super cuma!


*Dün sevdiceğim şehir dışındaydı. Ben son derece boynu bükük, solan çiçekler gibi:( Yataktan çıkmak istemedim sabah. Sonra evde durmak istemedim. Şanslıydım ki, stüdyo günüydü. İşimi çok seviyorum, iş yerimi daha çok seviyorum. Trafik sıfır, canavarlar tatile kaçmış olmalı. Hava ılık, yağmur yağdı yağacak. İş yeri, keyif, kayıtlar, kahve, bahçe keyfi, yepyeni projeler... Sonra geç vakitte çalan kapı, hop kavuştuk!

*Geçen cuma, yine açıkhavada, zuhal olcay bu kez... Yazmamışım. Ben "istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?"a ölüyorum. Bu kadar zarif, bu kadar şahane, bu kadar her şeyi özetleyen ve başka bir dilde karşılığı olmayan... Ve zuhal olcay'dan dinlemeye ayrıca bayılıyorum. Büyüyen, güzelleşen, her şarkıyı yakıştıran bir kadın. Dönerken motorda, dilime "yine aşk var" feci halde dolanmış, elimde çingene kızların dağıttığı güller, yanımda sevdiceğim... Keyiften ölebilirdim.

*Geçen sene dün: http://mormermaid.blogspot.com/2008/07/kadn.html




*Biz bugün tiyatro perisiyle müzikal çalışacağız. Seçmelere girecek:) Biricik enstürmanımla ona faydam olacağını düşünüyor.

*Lush'a bayıldığımı söylemiş miydim? Evet yaklaşık yüzbin kere belki. Ama şunları ayrıca ve özellikle seviyorum: http://www.lushturkey.com/banyo-urunleri/banyo-kopukleri/category.aspx?catid=0102


*Veee haftasonu:

Yol yol yol, deniz deniz, yepyeni yerler, fotoğraflar, mor köpükler, tam 3 gün! Hişt yağmur bulutları dağılın bakim!

Derhal en hafifinden bir çantana hazırlansın!

ayşe arman'a mektup

Sevgili Ayşe Arman,

Yazılarınızı zaman zaman okurum, kendi alanınızda, ki bu yediğini içtiğini anlatmak ve bir kaç ünlü isimle cüretkar bulduğunuz sorularla (örn: sevgilinizi seksi buluyor musunuz/çocuklardan sonra cinsel hayatınız ne yönde değişti?/ben bugün dubai gördüm, ya siz?) muhabbet etmek oluyor, başarılı olduğunuzu bile düşünürüm. Ama boyunuzdan büyük işlere kalkışmanız, hakikaten yüzünüze gözünüze bulaştırdığınız için komik oluyor. Daha deniz seki'yi düşünce suçlusuymuş da kitapları toplatılmış falan gibi yansıttığınız saçmalık dolusu kelimeleriniz yeni bitmişken, hop ucuna bir tane daha baş yapıt eklediniz.


Öncelikle, mahalle baskısı, house cafe'de olmaz zaten, benzer yerlerde de olmaz, parayı bastıranın içeri girebildiği yerler bunun yeri zaten değildir. Hangi kafe, para kazanacağı bir müşterisine "ikileyin" der, dalga mı geçiyorsunuz?

Ki, siz kim oluyorsunuz ki "bizim mahalle", "karşı mahalle" gibi bir ayırım yapabiliyorsunuz? Hangi akılla? Hangi cüretle? Bütün mevzunun zaten insanları çeşitli mahallelere bölmek olduğuna aymadınız mı hala? Dahası öyle bir ayırım söz konusu olacaksa, siz zaten mahallede değil, "residence"da falan yaşıyorsunuz:)

Araştırmanızın kapsamını geliştirmek adına sizden ricam, bir üniversite kapısı çalmayı deneyin... Ama nasıl olsun biliyor musunuz, böyle çok anlam yüklediğiniz hayalini kurduğunuz bir bölüm, öyle ki, başınızı açmaya razı olsanız bile kim olduğunuzu bildikleri için mülakatlarda zaten eleniverin... Hmm... Ya da şöyle diyelim, çok ihtiyaç duyduğunuz bir şirketten şöyle bir cevap gelsin size, "cvniz yeterli, tam aradığımız kişisiniz fakat...", o iş, o sırada sahiden ihtiyaç duyduğunuz bir iş olsun hem. Veya yine cv yolladığınız bir şirketten onay gelince "ben size fotoğraflı cv mi yollamıştım?" diye sorma gereği duyun... Çekinerek. Çünkü siz görüntünüzle değerlendiriliyorsunuz.

