu konuda, kesinlikle çok daha şanslıyız.

Sokakların güvenli olduğu o zamanları tercih edebilirdik belki çoğumuz? Hem böylece deliler gibi, o oyun grubu, bu aktivite ekibi araştırmamız gerekmezdi. Bu bebekler kadar bizlerin de gereksinimi, çünkü yalnızız. Evet bebeğin başına telsiz koymak gibi bir kolaylık var bu dönemde, hatta görüntülüleri falan dahi var ama o telsiz dalgaları zararlı mı endişesi beraberinde geliyor. Ben cesaret edip alamadım örneğin.  Rota aşısı var, çünkü böyle yeni bir mikrop var, ve bir de tabi uygulatmayan anneler-önermeyen doktorlar da var. Herşeyi internetten öğrenebilme lüksü ve her bildiğin ayrıntının sana kaygı olarak dönmesi durumu var. Anne sütü arttırıcı bir sürü malzeme ve "belli bir dönem sonra anne sütünün faydası kalmıyor" diyebilen doktorlar var. Yedirdiğin elma zerreciğinin organik olma, olmama ihtimalini hesaplama var. Baby tv diye bir şey ve tvnin bebekler üzerindeki zamazingosu üzerine yazılmış sayfalarca veri var. Çamaşır makinesi var, ama deterjanın organiği için saatlerce kafa patlatmak var. Bulaşık makinesi var ama parlatıcı yerine sirke mi koysam üzerine düşünmek var. Epidural diye kolay bir yöntem ve bunu kullanarak doğum yapanlara burun kıvıran hemcinsler var. Bin türlü oyuncak ve bunların içinde faydalı-faydasız, şiddete teşvik eden-etmeyen, çin malı olanı-olmayanı ayıklama derdi var. Bunların hepsi için vakit ayırmak, zamanı planlamak var... Daha sayabilirim.

Yalnızız biz işte. Camdan bakıp iki çift laf edecek komşumuz yok, doğrusu bizim cama çıkacak vaktimiz bile yok. Ama birbirimizi anlıyoruz, arkadaşlarımız var. Çok mu romantik kaçar, yalnızız ama tek başımıza değiliz bu yolculukta desem? Çünkü güzel olan şu ki; benzer şeyleri yaşıyoruz ve bizler itiraf ediyoruz. "Delirmek üzereyim bak şimdi...", "Blenderla mı yaptın, tel süzgeç mi?" diye uzun uzun konuşabildiğim arkadaşlarım var. Eskiler gibi "ay hep yaşadık kızım bunları..." diye kestirip atmıyorlar. Ve benzer şeyler yaşıyoruz, "insan kendine benzeyene yaklaşır" yüzünden ya da kuşak olarak yakın şeyler tecrübe ettiğimizden.

Kısacası, bize "daha zordu o zamanlar"la gelmeyin. Asıl şimdi daha zor, ama bir o kadar güzel. Daha yorgun ama güçlüyüz biz. Sadece "anne" değil, hem anneyiz, hem daha bir çok role sahibiz.

Yaşasın bütün zamanların aslan kaplan anneleri:)

şükran günü yemeği

Şöyle bir şey; hani Amerikan filmlerindeki Şükran günü yemeği vardır ya. Tek tek herşey için şükrederler, sıralayarak. Evet, minik elleri için, güzel kokan boynu için, o tombik ensesi için, kat kat gıdısı için, gülümsemeleri ve sağlığı için, boncuk bakan gözleri, minik burnu, bezelye parmakları için. Babasına benzeyen yanları, bana benzeyen yanları ve kimselere benzemeyen eşsiz halleri için. Kikirdemeyi öğrendiği ve gıdıklandığı için. Aksi aksi homurdandığı için. Ağlamak yerine bağırmayı tercih eden bir bebek olduğu için. Yatakta döne döne ilerleyip bizi güldürdüğü için. Emzirmek diye şahane bir şeyi, onun sayesinde yaşadığım için.

Gerçekten çok garip bir şeymiş annelik. Gözlerin doluyor sevgiden, aklını falan kesinlikle kaybediyorsun. Tam bir meczupluk. İçinde bencillik diye bir şeyin zerresi varsa, ölüveriyor. Evet, kendini de önceliyorsun ama yine onunla ilgili bu. Ben, iyi olmalıyım ki; ona faydam olsun. Ben, mutlu olmalıyım ki, onu mutlu edeyim. Ben önemliyim ve değerliyim, çünkü bu pompiğin annesiyim. Hem hiç olmadığım kadar öncelikli oldum kendi içimde, hem de hiç olmadığım kadar önemsiz.

