hamilelik günlüğü

Geçtiğimiz haftasonuna, bir kaç kitap sığdırdım, bir tanesi de, Ece Arar-Ece'nin Hamilelik Günlüğü'ydü.

Bir kitap bu kadar sürükleyici ve içten nasıl olabilir?

Abartısız, sahici, yalın, sade. Edebiyatçının anne olması mevzunun üstüne bir kitap yazabilecek kibirdeki elifşafak'la kıyaslandığında özellikle, müthiş mütevazi. Bilge bir kahramandan farksız. Ve tek kelimeyle "müjdeleyici" bir kitap. Bu kadar basit işte, abartılacak bir şey yok diyen bir kitap.

Ardından benzer bir kitap daha okudum, sonra benzer bir tane daha. Merak ettim sadece, yo hayır hamile falan değilim. Ama nasıl desem, bir çok ortak özelliğe sahip farklı bir tür gibiler. Çok değişikler. Bir yandan da birbirlerinden oldukça farklı her biri. Hani orta dünyaya sarar, okur da okursunuz ya bir süre. Öyle bir şey. Sırf etrafınızdakileri anlamak için bile okunmalı. Devam kitabı niteliğindeki, Bebeğimin İlk Yılını okumaya başlamadım tabi henüz.



Sevgili yazara, kitabı için, imzaladığı için ve de dünyamda bir pencere daha açtığı için yüzbinmilyon teşekkür ederim.

teknolocik

Yazı eşliğinde dinlenmesi için youtubedan geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=e28f46JX-v0&feature=related


Torrenti daha yeni keşfettim ve direk o napster günlerindeki sevincimi hatırladım. Dial upla bşy indirmenin dayanılmaz yavaşlığı:) İndirdiklerimi dinleyebilmek için, harçlık biriktirip mp3 de çalabilen bir cd player almıştım o yıl, sony, ve o zaman tek bir model vardı bu özelliğe sahip. Okul için araştırma yapmam gerektiğinde, sayfaları açıp sonra bağlantıyı kopartıyor, çevirimdışı okuyordum hepsini, fatura kabarmasın diye. 85 yaşındaki dedeme, okulumu ve nasıl bağlantı kurduğumu anlatmam ne kadar zor olmuştu o dönem. Ha sonra, neydi o telefonun meşgul olma sorunu? Dehşeeet! Ayrı bir hattımız yoktu ve adım çıkmıştı "telefon meşgul yine internette kesin" diye. Ki öyleydim:) O bağlantı sesini hepimiz ezbere biliyorduk. "Düşmek", "kopmak" gibi şeyler vardı hem:)

Ne bileyim düşündükçe gülüyorum, binlerce komik anı sayabiliriz, araç telefonları bile ne kadar mucizevi bir şeydi. Sonra, digital fotoğraf makineleri, sonra ipodlar, sonra neler neleeer! Yani eski oyunları, mario, volfied, bir sürü şey onları düşününce, ki onlar da yine commodorelara göre ileri ben de ancak yetiştiğim kadarını hatırlıyorum, bir de wii'yi düşününce insan şaşırıyor:) Ya da, disketlerle, şimdiki harici hard diskleri, ftp belleklerini yanyana koyunca. O zamanlar aldığımız bilgisayar dergilerinde okuyup "hayal olmalı bu kadarı" dediğimiz şeylerin bile ne kadar ilerisindeyiz.

Ne çok dergiye aboneydim ben mesela, büyük ihtimalle bizim çocuğumuz olduğunda böyle bir alışkanlık artık hiç kalmayacak:) Ne güzel bir alışkanlıktı oysa. İlkokulda her gün sınıfa gazete almaktan sorumlu olurdu birisi, düşünüyorum, bu eve haftasonuları dışında gazete girmedi, neden girsin ki okuyoruz zaten her şeyi saniyeler içinde. "Ayy aynı tadı vermiyor" desek de alışıyoruz, çünkü daha kolay, daha hızlı, daha rahat. Dünyanın çeşitli yerlerinden mektup arkadaşları da olacağını zannetmem çocuğumun, posta kutusuna bakma heyecanı, ülkeler arası minik hediyeler. Ne güzel bir şeydi.