Sizin "bez parçası" dediğiniz şey, bazı insanlar için değerli olabilir, kelimelerinizi seçerken biraz daha dikkat. İslami hayat tarzına uygun yaşamak, başörtülü sokaklarda dolanmak fink atmak falan olmuyor diye biliyorum. Tek yönlü bir şey değil, sizin gibi imajlarla oluşan bir şey değil. Nasıl iyi anne olmak, kızının adını dövme olarak yazdırmak değilse... Harama helale, hak ve hukuka dikkat etmek, doğru insan olmak, güvenilir, ahlaklı olmak anlamına da geliyor. O "bez parçası" dediğiniz şey bunların çooooook ama çoook küçük bir yönü.

Başörtüsü for dummies olarak maddelediğiniz, yok kulağım kapanıyor, yok duyamıyorum falan filan oldukça cahilce bir yaklaşım. Kastedilen asıl örtü edep. Ve anladığım kadarıyla bu sizden oldukça uzak bir kavram. Kafanıza doladığınız her hangi bir örtü bu işi görürdü. Konuyu bu kadar büyütmeye gerek yok.

Aslında çok basit bir şey. Sadece bir kişisel tercih. Ne bileyim, kurşun döktürmeye inanmak gibi, dua etmek gibi, saç rengini değiştirmek gibi, alkol almak gibi, sigara kullanmamak gibi, rejim yapmak gibi. Hayattaki bir milyon tercihten sadece biri. Bu kadar keskin sınırlar o kadar kırıcı ki.

"Onlar gibi giyindim ve şimdi anlayacağım."Ah kraliçe hazretleri halka indi! Kaplumbağaları da çok severmiş hem. Acıyormuş veya onlar adına üzülüyormuş gibi yaparak inceden dalga geçmeniz o kadar zavallı ki. Şükür ki merak ve inceleme konunuz başörtülüler, ne bileyim, eşcinsellerin çektiği zorluk, bir engellinin günlük hayatı, dilencilerin gün boyu kazandığı para, çöpten yiyecek arayan insanların beslenme biçimleri, fahişelerin iş yaşamı, bir kot işçisinin kariyer planması, doğu'da törelerde sıkışmış kadınlar, düğün sonrası kapısında bekleyecekleri düşünmekte olan bir gelin, çocuk yurtlarındaki çocukların durumu falan gibi bir çok konu da olabilirdi ve en gerzekçe metodu seçerek yaptığınız araştırmanızın bedelleri de pek ağır olabilirdi.

Sizin o gezdiğiniz yerler, zengin veya iktidarla sonradan zenginleşmiş bir adamla evli bir kadının veya o tür bir babanın kızının yaşamı. Nasıl açık (bu ifade kaba ama daha iyisini bulamadım) bir kadının yaşamı, bilmem hangi iş adamını kapatması olan mankeninkiyle değerlendirilemiyorsa işte öyle. Bu ülkedeki bütün kadınlar sizin gibi yaşamıyor. Çalışıyorlar, emeklerinin karşılığını göremeyebiliyorlar, dayak yiyebiliyorlar, zengin bir koca bulup hayatlarını garantiye alma dışında amaçlara sahip olabiliyorlar, tutkuyla arzuladıkları tek şey kırmızı bir ayakkabı veya 40 yaşında seksi fotoğraflar çektirmek olmayabiliyor.

Reina'ya girmekte ne var ki? Parayı bastırdığınız müddetçe özgürsünüz zaten o tür mekanlarda. Ayrıca bir başörtülü reina'ya girseee noluuur girmese nolur? Sonradan edinilmiş paranın görgüsüzlüğüyle o alışveriş merkezi senin bu beymen benim, sizin tabirinizle "allah ne verdiyse" gezmek değil o insanların yaşamı. Kimsenin değil hatta. Bunu kafanıza sokun.

Haşemaymış. O kabus astronot kıyafeti bile icad etmeleri ne kadar acı bunu bir düşünseniz ya? Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede, denize girebilecekleri bir tek yer yok? İnsan illa sizin deyiminizle; "kapalı" olmasa da, kimseye görünmeden yüzmek isteyebilir. Ayrıca bu da büyük bir mahrumiyet değildir, tamam bence de seçimleri bu yöndeyse girmeyiversinler denize, ama onlarla özdeşlik kurmaya çalışmanın yolu haşemayla yüzmek olmasa gerek! Onunla ilgili yorumu, gazetecilik dehası sizinkine denk ahmet hakan, çok daha önce yapmıştı malumunuz.

Ne bileyim daha güzel örnekler yaşayabilirdiniz mesela. Kuaföre gitseydiniz ya Ayşe hanım. "Ay saçların ne güzel niye kapatıyorsun kiii?", "peki böyle yaptırdın sen şimdi, kim görecek ki?" Hani Fatih'teki bir güzellik salonunu kastetmiyorum ben. "Aslında normal bir kuaför gibi..." derken? Ay bak seen, ağda falan da yaptırıyorlar ne kadar da şaşırtıcı?! İnanmıyorum manikürden falan haberleri var mı sahiden? Kel değiller mi gerçekten? Ya siz inançlı birinin gidip başörtüsüne model yaptırabileceğini mi zannediyorsunuz?