Aşık olduğun adama bakıyorsun, o da başka bir alemde, deliler gibi seviyor ilgileniyor, bu yeni tanıdığın yönünü ayrı bir seviyorsun. Sürekli bir "daha fazla ne yapabilirim"in peşinde olmak. Minik bir adam. Bu kadar mutluluk nasıl getirebiliyor? Bu kadar koşulsuz hizmet ve sevgi hali nasıl olabiliyor? Mantık dışı kesinlikle.

Hani böyle devletin her çocuğa maaş bağladığı o ülkelerden birinde olsak, kocaman bir bahçesi olan bir evimiz olsa, angarya işlerimi paylaşabileceğim insanlar olsa, sanki 10 tane falan doğurabilir, hepsine rengarenk atkılar örebilir, kekler pişirebilirmişim gibi geliyor.

Uyurken güzel şeyler düşünür ve uykuya dalarsın ya bazen. Dün kitap okudum ben, sonra bir şeyler düşündüm. Minik ayakları ve nasıl gıdıklandığı geldi aklıma, gülmeye başladım sesli sesli. Sonra öyle daldım uykuya. Aşktan da öte bir şey varsa dünyada, işte bu o.

teyze terörü

Hayatımıza son günlerde giren "teyze terörü" kavramını hep beraber inceleyelim:)

Mesela almışım tontin oğlumu, ana kucağını tekerleklere takmışım, minimal arabamızla caddede yürüyoruz. Yürüyüş huzur ve dinginlik getirir. Hele ki, kış bebeğiyse. Kış boyu pek az çıkabildik biz, yani çıktık aslında ama böyle açık hava değildi. Artık her öğle öğününden sonra dışarı çıkıyoruz, uzun yürüyoruz, dönünce oğlum güzellik uykusuna geçiyor. Yorgunlukla mahmur oluyor ve derin derin uyuyor. Ve benim o “e.a.s.y”deki “your time” olayım başlıyor. Sevgilim eve geldiğinde ikimiz de dinlenmiş, tok ve mutlu oluyoruz. Güzel bir rutin tutturduk.

Evet, yürüyüş huzur getirir. Ama teyzeler asla. Onlar asla rahat vermez, nefes aldırmazlar. Bahsettiğim teyzeler genelde her şeyi eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen cıkcık teyze olduklarından ötürü “ay minicik bebeği çıkarmışşş” diye başlar “yüzünü örtseneee” diye devam eder. Biz kendi ailemizden insanlarla dahi belli bir mesafeyi koruduğumuz için, bu tür müdahaleleri bir de tanımadığımız birilerinin yapmasını asla anlamıyoruz. Yahu bebeğin yüzü neden örtülür? Kar kış falan değil, gayet bahar geldi ve etrafa bakması, renkler görmesi, eğlenmesi için dışarı çıkarıyorum. Yoksa kafasına cam bir fanus takar, evde yürütürüm arabasıyla. Laboratuarda büyütürüm ne bileyim. Ayrıca sana açıklamak zorunda mıyım? “Sizi ilgilendirmez” net bir yanıt olsa da onları kesmiyor. Geçen bir tanesi eliyle yüzünü örtmeye bile kalktı.

Ve bu süper fikirlerin sonu gelmiyor. “Kaç aylık bu?” Yanıtlıyorsun, ama kurtulamıyorsun, yorumlar başlıyor; “çok küçük daha”, “çok büyük ne yiyor?”, “ah yazık daha bu kadarcık bebek sokakta…” bikbikbikbikbik. Ardından seni küçümser ve acır bir tavırla gelen sorular; “kaç yaşındasın sennn ayyy” Bunu yanıtlamak yetmiyor, ardından kaç yıllık evli olduğun ve diğer sorular gelebiliyor. Özellikle de kısa saçlı “modern” teyzeler oluyor bunlar. Ben buna otomatiğe bağlanmış bir yanıt veriyorum; “26. Okulumu bitirdim, 4 yıllık evliyim, aynı zamanda çalışıyorum” Ancak böylece kafalarında çalan “ünzileee kaç koyun ediyor” şarkısı son bulabiliyor.