Ben şanslı olduğumuzu düşünüyorum, yaşıtlarımın özellikle, bu geçişi yaşayabildiğimiz için, mektup arkadaşından e-posta'ya geçişi yaşadığımız için hiç değilse. Ama bizden sonrakiler bu tür cici anılardan hiç haberdar olamayacaklar muhtelemen. Kaset, apsyle göndermek, gazete kupürü biriktirmek -çok yapardım-, vhs kiralamak, şehirler arası telefonlardaki santral olayı, telefon jetonu -evet bu süperdi iner babamı arardık falan- anket defteri, walkmenin pili bitmesin diye kasedi kalemle başa sarmak, doğan kardeş, kütüphane üyeliği, telsizler -bunu sevgilim çok anlatır-, polaroid, şarj edilen pil, kumanda olmadığı için evin küçüğünün kanal değiştirmesi gibi birçok şeyi bilmeyecekler. Anlattığımızda da çok eski kafa bulacakları ve bizim de "ama o zamanlar başkaydı" diyeceğimiz kesin:)

Hele kendi işim söz konusu olduğunda, Tanya'nın (üstelik kendisi pek genç) Vhs, beta, daktilo anılarını düşünüyorum da, bugün artık cd'ye bile ihtiyacımız yok:) Birkaç yıl önce, sevgilim, kendi keşfettiği bir sistemle cep telefonundan msne bağlandığında, taaa nerelerde iletişim kurduğumuzda, hatta film izlediğinde herkes şaşırıyordu, "aaa nasıl yapıyorsuuun", şimdi ne kadar normal mesela. Yıllar önce kablosuz internet anlatıldığında hayal gibi geliyordu:) Veya ilerde film arşivi yapmanın anlamsız hale geleceği konuşulduğunda. Taşınırken manevi değeri olanların dışındaki tüm kasetleri attık, üstelik çok da antika değillerdi:)

Şimdi minicik bi' cihazdan, kablosuz internetle bunları yazarken, kimlerle tanışıp hayatıma ne çok şey katarken, ve neredeyse her şeyi, alışveriş, ev bulmak, hatta eşyalarını da almak, seyahat ayarlamaları, hatta az önce fatura ödemeleri, keyif, sohbet, hatta iş ve basit işlerden, hayat kurtarıcı olanlara kadar ve daha düşünemediğim ne çok şeyi internetten yapabilirken, bir kaç yıl sonra neler daha yapabileceğimizi düşünemiyorum. Ama çok merak ediyorum:)

Ben teknolojiyi çok seviyorum. Hoop alışveriş angaryasını ordan halletmeyi. Ne bileyim yemeksepeti mesela bence şahane bir şey:) Çok banelim evet:) Ben teknolojiyi çok seviyorum. Bütün nimetlerinden faydalanmayı da. Yeni oyuncaklara paralar dökmeyi de. Ne bileyim, daktilom hala var ve kullanırım zaman zaman, aldığım eğitimin ardından yine minik minik paraları biriktirerek edindiğim manuel makinemi canon eos'umu, zenit'imi hiç bir şeye değişmem mesela. O başka bir şey. Ama pıt pıt cebimde incecik bir makine hop hop her anıyı kaydediyorum, bu da ayrı şahane bir şey. Hele ki, bizim olduğumuz gibi, hem teknolojisiz yaşayabilecek, gerekirse bir anda vazgeçebilecek kadar ona bağımlı değilseniz şahane. Evet, tamam doğa, ağaçtan meyve toplayalım, organik olalım falan ama, ağacın altında otururken, hooop yazı yazabilirim, bşyler izleyebilirim, gazete okuyabilirim, müzik dinleyebilirim, ki bu bütün yapabileceklerimin içinde en basitleri, illa yeşilliğe bakarak düşüncelere dalmam gerekmiyor.

Üç gündür aralıksız bşyler indiriyorum, oh ne ala, bu torrent olayını ben yeni keşfettim ve çok sevdim.

Bu arada, 1kadın1erkek isimli dizinin bütün bölümlerini buldum, he he he! Gülmekten boğularak izliyorum.

Yaşasın sınırsız internet!

damlasakızı!

Geçtiğimiz haftalardaki yolculuklardan birinin ganimeti, damla sakızı macunu oldu! Kendisini, dilim patlayıncaya kadar yiyebilirim, kavanozun içine düşüp yüzebilirim, yutabilirim. İçine girdiği tatlıyı, kahveyi ayrı bir severim. Sabah aç karnına bir tatlı kaşığı dozuna çekebilmem büyük marifet.

Ve tabiii;

Ondan pek leziz dondurmalar yapmam daaa!

Oh leziz!

080609

Anadolu ateşi şahaneydi, açık havada daha da şahaneydi. Sahiden pek görkemli. Benim müzikli filmlere, oyunlara, müzikallere zaafım var zaten. Dolunay eşliğinde izlemek ayrı bir güzellikti.