Sizin hakikaten bir zeka özrünüz falan mı var, yoksa dünyayı dubai'de minik bir mahalleden ibaret veya nişantaşında bir planetten müteşekkil mi zannediyorsunuz? Kendisi başörtülü olmasa da, burada çoğu insanın başörtülü bir komşu/arkadaş/ahbap/eş dost falanı vardır ve bu denli zevzek soruları yalnızca sizin gibi, ülkesine, meselelerine ve insanlarına uzaktan bakanlar utanmadan sorabilir.

Bir devlet dairesinde işlem yaptırmaya çalışın, ya da -herkesin adını tahmin edeceği- bir bankada sorun yaşayın. Size "böceksin sen" diye bakan bakışları üzerinizde hissedin. Otobüse binerken yanlışlıkla birinin sırasını kaptığınızda, "şuna baaaak bir de başörtülü olacaaak" falan diye bir hakaret işitseniz ve bütün gözler size çevrilse "cık cık cık şuna bak"... Ya da sokakta ilk kez gördüğünüz birinin bile en doğal hakkıymış gibi "evli misin, annen mi kapalı, baban mı zorladı, kocan mı kapattı, eee namaz da kılıyor musun, sıcakta zor olmuyor mu, ne mezunusun peki, eğitim şart!" gibi kelimenin tam anlamıyla gerzekçe ve sonu gelmeyen sorularına maruz kalsanız... Kokoş ablaların, gözlerinin devirerek "ne varsa bu kapalılarda var zateeeen" dedikten sonra, "yok sen hariç canım sen modern kapalısın", "hem bizim lafımız o simgeleştirenleree" demelerine ağzınız yerine başka bir organınızla gülseniz, insanlar "bizim ananelerimiz de kapalı", "babam hacı benim zaten" diye saçma sapan geyikleri duyabileceğiniz şekilde söyleseler... Bir alışveriş merkezinde aldığınız şık iç çamaşırlarının ödemesini yaparken arkanızdaki kadının "bu tür şeyleri de nerde giyiyosa bunlar?" diye söylendiğini işitseniz... Herhangi bir kültürel aktivite bilet kuyruğunda, "bunların ne işi var burda ya" diye püfleyen bir genci duysanız... "Neden kapalısın?" Çirkin ördek yavrusu gibi, incelenmesi gereken bir canlı gibi. Devamı gelir "evde açık mısın?" "peki kocanın yanında, peki babanın, peki dayının... bla bla bla bla..." Ya da acıyanlar mesela daha da şendir onlar... "Ah ben çok üzülüyorum sizi okullara almamalarına..." Bunda üzülecek bir şey yok ki. Yaşadığın ülkenin kurallarına uymakla, inançlı bir insanın sorunu olamaz ki. Akıntıya kürek çekmek. Saçma sapan çırpınmak.

İsmailağa'da mini etek, sarı saç ve topukluyla gezmek elbette ki dikkat çeker. Her yerde çeker, bebek'te de, ortaköy'de de... İnsan doğası bu. Ki orada yaşayan insanlar, 28 şubat'a kadar evlerine televizyon dahi sokmayan insanlardı, aborjinlere bilgisayar götürmüşsünüz de dikkatlerini çekmesini yadırgıyorsunuz. Dünya tarihine birazcık göz atsanız, giyinmenin çok eski soyunmanınsa son yüzyılda gelişen bir şey olduğunu görürsünüz, mesele dinle veya bizim kültürümüzle falan ilgili değil sadece. "Sen açık giyersen bakarlar tabiii" demiyorum, doğru değil, olmaması gerekir ama orda ve bir çok yerde işler böyle diyorum.

Bir çok şeyi onaylamayabilirsiniz, yapmacık halleri, "ibadet ediyorum" cümlesini alnına yapıştırıp gezenleri, bunun yanına bir de "ben senden üstünüm"ü ekleyenleri, iktidardakileri, onların temsil ettiklerini, devlet erkanındaki başörtülü eşleri, dini suistimal edenleri, dini kullanarak servetine servet katanları, ayırımcılık yapanları... Bu davranışlar zaten "kötü insan" davranışı, dinle bir ilgisi yok, her türü her yerde, her inançta bulunuyor bu gibiler.

Katılın, veya katılmayın, kadınlar bunu kendine neden yapıyor diye düşünün, doğru bulmayın, inanmayın, delilik olarak görün, bunların hiç biri sorun değil, çünkü yeryüzünde bulunan insan sayısı kadar inanç şekli var...


Ama bunlardan herhangi biriyle dalga geçme hakkı kimsede yok.


Saygılar.

Bir okurunuz.



her şey sensin!




