insan halleri

Birazdan bahsedeceğim kadın tipiyle iş hayatında sıklıkla karşılaşırız.
Onları kısa saçlarından, özensiz makyajlarından, birbirinin aynısı pantolonlarından ve düz renk üstlerinden tanıyabilirsiniz. Düz renk dediysem, turuncuya falan gitmesin aklınız, koyu kırmızı, kahve, siyah, bazen iyi ihtimalle yeşil. Genel bir ışıksızlık hali. Bu ışıksız hali yüzlerine de yansır. Ciddi olmayı somurtmakla karıştırırlar.

Zaman zaman şöyle bir cümle kurabilirler: “aa ben sigara böreği bile saramam canım, bir kez denedim yanlış peynir mi ne kullanmışım yok olmadı…”
Vermek istediği mesaj şudur: “yemek yapmak basit bir iştir ve benim buna hiç vaktim olmadı.” Buna benzer pek çok örnek verebiliriz.
Oysa mesela bahsettiği iş 62’den tavşan yapmak kadar kolay, basit el göz koordinasyonunun yeterli olduğu bir şeydir.

Kısacası, küçük dağları yaratırken vakit bulamamıştır. Mutfağı aşmıştır o yahu! Kadınca işler, haller ve her şey onlara göre küçümsenecek şeylerdir. “Ben üstünüm ve üstün işlerle meşgulüm, yemek yapmak falan gibi aşağılık işleri siz küçük insanlar yapın” mesajını her fırsatta verir.
Ki bunları bilmek, yapmayı da gerektirmez. Atıyorum evde aşçın falan vardır da, sana et diye başka bir şey yutturmasın diye bilirsin:)

Kuaför mü, yok canım onlar yılda bir kez saçlarını iyice kısaltmak için gider olsa olsa.
Sigara böreği saramaz ama mesela spagetti bolonez ve şarap muhabbeti yapar. Ha belki bir de “boğazda rakı balık”… Rakı erkek içkisidir ya, ondan.
Ya da hangi lekeyi neyle çıkaracağını bilmek yerine, tek başına araba lastiği değiştirebiliyor olmaktan gururla bahseder.
Topuklu ayakkabıyla da asla yürüyemez onlar. Ev dekorasyonu ilgi alanlarına girmez.
Uzayan mesai saatleri onun için yakınılacak bir şey değildir. Hep çok çalışmaktan söz eder. Bence tek nedeni boş ve soğuk bir eve gitmenin sevimsizliğinden. Onun için ev işten arta kalan zamandır. Oysa sizin için ev, kalbinizin attığı yerdir ve koşa koşa gidilir.
Bütün bunlardan bahsetmesi “ev kadını değilim, hatta kadın da değilim ben, bak denedim olmadı benim doğamda yok" u vurgulamaktır.

Bunun temelinde “erkeklerle daha iyi anlaşabiliyorum” diye anlatan ergenler mi var bilemedim.

Aksini düşünelim bir de; mesela hiç erkeklerin iş hayatında karşı cinse denk olmak için buna benzer şeyler yaptığı olur mu? İş hayatında karşı cinse denk olabilmek için zırvalayan erkekler hayal edin. “Hayatta araba kullanmayı beceremedim ben, hele geri vites mi aman tanrım” diyen bir erkek veya “yok ya gelmiyim ben, topa ayağımla vurmayı bile beceremiyorum değil ki halı sahada futbol” Ne bileyim, "ben erkeklerle değil kadınlarla daha iyi anlaşabiliyorum" falan açıklamaları onları nereye koyar dinleyenlerin gözünde? Bu gülünç değil de nedir? Onlar böyle bir şeye gerek duymazken, güçlü görünen bir kadının yapması acı değil mi?

Evlilik mi; böeh çok banel canım. Siz evliyseniz, üstelik erken bir yaşta aşkı bulacak kadar şanslı olup, üzerine bir de evlenerek ona göre klişeyi tamamladıysanız, size gözlerini devire devire bakarlar. Tanrım atomu parçalamak yerine, evlendiniz demek! Evet onların küçümseyen bakışlarını kesinlikle hak ediyorsunuz, çünkü o dünyayı kurtarmakla meşgul, sizin içinse, akşam yemeğine eşlik edecek peçete her şeyden önemli.
Yoksa bir de çocuk mu yaptınız? İnanamıyorum, onun iş hayatına bir erkeğe denk olmak için harcamayı seçtiği enerjiyi bir canlıyı dünyaya getirmek için mi harcadınız yoksa? Vay halinize.