Köy düğününe gelmiş hissiyle davranan, konuşan, yürüyen, aralıksız fotoğraf çeken ve alkışlayan izleyiciyi saymazsak. Anlamıyorum ya, özellikle sürekli çekim yapanları. Benim gibi bir anı toplayıcısının anlayamadığı, elbette ki fotoğraf çekmeleri değil, çekme biçimleri ve çektikleri şey. Fotoğrafı geçtim, hareketli görüntüleri ne yapıyorlar, eve gidip izliyorlar mı acaba? İyi de, buraya zaten izlemeye geldin, minicik bir kadraj veya ekrandan bakmak yerine kendi gözlerinle baksan ya, ki zaten artık sayısıztube'da benzer görüntüleri bulmak mümkün?! Gösterinin tadını çıkarmaya mı, görüntü almaya mı geldiklerini anlayamıyorum. Bir de çok mühim bir şey yaparmış, basından falanmış gibi ayağa kalkmaları, bazen sizi engellemeleri de ayrı bir olay.

Değişmeyen bir şeyse, iki haftadır sürekli sorunlarına denk geldiğimiz Beşiktaş belediyesi. Genel olarak izlenimim, zaten hakikaten şişirme bir belediyecilik yaptıkları. Her neyse, geçtiğimiz hafta, şampiyonluk kutlamaları nedeniyle trafiğin tam anlamıyla içine etmesi ve evimize gidecek tek yolu direk kapaması, otobüsleri bile almaması, oluşan kaosu sanki biz sebep olmuşuz gibi "beni ilgilendirmez bana buraya araba girmicek dendi, yassaaaah" tavrıyla düzenlemeye çalışması, "ne haliniz varsa görün" halleri saçma sapandı ve her yerde asılı beşiktaş kutlaması afişi yerine, bu tür sorunları çözmeye çalışması daha mantıklı göründü gözümüze, o sinirle her yerde ismail ünal fotoğrafları görmek de, takdir edersiniz ki pek sempatik değildi.

Bu haftaki mevzuysa şu ki, Turkcell Kuruçeşme Arena'nın zaten yeterince ödediğimiz konserlerine bir de otopark parası ödemek. Mekan süper tamam ama tam çıktığınız nokta bir felaket. Hani cem yılmaz'ın bir esprisi vardır ya, "tam meridyene denk gelmiş olmalıyım ki" şeklinde, aynen öyle bir basitlik. Otopark adı verilen boş engebeli ve kumlu sahada arabanızı bırakmak tam 20 ytl. Rezil olmanın bedeli paha biçilemez. Vale parking elbette ki yok. Ortalama 10-15 dakika, şuraya çek, burdan geç geyiğiyle meşgul ediliyorsunuz bir de ardından, "anahtarı bırak abi çekmemiz gerekebilir" diye seslenen ve arkanızdan "fişinizi alllıııın" diye bağıran adamları aşıp konser alanına ulaşıyorsunuz. Ama bitmiyor, konser çıkışı karman çorman bir ortamda, arabayı ta bilmem nerdeki ambarın en karanlık köşesine çekmiş olmaları, anahtarı dakikalarca bulamamaları da ayrı bir başarı.

Evet, bizim planımız denturlarla gitmekti, istanbul içinde arabaya karşıyız ve çok ihtiyacımız olmadıkça kullanmıyoruz, ama buluşmamız gereken insanlar vardı ve ne yazık ki lanet bi trafik ve otopark mafyasıyla şenlendi gecemiz.

Sonra cumartesi, akşam evden çıkmaca, hoop kızılkayalar, ya ben bayılıyorum bu hamburgere, yürü yürü, karar vereme, sonra yine o mekanda karar kıl, otur ve kalkama, müzikler sanki bizim playlistimizi buraya getirmişiz ya da istek yapıyormuşuz gibi, bir ara johnny be good çalarken kesinlikle zihnimizi okuduklarını hissettik, orada konuşarak, gülüşerek, müziklenerek geçirdik geceyi dört kişi, ta ki sabaha karşı olana dek.





Ve ben,
o şarkı çalarken, bağırarak eşlik ederken, kimse yokken, biz oracıkta dans ederken, saat gece yarısını çoktan geçmişken, aşktan çakır keyif gülerken, o karanlıkta,
bir kez daha aşık oldum sana.

oh be!