"... koydum sevinçlerimi önüme/baktım hepsi sensin..."
ilk yaz. keman sesi. ne kadar tatlı keman... ne güzel bir gün, neşeli yaz, parlak güneş. uzun bir yol önümüzde, pırıl pırıl. sahi ne diyor bu şarkı? bu kadarcık işte. hepsi. avucumdaki her şey. "özenle ne yapıyorsam, bilirsin artık senindir" diyen şiiri anımsıyorum.

"... yazdığım şiirlerin her hecesi/üzüldüğüm tüm filmler..."

cam açık. arabanın arka koltuğunda, yanyana. rüzgar ne güzel çarpıyor yüzüme, böyle gittiğimiz sürece, nereye gittiğimizin hiç bir önemi kalmıyor, onun yüzü ne kadar güzel bu ışıkta, sonra filmler... bir sürü film, mutsuz sonlarına ağladığım ne çok film, inanmazdım ya ben mutlu sonlara hani...

"... yıpranmamış hayatlar büyük hüzünler bekler/her işte bir hayır, bu işte hepsi sensin..."

hah işte. budur. ne çok tesadüf, ne çok yol gidilen, bir sürü tercih hepsi aşktan yana kullanılan. aksi olamaz ki hem gözükara bir kıza yakışan. işte. hepsi.

"... şimdi senden vaz mı geçmeli?/masal olup yola devam mı etmeli?"

hayır. korktuklarımı geride bıraktım ben, vazgeçmemeye söz verdim, ilk kez. ilk defa. ağlayasım geliyor şimdi, yaylılar coşarken...

"... ben kalpten sorumlu, aşka sorunluydum/anladım her şey sensin..."

her şey sensin. ne güzel bir cümle bu. "anladım her şey sensin" işte tam da böyle hissediyorum ben...

/

Geçen gece, kuruçeşmede, bir yanımda deniz, harika bir yaz akşamında, sevgilime sıklıkla geçen uçakları işaret edip tahmin yaptırırken, bu şarkıyı söylerken, bunları hatırladım hep. Sadece bu şarkıyı dinlemek için veya yalnızca güneşi orda batırmak için dahi gidilmeye değer bir konserdi. Açık havada müzik dinlemek ne keyif... Sonra bir kaç tanıdık şarkı daha, gitar, hooop ışıklar, bir sürü insanın aynı anda eşlik ettiği notalar, "bu çocuk; bir bank, bir sokak lambası ve bir de gitarla daha kendisi gibi olmaz mı sence de?" diye sormak, muhtemelen kendi seçmediği danslara, imaja, küçükkenandoğulu kostümüne rağmen cici bulmak, deniz yolculuğunun zevki, eve çakır keyif dönüş...


ateba


Canım tiyatro perim bizdeydi. Hooop artık vejeteryan olmayışının şerefine, malzeme kısıtlaması olmayan pizza! Zor bir şey olduğunu düşünerek "hamuru da kendin mi yapıyorsuuuun?" hayranlığı:) Cebinden çıkan tarot kartları pek fiyakalı, ağzından dökülenler çok havalı. Saçının renginden, diplerine eklemekse şahane. Mortingen efendinin, boya konusunda bile yardımcı olacak kadar çok bilmişliği şirin:) "Ne marka ki bu" diye başlayan yorumları ve yer yer müdahaleleri beni benden aldı.


Ve gecenin bombası: Ateba!
Artık benim de var, o yaptı hem! Kendisininki tam deli kızın çeyizi, boncuklar bilmem neler, dilek ağacı zannedilebilir, benimki daha sade, rengarenk...

İşte böyle!



ayınbiri




Yanımda çok sevdiğim bir arkadaşım,
önce deniz kenarında kallavi bir kahvaltı, kızarmış ekmekler, gelecek planları, hayaller, düşünceler, gazeteler...
Sonra; güneşli bir bahçe.
Üç anahtar elimde...
Bir sana, iki bana...
Üçü de ikimize...
Sonra mumlar...
İki tane.

İki kapı, iki mum, iki dilek, iki kişi.

Sonra bir sürü başka mum, irili ufaklı, evdeki şişelerin omuzlarından akacak...
Onları yaktıkça, eridikçe o güzel geceden kalma camların üzerinden,
ben yine o ateşe aşık pervaneler kadar deli,
bugünü hatırlayacağım...
Ve bileceğim, kimselerin bilmediği gibi,
dünyada mucize diye bir şey kesinlikle var ve hiç de uzakta değil,
dilekler gerçekleşmek için var, hayaller ulaşılsın diye...


gergedan

Bütün hafta, dikkatlice hafif şeyler yedikten, yavaş yavaş azalan o ağrıları çektikten, en az konuşma ve yutkunma aktivitesi yaptıktan ve ilaçlarımı lüp lüp yuttuktan sonra, nihayet yarın ağzımda beslediğim gergedandan ayrılıyorum.

Tavsiyeler için herkese ve uzun mektubu için M.'ye teşekkür ederim, önerilerinin hepsini not ettim.

La la la la la la..!

öeeeeh!