Eğer yapabilseydim, onun gibileri omuzlarından sarsmak isterdim. Mükemmel olmak zorunda olmadığını söylemek için.
İş hayatından “erkek gibi” olabilmek için bu kadar çabanın saçma olduğunu da eklemek için. Çünkü “gibiler” hep başarısızdır, ne olduğunu kabul edip, kendinle barışıp yola devam etmek en iyisi belki. Denk olmanın, eşit olmanın yolunun, onlara benzemekten geçmediğini anlaması için.
Bu kadar ışıltısız bir yaşamın sonunun ancak pişmanlık olduğunu kulağına fısıldamak isterdim. Gün içinde sadece “ben seni çok seviyorum” demek için edilen bir telefonun profesyonelliği azaltmayacağını, tersine hayatın anlamı olduğunu bilmesi için.

Ne bileyim, hayat tercihlerden ibaret tabi, ben mesela, İskoç battaniye dizlerimde, cam kenarında sallanan sandalyemle oturmuş basılmış son kitabıma veya aldığım ödüllere bakarak iç geçirmek ve yakaladığım her gence onun defalarca dinlediği renksiz ve eskimiş başarı hikâyeleri anlatmak yerine, bütün derdi hafta sonu gelecek torunlarına ne pişireceği olan, “bu dedeniz gençken de böyle deliydi” diye masallar anlatan tonton, kokoş ve bilge bir anane olmayı tercih ederim.

pazartesi!




Harika bir hava. Gözümde güneş, burnumda deniz kokusu.

Buradan deniz bile görülebiliyor üstelik.

Ve sabah sabah bal rengi bir kedi.

Haftaya şahane başladım.

Hadi bakalım:)

yeni.

Meğer benim evden çıkma vaktim gelmiş.

1 yıl doldu evdeofis sistemine geçeli. Çok mutlu, çok güzel, çok verimli vakitler geçirdim. Kitap okudum, örgü ördüm, güzel yemekler, sabah mahmurlukları, uykusuz geceler… Harika bir yıldı.

Haftasonu o kadar yıpratıcı hallerin içinde, bir ışık, bir öneri, yeni bir pencere.

Önce düşündüm, korktum, sonra sevgilimle konuştum. Eve dönüş kapısının hep açık olması içimi rahatlatan…

Yeni bir başlangıç şimdi. Başlangıçlardan korkmam ben.

Mahmurluklara, kaplumbağa hallere, bütün o harika detaylara şimdilik veda;

Ve sabah telaşına, erkenden kalkmaya, trafik saatlerini kollamaya, gardırobu bu değişikliğe uygun yeniden düzenlemeye, çalan telefonlara, fotokopi makinesine, öğle yemeği arasına, pazartesi sendromuna, cuma neşesine, haftasonu planları yapmaya, ne giyeceğim karar verememeye, mesai dahilinde blog yazmaya merhaba:)

091009

bir sürü şey yazdım, sildim.
kelimeler gereksiz-yetersiz, hem o okuyacak biliyorum. artık hiç üzülmesin istiyorum.
benim en can arkadaşım, matruşka bebeğim.

yola çıkıyoruz, yarın sabah ona sımsıkı sarılmak üzere.
acısını hafifletmez belki ama hiç değilse paylaşmak için.
elini tutmak için.

işte böyle.

05102009

hastane, koridorlar, o koridorlarla kaybettiğin başkalarını da anımsamak, tek tek her acının üstünden geçer gibi, bir vardı babane, şimdi yok. "keşke"lerden çok "iyi ki"lere sığınmak. ölümün zıddı doğum olsa gerek, peki ya yaşamın zıddı ne sahi?

-

yaşasın ekmek yapmak!




Ben dün akşamüstü boynu bükük çiçek gibiydim. Yorgun, bitkin, uykusuz ve tabi huysuz. Sevdiceğimle gün boyu tek kelime konuşamamış, akşamki organizasyonu düzgünce yapamamış… Hiçbir şeye yetişememe hissi ve mutsuzluğu. İnsan balık olunca hayat zor, gel gitler, gözde kocaman ışıklı damlalar, mütemadiyen.

İki yıl kadar önce, böyle bir günde, hatta daha karanlıktı, dışarıda karlar, minicik evimizin, mini mini mutfağında, acemi ama sahiden kalbimden yemekler yaparken, birden çıka geldi elinde kocaman bir paketle. O benim müzik perim, matruşka bebeğim, en can arkadaşım. En kolay uzlaştığım, en çok konuştuğum, cebinden her şey çıkan kaptan mağara adamım, sulugöz balığım, varlığından nasıl da gurur duyduğum, gördüğüm en güçlü kadınlardan olanım…

Kocaman bir paket işte!
Ben tabi, heyecan heyecan heyecan! Hediyelere, paketlere, en küçük sürprizlere bile bayılan ben.
İçinden ne çıktı?
Kooocaman bir şey.
Bir fırın!
Ve tabi benim mutfak maceralarımda yeni bir dönem başladı. Şarkılarla kutladım. Hemen bir raf açıldı, tarifler, tarifler, tarifler okundu, denendi, denetildi. Eve harika kokular sindi.

