Bu Evimde Çok Gökyüzü Var


Evim çatı katında.


Deniz görüyor. Penceremin kenarına oturdum şimdi, elimde kahve. O çok sevdiğim takımlarla hani. Kahve yudumluyorum. Gözlerimde önce pencere önü mor menekşelerimiz, sonra deniz.


Rengarenk perdelerim var benim. Yürürken tıkırdayan yerlerim.


Başımı koyduğum bir omuz var sonra.


Burası benim evim.


Sevgili okuyucu,


Bütün masalı baştan yazmak isterdim. Nasıl tanıştığımızı, onun kararlılığını, benim inadımı anlatmak isterdim. Nikaha geciktiğinde nasıl da korktuğumu, gene de kahkahalarımın gelin bekleme odasının duvarlarında nasıl çınladığını anlatmak isterdim.


Ben bilmezdim bütün bunları. Sabah erken kalkıp kahvaltı hazırlamayı, akşam beraber tv izlemenin mutluluğunu, zil çalınca koşarak gidip açmayı.


Ne kadar uzakmışım meğer, tedirgin olmadan uyumaktan. Huzurlu ve sakin olmaktan.


Hoplaya zıplaya giden bir gelin oldum ben. Şimdiye kadar klişe bulduğum şeyleri ardı ardına yapıyorum. Birazdan çamaşırlar asılacak misal, akşama da ne pişirsem diyorum.


Herkes bilsin istedim;


ben ev-len-dim!


'Sözlerime gülecek kadar yakınıma hoş geldin

ne yakınmış meğer, aşk yüzünü güldürsün

kocadığında dedikleri gün!

Aynalara yeniden hevesim geldi,

güldürdüğün yüzümü göresim geldi!

Pek sevindirdin de ben,

bıraktım dünyanın işini bu dünyaya:

Kutsal bir işim var dedim,

Tanrının sevdiği bir iş: Seni sevmektir görevim.'


Haydar Ergülen

Bugündü, Çınaraltı'ydı.

Hep içinizde saklamak isteyeceğiniz günlerden yaşadınız mı?

Hani canınız sıkıldığında mesela olmak istemediğiniz bir yerde bulduğunuzda kendinizi, cebinizden çıkarıp oynadığınız bir anınız oldu mu?

Ya da hayatın öylece duruverdiği anlardan var mı sandığınızda?Ne gitmek, ne kalmak istersiniz hani. Bütün istediğiniz, o andan ibaret bir hayat. Tüm dünya o durduğunuz yer kadar kalır.Öyle günlerden biriydi, bugün.

Telaşlı yürümek, yağmur yağdıracak gibi bulutlar, sonra aralarından göz kırpan güneş, muzur ve de haylaz. İçine Nisan kaçmış bir Kasım, bahar kaçmış bir kış.

Bugündü. Çengelköy’de, Çınaraltı’ydı. Manzara gören sandalyeye ben oturdum. Öyle keyifliydi her şey, keyiften ölünürdü.

Hem kalabalıktı… İnsanlar, gazete okuyanlar, yalnız başına manzarayı seyre dalanlar, sevgililer… Hem de tenha. İnsana kendini bir başına hissettirebilecek kadar, oturduğu yerden denize baktığında. İç seslerinizi dinlemek için de gelebilirsiniz buraya, onları duymak istemez olduğunuzda, denize kulak vermek için de. Gözlerimi kırpıştırarak güneşe, etrafıma bakıyorum. Kediler…

Sonra, kollarını denize uzatmış çınar. Sadece iki adım ötesindeki, ayakucundaki denizi kucaklayamayan. Kendimi ona benzetiyorum çok kısa bir an. Olmak istediğin -ve-yani- ait olduğun yerde değilsen, kökler ne işe yarar? Ceza mıdırlar? Uzanmaya çalıştıkça, canından can kopar gibi hissederken. Belki de o karşı yakaya ulaşa yazmışken ağaç kesilmiş bir âşıktır. Kolları güçlü ama -ne fayda - ulaşamazken istediğine, sımsıkı sarılamazken. Yo hayır, ben ona benzemiyorum.

Şanslıyım, denizde yüzen balık, çınarın kollarında gezinen kediler kadar. “Daldın gittin yine…” diyor yanımdaki kendime geliyorum, “Bir çay daha söylesek mi…?”

Çay içtik, konuştuk, güldük. Kışı, güneşi, yağmuru, simitin susamlarını kucağımıza döktük.Sonra yürüdük, yokuş yukarı. Sokaklar, evler, tanıdık ama çıkartamadık. Bir yandan kaybolur gibi hissederek, bir yandan bularak kaybettiklerimizi, hangisini yaşamaktayız anlamadan, yokuş yukarı çıktık.

Güzeldi.