Düğün şahane, ankara şahane, teras müthiş, anıtkabir ve ankara kalesi manzarası eşliğinde, hakkaten bütün şehir ayaklarının altında muhabbet inanılmaz keyifli, geniş sokaklarda yürümek yürümek, wireless sayesinde ofisle online olabilmek harika, ankara'ya özgü yegane şey; çiftlik dondurması leziz, düğünde ağlamamayı başarmam takdire şayan, sevgilimin en yakın arkadaşının geçirdiği operasyon sonrası yanında olabilmek mutluluk verici. Karasal iklim ne anlama geliyor tecrübe ettim, gece ve gündüz ısı farkını hakkaten anladım. Toz toz toz. Çöl gibi bir şey. Sanki o şehirde ufuk çizgisi yok. Ufuk çizgisi dendiğinde, denizle gökyüzünü anlıyormuşum ben sadece meğer. Rüya gibi güzeldi herşey. Keyiften ölünebilecek haller. :)

Fakat son günümüz sanki bir şaka gibiydi.

Önce benim sol elim şişti, balon oldu. Evet, böyle bir alerjik reaksiyon söz konusu ama neyden kaynaklandığını tam olarak bilemiyorum. Çocukluğumdan beri olur. Ama bu seferki tam bir şölen gibiydi ve saatler sürdü, kaşınma arttıkça arttı ve en son hayatımda ilk defa yüzüğümü bile çıkarmak zorunda kaldım çünkü kırılacak gibi geldi.

Sonra sevgilim tahmin edilemeyecek kadar korkunç bir şekilde üşüttü. Mide, böbrek, kusma, sabahlama şeklinde bir gece geçirdik. Ne kadar kötüydü anlatamam, korkudan ölebilirdim.

Sabaha doğru artık iyileşmişti, ilaçlar, müthiş şifalı bir bal, nane limon desteği... Kahvaltıda, Ankara'ya nazır terasta, güneşe rağmen, hırkayla oturdu ve yediklerini midesinde tutabildi. Sevinçle güleyim derken, gülemediğimi hatta bir şey yemek için bile ağzımı açamadığımı farkettim. Bademciklerim mi ağrıyor, -ki bademciğim yok benim-, kulağıma bile gidiyor ağrısı derken, yok efendim 20lik diş denen meretmiş meğer. Ama nasıl bir şey, kafamı duvara vurmak istiyorum, ağlamak istiyorum, böyle sabırla ifadesiz bir şekilde oturuyorum. Arkadaşımızın ablası hemşire ve kardeşine destek olmak amacıyla orda bulunuyordu ve Pazar günü 5 gibi hep beraber dönecektik. En son öğlen kızcağızın elinde tepsi, bana çorba ve ağrı kesici, sevgilime nane limon, kardeşine pansuman servisi yaptığı bir an vardı ki, kendi halimize gülmeye başladık. Sevgilime kalsa uçakla dönecektik ama ben çok pratiktim, zaten yol 5 saatti, uçağa ne gerek vardı, alandan eve döneceğimiz süreyle otobüs eşit olacaktı, yeni otobüsler zaten çok konforluydu derken, dondurma servisi yapan şirkette yer olmayınca başka bir yerden aldık. Yanımızda bir sürü ilaç desteği. Zor dayanıyorum falan. Oh evim evim diyeceğim. Bir yandan dalga geçiyoruz çünkü gidiş yolculuğumuz ayrı bir komediydi. Neyse, arada 1kadın1erkek izliyoruz, kahkahadan patlıyoruz, çevirilerimin son kontrollerini tamamlıyorum, indirdiğim e-kitapları okuyarak vakit geçiriyorum derken yine ağrı azıttı, ilaç aldım uyumaya çalışırken bir gümbürtüyle uyandım ki, otobüsümüz 2 saattir bulunduğumuz köprü girişinde, öndeki araca toslamış. Hızının 20 km bile olmadığı düşünülürse bu da bir başarı tabii. Hadi bakalım, kabus bitmedi. Orda beklemek, beklemek, beklemek, otobüs teyzelerinin hepsini bir anda ceo kesilmesi, sanki bütün işleri aksayacak gibi telefonlar etmesi, basit bir kaza raporu için şahit arandığında tıss diye bir sessizlik, insanların acayipliğine sinirlenmek ve söylenmek, sonra başka bir araca aktarılmak ve sabaha karşı nihayet eve dönebilmek.

Şu an konuşamıyorum, bşy yemek bile ölüm gibi, ağzımı en fazla yarım santim aralayabiliyorum, sürekli ağrı kesici alıyorum. Doktorumdan az önce döndüm, Cuma günü 11de minik olduğunu düşünmek istediğim bir ameliyatla alınacak diş. Kendisi yapamayacak bir cerrah gerekiyormuş ama orada bulunacak ki bu da oldukça rahatlatıcı. Tedirgin miyim? Evet, oldukça. Korkuyor muyum? Eh, bir miktar. Ama doktor "açık kalp ameliyatı yapcaz hadi" dese o an, "tamam nereye uzanayım?" derdim, öyle bir ağrı. Kafana beton dökmüşler gibi, sinüzitten bile beter bir şey.