Seyahate giderken bile son dakikaya kadar kelimeleri ilmek ilmek örme halleri, severek, zevkle yapsan bile, zaman zaman yorucu.
Ama değdi mi,
değdi!
Şimdi dolapta yemyeşil leziz erikler,
Yarıda bırakılmış, okunmayı bekleyen şahane bir kitap,
Aylar sonra, ilk kez bir öğleden sonra, yetiştirilmesi gereken hiç bir şey olmadan,
Bir de akşama yıllardır merak edip fırsat bulamadığıma iki bilet...
Haftasonunu tamamen bana ayırmış bir sevgili,

Pek âlâ!

zencefil

Her mevsimin yağmuru başka kokuyor, bugün anladım ben. Yağmur beni hop açan güneşten bile daha çok mutlu eder. Dahası neşelendirir, hoppidik kız olurum.
Bugünkü, yazdı, taptazeydi ve daha önemlisi benim balkon bitkilerim şenlendi.
Yaseminim gelin gibi oldu, açıp duruyor, neşeli, mis gibi, şahane...
Sabah 7'de kalkan sevdiceğim, bayağı oynamış onlarla, domateslerdeki sorunu halletmiş, topraklarına bşyler yapmış falan. Botanik bir aile olduk.
Yağmur ve rüzgarla bütün kokular içeri doldu, zıp zıp zıpladım ben.

Ve en önemlisi, bize hediye edilen ve ismi bir türlü hatırlanamayan bitkinin adını, yağmurda kokunca bulabildik:

Zencefil!

yasemin kokulu balkon

Bitki alışverişimizi yaptık. Bol kahkaha ve curcunayla. Çok defa hapşırdık ve toprağa bulandık. Yaklaşık 600 defa "vitamin almamıza gerek olmadığına emin misin?", "Hayatım vitamin alsak mı?", "Alıyoruz mu vitamin?", "Vitaminsiz de büyürler mi?" sorularını tekrarlayarak sordum. Her soruşumda satıcı ve ayrıca hiper geveze çocuk, almamız konusunda heveslendirdi. Almadık ama. Sevgilim kesin ve netti. Gerek yokmuş çünkü.

Bir kere salatalıklarımız ve cherry domateslerimiz var artık. Kocaman bir saksıda. Balkon müthiş güneş alıyor. Kendilerini hem suluyorum, hem de sevgi ilgi gösterme ve şarkı söyleme seanslarını eksik etmiyorum. Onlarla salata yapacağım pazar kahvaltısını iple çekiyorum. :)) Kesip yemek için tavuk besliyor gibi hissettim kendimi bir an. Ya da hansel ve gretel'deki cadı kadın gibi:) Yok benimki daha masumca, dalından koparıp lüpletme isteği.

Sonra sevgilim, harika kokan yasemini, tellere minik minik dolamayı başardı. Ama nasıl güzel oldu nasıl. Daha ertesi gün açmaya başlayacak kadar şen şakrak bir bitki kendisi. Yerine alıştığına eminim. Balkon kapısı açık durdukça püfür püfür yasemin kokacağız.

Yolda gelirken, "listende var mıydı bu" diye, göz kırpacak kadar iyi bir sevgili... Onca kocaman şeyi eve getime çabasını da hiç saymıyorum:)

Haziran 1,
Pazartesi üstelik.
Hafif bir beslenme listesinde başlamak için daha güzel bir gün olamaz. Hadi bakalım:)

270509

Ben ölçülü sevmeyi beceremem. Yapamam. Arkadaşlarımı, yakınlarımı, dostlarımı da böyle ayarlanamamış, doğrusu bilerek ayarlanmamış dozlarda severim, sevdim. Bu yüzden yara aldığım da olur, ama aldırmam, ben böyleyim.

Sevgilimse hele söz konusu, bencilliğe kaçarım belki. O başka bir şeydir. Kuralları kalbimin koyduğu bir şeydir bu. Aşkın edebine göredir herşey. O benimdir, hep benim olsundur, kimse ona dokunamazdır, kimse üzemez, kimse yan bakamaz, kimse bir şey diyemez, aslankaplan olurum o zaman ben. Benden ayrı biri değil, benden daha çok bendir, canımdadır o. Daha ilişkimizin başlarında, belki geleceğe yön veren bir hareketti yaptığım ama çekinmedim hiç, o gitmeyi planladığı şehre "gitme" diyiverdim ben, cesaretle. "Gitme?" Gitme, çünkü seni burda yanımda istiyorum, hiç değilse şimdilik, ben peşine takılana dek. Ve o gitmedi.

Nerelere geldim. Bunun dışında bencil değilimdir. Müdahale etmem, mutluluklarını isterim ve bunu bütün kalbimle isterim. En radikal kararlarında bile desteklerim, gurur duyarım ve yanlarında olurum.