Sonra alışverişte mesela, bu kez slingle bağlamışım ama etrafa bakması için öne doğru duruyor adamım. "Etrafa bakması için." Kilit nokta bu. Manyak teyzeler yüzünden hep bana dönük gezmek zorunda değil ya. Ellerim serbest neyse ki. Aman tanrııım, karşıdan elini kolunu sallayarak gelen bir teyze timi görünüyor. Önce “bunda rahat mı ya, sanki boynu rahatsız” diye o güzide fikirlerini paylaşıyorlar. “Rahat.” Kesin ve net. Yok, rahat değil ben kötülük dolu bir insanım, çocuğum mutsuz olsun diye yapıyorum. Her adımı doktora danıştığımdan falan bahsetmiyorum bile. Çünkü o zaman da kesin doktor önerecek. Dokunacak olan bir tanesini uyardığımda, “bir şey yapmayız kızım” dedi, “siz değil mikroplarınız yapar teyzecim” dedim, anlamadı.

Genelde neşeli ve güleryüzlü bir insan olsam da, anne aslan olarak "groaaaaaaaar" tonunda savaşıyorum ben bu teyzelerle. Nihayet bugüne damgasını vuran son olayımız; genç bir kadın kaşla göz arasında yanaklarını sıktı. Sen kimsin ve hangi hakla dokunabiliyorsun, ayrıca en son neyi elledin mesela? Sinirden kulaklarımdan duman çıkmaya başladı. Ve kadın yanımızdan geçerken kalçalarına dokundum. Evet, ben bir kadını taciz ettim bugün. Kadın bir hışımla döndü “ne oluyor” dedi. “Nasıl, hoşunuza gitti mi ellenmek?” dedim, “işte bebekler de tanımadıkları insanlar tarafından ellenince böyle hissediyor. Taciz tacizdir.” Kadının “ama… ama…” bakışları ve kemkümleri sürerken uzaklaştım. O anki bakışlarını görmenizi isterdim.

Bence bu teyzelerin genel amacı, “sen küçüksün, bilemezsin, bakamazsın, bu dünyada bebek bakabilecek tek nesil biziz ve bizi dinlemelisin” mesajı vermek. Hayır, olay sevgi değil, çünkü sevse bebeğe dokunmaya kıyamaz. Sevgi sessizce anlatılır, sakin bir gülümseme, hoş bir bakış gibi. Ama yok teyzeler eleştirmek ve rahatsız etmek için vardır. Onlara ne yapsanız yaranamazsınız. Yanınızdan geçerken hala “minicik bebek o daha” diye söylenmeye devam ederler. Biraz yumuşak davransan, her konuda akıl vermeyi, anne sütünden mamaya binbir konuda fikirlerini beyan etmeyi sürdürürler.

Sen tanrı olabilirsin teyzecim ama gördüğün bebeğin annesi benim. Sadece ben. Ve onu kimse benden daha çok düşünemez, koruyamaz, sevemez. Anlaştık mı?

anne çizmesi

Yaşasın! Bahar geldi klişesini binlerce kere yazabilirim. Çünkü en çok bize geldi sanki. Hooop dışarı. Kedi oldu bugün, armut yedi ve etrafa şaşkın şaşkın baktı adamım. Bugün biz pompik oğlumla yürüdük yürüdük. Ve de benim ve onun en yakın arkadaşları da yanımızdaydı. 5 yaş çocuğu da ilginç bir şey, duruyor, karar veriyor, balon falan alıyor seviniyor. Çizme bile aldık, hem de "anne çizmesi" değil. Var öyle sıkıcı şeyler. Düz, tatsız, renksiz, ışıksız. Biz şahane bir şey aldık. Hem ben konversler, catlerle yürüyebildiğim kadar ince topuklarla da şahane yürürüm dimi sevgilim? Hani Çınaraltındaki gün gibi, o uzun, dik, arnavut kaldırımlı yokuşta hoplaya zıplaya yürüdüğüm gibi. :)

Hayatımız tepetaklak bu aralar, bir şeyler değişiyor, benim kıpırdayacak halim yok bazen ama ayak uydurmaya çalışıyorum. Uydurabiliyorum da galiba. Sıfırdan başlamak hep iyidir ve iyi gelir. Evet yaptım biliyorum. Ama öyle bir dönem ki; bittikten sonra sadece bu süre içinde yanımızda olanlara yer kalacak hayatımızda.

*Bir de; imkansızı istemek olacak biliyorum ama, bir önceki postuma o öfke dolu yorumu yazan zeka ve sevgi yoksununa, akıl fikir, izan ve kendine ait bir hayat, kompleksten uzak bir kişilik, dahası çeşitli meşguliyetler diliyorum.

Bu arada; markette "bebeğin ablasısınız herhalde" diyen teyzeye kucak kucak sevgiler :) Yaşımı göstermem hiç :)Öyle bir gururla "hayır annesiyim" dedim ki, hehe.

Bizimki sahiden büyük aşk :)