Nihayet evdeyiz ya, şükür.


dondurmadelisidenizkızı

S.'ye...







Cânım yârenim,

Şimdi ben çanta hazırlıyorum ya, hani biz ankara’ya geliyoruz ya, içim pır pır, çünkü sen evleniyorsun. Benim biricik sırdaşım, arkadaşım evleniyor. Ve ben, sevdiğim adamla dans edeceğim senin düğününde. Bu mucize değildir de nedir?

Çok mutluyum senin için, ne kadar bilemezsin. Hayatının aşkını bulduğun için. Heyecanına bu denli katıldığım kimse olmamıştı benim. Diyorum ya, ben anlamazdım düğünde, kınada ağlayanları, şimdi böyle ağlaya ağlaya dua ederken senin için anlıyorum.

Az şey mi? Birbirimizi büyüttük biz, öyle değil mi? Ne çok şey paylaştık yıllardır. O denizi olmayan kentin tek güzel yanı sen oldun zihnimde. Biri ankara dedi mi, ilk aklıma gelen. Ta oralardan, beni düşünen, yanımda olan, bazen ablam, bazen küçük kardeşim zannettiğim.

Dilerim, benim kadar mutlu olursun. Daha iyi bir dua bulamıyorum ben. Daha güzelini bilemiyorum. Her gün, “iyi ki” derken. Dilerim, her gün böyle hep artarak, hiç eksilmeden. Aynı adama binlerce defa yeniden âşık olacak sevgiyi bulursun onun gözlerinde, ve âşık edecek sevgiyi, kendi kalbinde dilerim. Benim gibi. Kelimelerin sihrine inanan birinin yapacağını yaptım ben en kısa sürede biliyorsun, kocaman bir tek yastık yaptırmıştım, hala onunla uyuruz. Dilerim, o masallardaki gibi, sonsuza dek mutlu mutlu yaşarsınız ve tek yastıkta kocarsınız. Happily ever after!

Ve dilerim, yıllar boyu, yıldönümlerinde, kutlamalarda, 25inci, 50inci yıllarda, doğumlarda, çocukların (lar?) mezuniyetlerinde, kucağımızda battaniye, takma dişlerle oluncaya dek, ve sonrasında da, dostluğumuz sürer. Böyle sevgiyle, çıkarsız, dostlukla el ele oluruz, yine, şimdiki gibi.

Eminim ne heyecanlısın, midende kelebekler, zıplama isteği bir yanda, sevinçten, bir yandan ağlayıp durma hali. Kolay değil, yaşanabilecek en büyük değişikliğin tedirginliği var ve kavuşma heyecanı. Ne kadar planlı gibi görünse de, aniden:) Hepsi durulacak, güzelleşecek inan bana, hatta sen bunları okurken oldu bile:)

Yavaş yavaş o telaş bitecek, işler rayına oturacak, koşturmacada verdiğin kiloları keyiften ve huzurdan alıvereceksin kısa sürede.

Sonra, uzun kahvaltılar, bitimsiz sabah mahmurlukları, özenli akşam yemekleri, gün içi özlemler, kimsenin bilmediği bir sırrı bilir gibi gülümseme bütün gün yüzünde, yeni bir ev, yepyeni yastıklar, bir yastıkta kocama dileği, kendi tarihini yaratma, kendi geleneklerini oluşturma heyecanı, yemekler, listeler, menüler, her yeni tarifte aya gitmişçesine bir başarı hissi, misafirler, ortak arkadaşlar, meraklı gözler, sonsuz bir kalabalığa karışma isteği, diğer yanda dünyanın sonuna kadar böylece baş başa kalma ve kıyameti böyle elin onun elindeyken karşılama arzusu, battaniye altında izlenen filmler, edinilen ortak hobiler, sırf o seviyor diye eşlik edilen oyunlar, maçlar, sırf sen üzülme diye kötü pişmiş bir yemeğin bile en leziz yemekmiş yenmesi, kütüphaneye eklenmek üzere birlikte seçilen kitaplar, büyüklerin yanında kaçamak öpücükler, gece vakti anlamsız isteklerde bile dışarı fırlayan bir adam, o adamın rahatı için saatlerini harcayan bir sen, hayatı bir diğeri için zevkle kolaylaştırma, öpüşme sarılma molalarıyla taçlanan yürüyüşler, kalbinin artık mutmain oluşu, parmağında taşıdığın bir sahiplik, adının yanında gururla taşıdığın bir soyadı ki sence muhakkak en harikası, görünüşüne, sağlığına şu ana kadar olduğundan çok daha fazla değer verme ve önemseme, nedeni basit; sen bu dünyada biri için “dünya” demeksin artık ve yaşamın ta kendisisin, yolda gördüğün yaşlı çiftlere hayranlık ve sevgiyle bakma, onunla buruşmak ve lavaboda takma dişlerini hayal etme halleri, bildiğin bütün şiirleri yeniden ezberleme, bütün gördüklerine yeniden bakma, “ne olursa olsun evlilik çok başka bir şey” diyenleri nihayet anlama, ve belki en çok anneni, hatta ananeni artık anlama, sakin bir denizde rota kaygısı olmadan yüzme, geminin kaptanına sonsuz güven duyma, dünyanın iki kişilik kaldığı duygusu…