Duman için de benzer bir yol ayrımına geldik. Bu taşındığımız yeni evdeki mutsuzluğu, buraya alışamaması, burayı neredeyse hiç sevmemiş oluşunu uzaktan izledim ve "olsun benim yanımda ya" demeye çalıştım, ta ki bir noktaya dek. Mutsuzluğunu derinden hissettirene ve gözlerimin içine bakarak anlatana dek. Sonra "nolursa olsun yanımda olsun" anlamını yitirdi. Çünkü, o bir hayvan arkadaş, bir "pet" olduğundan çok, bir birey. O yüzden ona seçme şansı verdik, bir yakınımızın son derece korunaklı bahçesine bıraktık. Hiç de kolay olmadı tabi, ne karar vermesi ne de uygulaması. Ağladım, üzüldüm, özledim, içim acıdı, burkuldum. Ama hafifledi. Bütün günkü tek arkadaşım, gevezelik ettiğim, ne çok şeyime şahit, huysuz ve tatlı bir kadın. Ama tedirgin değilim, orada bakılıyor, karnı tok, sırtı pek, gittikçe görüyoruz ve çok mutlu görünüyor, bizimle gelmiyor, evini özlemiyor, bizi özlüyorsa bile, bunu giderdiğimizi düşünüyorum. Onunla geçirdiğim şahane 2 yılım, bir çok anım varsa cebimde neden üzüleyim, neden içim parçalansın ki? Sevginin bu türü bencil olamaz, olmamalı. Çok sevmek, tutsak etmek olmamalı. Zor olsa da, eksildikçe artabilecek kadar sevmek. Belki en iyi kedilerin bildiği bir şey.

Duman, orada mutlu ve o zaten dış dünya için antremanlı bir kedi, öyle "yetiştirdik". Şimdi hop hop oynuyor, baharın tadını çıkarıyor, kendi türünden canlılara yarenlik ediyor.

Bu yazıyı okuyacak ve olumsuz yorumlar yapacak sözde hayvanseverlerden, bir hayvanı sevmenin ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmelerini rica ediyorum. Onlar, en doğal hakkı olan doğurmayı da elinden almama kararımızı eleştirmişlerdi sahi.

senden dahaaa güzeeeel!

Yürüdük, ıslandık, ısındık, kuruduk, güneş çarptı, rüzgar vurdu, yürüdük, yürüdük, yürüdük, yürüdük. Deliler gibi güldük. Güneşte kedi gibi kıvrıldık, kitap okuduk. Açık havada beraber sereserpe çimlerde kitap okumaya bayılıyoruz. Yola çıkarken o kadar yorgun, o kadar uykusuzdum ki, bir an gitmekten vazgeçmeyi bile düşündüm. Gözlerim pörtlek, midem zıp zıp. Ama dinlenmek her zaman uyumak, yatmak değil iyi biliyorum. Farklı bir şey yapmak, bulunduğun yerden uzaklaşmak, yeşil ve mavi görmek daha iyi gelir hep.

Bu yolculuktan, içimde kalan en çok şey su sesi. Ama deniz değil. Göl ve minik akıntılar. Her birinin farklı şarkılar söylediğini bilmezdim ben. Bir minik, yolunu bulup akan derenin tam ortasına kim bilir nasıl yerleşmiş kocaman bi tahta parçasına oturup, tıngır mıngır sallanarak kitap okuduğumuz o an hafifledim, yorgunluklar suyla akıp gitti, yanımda getirdiğim arazlarım suyun yumuşattığı taşlar gibi berrak, suya boynunu büken bitkiler gibi uysal oldu sanki.

Bir teyze vardı sonra. Pembe'ymiş ismi. Pembe de bir başlık vardı başında, kendi örmüş olmalı. Topladığı kuşburnundan verdi bize. Masalını anlattı. 82 yaşında. En küçüğü 9 aylık 3 erkek çocuk yetim kalmış. Onlara bakmış çalışarak, hepsini büyütmüş, hala da çalışıyor. Çalışmayı anlattı, bir yandan ip eğerken. Müthiş neşeli, dinç, yaşam dolu ve çalışkan teyzeydi yolumuza çıkan. 82sinde ama hiç de ölümü beklemeyen. Yürürken hep o teyzeyi düşündüm. "Çok yakışıyorsunuz siz" deyişini bize kikir kikir.

Yapraklara bastık, uygun adım attık, mayıs ışığı gözümüze kaçtı, yağmuru ıslattı, rüzgarı nefes açtı. Şahaneydi.

Yolda bir de şarkı hediye etti bana sevgilim:
http://fizy.com/s/1494ua