Kim bilir neler hissedeceksin gelinlik üzerindeyken, kim bilir neler geçecek aklından dans ederken, gülümserken, “evet” derken,
bense bunlar olurken, bir köşede bütün iyi dileklerimle seni izleyeceğim, gördüğüm en güzel gelinle gurur duyacağım, çok güleceğim ve çok ağlayacağım biliyorum,
Ama inan bana, karşılaşacakların bunlar gibi sayısız mucize… Yepyeni bir sayfa açılıyor önünde, yepyeni bir gezegene doğru yola çıkıyorsun. Senin evliliğin, yeryüzündeki en güzel evlilik ve sen en mutlu kadın olacaksın.

Kendimden biliyorum ben...
Ve senin bunu hak edecek bir kalbe sahip olduğunu biliyor gökyüzündekiler.

Seni çoooook seviyorum.

hamilelik günlüğü

Geçtiğimiz haftasonuna, bir kaç kitap sığdırdım, bir tanesi de, Ece Arar-Ece'nin Hamilelik Günlüğü'ydü.

Bir kitap bu kadar sürükleyici ve içten nasıl olabilir?

Abartısız, sahici, yalın, sade. Edebiyatçının anne olması mevzunun üstüne bir kitap yazabilecek kibirdeki elifşafak'la kıyaslandığında özellikle, müthiş mütevazi. Bilge bir kahramandan farksız. Ve tek kelimeyle "müjdeleyici" bir kitap. Bu kadar basit işte, abartılacak bir şey yok diyen bir kitap.

Ardından benzer bir kitap daha okudum, sonra benzer bir tane daha. Merak ettim sadece, yo hayır hamile falan değilim. Ama nasıl desem, bir çok ortak özelliğe sahip farklı bir tür gibiler. Çok değişikler. Bir yandan da birbirlerinden oldukça farklı her biri. Hani orta dünyaya sarar, okur da okursunuz ya bir süre. Öyle bir şey. Sırf etrafınızdakileri anlamak için bile okunmalı. Devam kitabı niteliğindeki, Bebeğimin İlk Yılını okumaya başlamadım tabi henüz.



Sevgili yazara, kitabı için, imzaladığı için ve de dünyamda bir pencere daha açtığı için yüzbinmilyon teşekkür ederim.

teknolocik

Yazı eşliğinde dinlenmesi için youtubedan geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=e28f46JX-v0&feature=related


Torrenti daha yeni keşfettim ve direk o napster günlerindeki sevincimi hatırladım. Dial upla bşy indirmenin dayanılmaz yavaşlığı:) İndirdiklerimi dinleyebilmek için, harçlık biriktirip mp3 de çalabilen bir cd player almıştım o yıl, sony, ve o zaman tek bir model vardı bu özelliğe sahip. Okul için araştırma yapmam gerektiğinde, sayfaları açıp sonra bağlantıyı kopartıyor, çevirimdışı okuyordum hepsini, fatura kabarmasın diye. 85 yaşındaki dedeme, okulumu ve nasıl bağlantı kurduğumu anlatmam ne kadar zor olmuştu o dönem. Ha sonra, neydi o telefonun meşgul olma sorunu? Dehşeeet! Ayrı bir hattımız yoktu ve adım çıkmıştı "telefon meşgul yine internette kesin" diye. Ki öyleydim:) O bağlantı sesini hepimiz ezbere biliyorduk. "Düşmek", "kopmak" gibi şeyler vardı hem:)

Ne bileyim düşündükçe gülüyorum, binlerce komik anı sayabiliriz, araç telefonları bile ne kadar mucizevi bir şeydi. Sonra, digital fotoğraf makineleri, sonra ipodlar, sonra neler neleeer! Yani eski oyunları, mario, volfied, bir sürü şey onları düşününce, ki onlar da yine commodorelara göre ileri ben de ancak yetiştiğim kadarını hatırlıyorum, bir de wii'yi düşününce insan şaşırıyor:) Ya da, disketlerle, şimdiki harici hard diskleri, ftp belleklerini yanyana koyunca. O zamanlar aldığımız bilgisayar dergilerinde okuyup "hayal olmalı bu kadarı" dediğimiz şeylerin bile ne kadar ilerisindeyiz.

Ne çok dergiye aboneydim ben mesela, büyük ihtimalle bizim çocuğumuz olduğunda böyle bir alışkanlık artık hiç kalmayacak:) Ne güzel bir alışkanlıktı oysa. İlkokulda her gün sınıfa gazete almaktan sorumlu olurdu birisi, düşünüyorum, bu eve haftasonuları dışında gazete girmedi, neden girsin ki okuyoruz zaten her şeyi saniyeler içinde. "Ayy aynı tadı vermiyor" desek de alışıyoruz, çünkü daha kolay, daha hızlı, daha rahat. Dünyanın çeşitli yerlerinden mektup arkadaşları da olacağını zannetmem çocuğumun, posta kutusuna bakma heyecanı, ülkeler arası minik hediyeler. Ne güzel bir şeydi.

Ben şanslı olduğumuzu düşünüyorum, yaşıtlarımın özellikle, bu geçişi yaşayabildiğimiz için, mektup arkadaşından e-posta'ya geçişi yaşadığımız için hiç değilse. Ama bizden sonrakiler bu tür cici anılardan hiç haberdar olamayacaklar muhtelemen. Kaset, apsyle göndermek, gazete kupürü biriktirmek -çok yapardım-, vhs kiralamak, şehirler arası telefonlardaki santral olayı, telefon jetonu -evet bu süperdi iner babamı arardık falan- anket defteri, walkmenin pili bitmesin diye kasedi kalemle başa sarmak, doğan kardeş, kütüphane üyeliği, telsizler -bunu sevgilim çok anlatır-, polaroid, şarj edilen pil, kumanda olmadığı için evin küçüğünün kanal değiştirmesi gibi birçok şeyi bilmeyecekler. Anlattığımızda da çok eski kafa bulacakları ve bizim de "ama o zamanlar başkaydı" diyeceğimiz kesin:)

Hele kendi işim söz konusu olduğunda, Tanya'nın (üstelik kendisi pek genç) Vhs, beta, daktilo anılarını düşünüyorum da, bugün artık cd'ye bile ihtiyacımız yok:) Birkaç yıl önce, sevgilim, kendi keşfettiği bir sistemle cep telefonundan msne bağlandığında, taaa nerelerde iletişim kurduğumuzda, hatta film izlediğinde herkes şaşırıyordu, "aaa nasıl yapıyorsuuun", şimdi ne kadar normal mesela. Yıllar önce kablosuz internet anlatıldığında hayal gibi geliyordu:) Veya ilerde film arşivi yapmanın anlamsız hale geleceği konuşulduğunda. Taşınırken manevi değeri olanların dışındaki tüm kasetleri attık, üstelik çok da antika değillerdi:)

Şimdi minicik bi' cihazdan, kablosuz internetle bunları yazarken, kimlerle tanışıp hayatıma ne çok şey katarken, ve neredeyse her şeyi, alışveriş, ev bulmak, hatta eşyalarını da almak, seyahat ayarlamaları, hatta az önce fatura ödemeleri, keyif, sohbet, hatta iş ve basit işlerden, hayat kurtarıcı olanlara kadar ve daha düşünemediğim ne çok şeyi internetten yapabilirken, bir kaç yıl sonra neler daha yapabileceğimizi düşünemiyorum. Ama çok merak ediyorum:)

Ben teknolojiyi çok seviyorum. Hoop alışveriş angaryasını ordan halletmeyi. Ne bileyim yemeksepeti mesela bence şahane bir şey:) Çok banelim evet:) Ben teknolojiyi çok seviyorum. Bütün nimetlerinden faydalanmayı da. Yeni oyuncaklara paralar dökmeyi de. Ne bileyim, daktilom hala var ve kullanırım zaman zaman, aldığım eğitimin ardından yine minik minik paraları biriktirerek edindiğim manuel makinemi canon eos'umu, zenit'imi hiç bir şeye değişmem mesela. O başka bir şey. Ama pıt pıt cebimde incecik bir makine hop hop her anıyı kaydediyorum, bu da ayrı şahane bir şey. Hele ki, bizim olduğumuz gibi, hem teknolojisiz yaşayabilecek, gerekirse bir anda vazgeçebilecek kadar ona bağımlı değilseniz şahane. Evet, tamam doğa, ağaçtan meyve toplayalım, organik olalım falan ama, ağacın altında otururken, hooop yazı yazabilirim, bşyler izleyebilirim, gazete okuyabilirim, müzik dinleyebilirim, ki bu bütün yapabileceklerimin içinde en basitleri, illa yeşilliğe bakarak düşüncelere dalmam gerekmiyor.

Üç gündür aralıksız bşyler indiriyorum, oh ne ala, bu torrent olayını ben yeni keşfettim ve çok sevdim.

Bu arada, 1kadın1erkek isimli dizinin bütün bölümlerini buldum, he he he! Gülmekten boğularak izliyorum.

Yaşasın sınırsız internet!