Şubat ayıydı, dışarıda kar, hemen o sabah kahvaltıya börekler yaptım.
Sevdiceğim iş hayatındaki çok ciddi sorunlarla baş ediyor, O kendine ev arıyor ve bulamıyor, düğümler çözüyoruz hep beraber, dışarıda kar, mevsimler değişiyor, yoğun iş tempom şimdi bakınca inanmadığım bir hızda devam ediyor, hayat akıp gidiyordu.
Ve ben öylece elimde tariflerle, sanki o sırada yaptığım en önemli şey buymuş gibi bir ciddiyetle yemek yapıyordum… Sanki yapmasam dünya duracak gibi. Sanki o an her şeyin sabiti o gibi.

Ve dün akşam;
Telefonda söyledi önce “sana bir sürprizim var”. Hemen şımardım tabi, merak merak. Akşamı buldu gelmesi, gözlerini kapa dedi, kapadım bekledim, yine kocaman kare bir kutu, tahmin et nedir:
Ekmek makinesi!
Çığlık atmaya başladım tabi. Gözlerimde yaşlar.
“Sana çok kızdım ne gerek vardı...”
“Ayy delisin sen, çok kızdım ama bir o kadar da sevindim”
Yine o zamanki gibi, yepyeni bir sayfa. Yepyeni bir pencere. Çok güneş alacaklardan hani...

Böyle yani. Ekmek makinem var şimdi benim. En istediğim gibi, gri ve pek sevimli.

Şimdi ben mutfağa, mumları yaktım, müziği açtım, tarifleri okudum, malzemelerimi dizdim.

Pek heyecanlıyım!

notnot: öneriler, püfler, lütfeeen!



ne güzel.






İnsanın kendisine Prag'dan Kafka kitapları getiren bir patronu olması ne güzel...


Sevdicekle bir örnek kotlar almak ve hiç düşünmediğim halde 34 bedene girebilmek ne güzel... (Bu kilo manyaklığı bana nerden miras bir bulabilsem, hayatım boyunca çiroz bir kız oldum ve sürekli kendimi şişko zannettim, hayır blumik falan değilim.)

Hala güneşin "ce e!" yapıp kaçması...

Hem şal hem kocaman güneş gözlüğü takabilmek...

Heeey! U2'nun nihayet Türkiye'ye geliyor olması ne güzel!


Aldığım bu haber ne güzel!

Deryik hanım'a inat; twitter çok eğlenceli:)

Yeni yılla beraber uygulamaya başlayacağım, yeni heyecanım, maceram...

Arka arkaya amy winehouse'larla dolu bir liste...

Sürekli telefonda konuştuğumuz bir iş arkadaşımın, adımın sonuna eklediği "hanım" ekinin, bir minik kaktüsle aşılması ne güzel...

Bu merak konusu ne hoş...

Şu sıralar öyle atom karıncayım ki, dünyanın bütün filmlerini yapasım geliyor, bırakın onu da ben, onu da ben... Hepsini yapacağım sanki bıraksalar, öyle açık zihnim ve "ay şunu da ben yapsaydım keşke" diyecek kadar meraklı bugünlerde.

Alain de Botton okumak bu havalarda, ne güzel.

Eve yeni aldığım, minik kırmızı kedili kapı ağırlığı ne güzel.

Kırmızılı, çingeneli, binlerce tonun olduğu hiper zor puzzle'mızın ne zaman biteceğini bilmemek ne güzel...

Tatil geceleri sabahlamak, müziklenmek, keyiflenmek, yemek yemek yemek...

Ve tabi Pazar kahvaltıları ne güzel.

Bir deeee; az önce yaptığım telefon konuşması ve akabinde gülmekten ve neşeden çenemin ağrıması, bugünün en güzel şeylerinden!

Bloglardan kopmuş olmak kötü biraz, çok sevdiğim bir kaç kişiyi "napmış acaba" hissiyle takip etmek dışında okumuyorum pek.

Dün akşam, kabinde kıyafet denerken en sevdiğim, kocaman iri sedef taşlı yüzüğümü orda unutmak ne kötü... Çok üzüldüm, geri döndük hatta telefon bile bıraktık ama yok oldu kesin.

Sonra bir şarkı, o geceden:

"bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez..."

yağ yağ yağmur

Herkes seli yazdı. Benimki belki en şımarıkçası. Oturduğumuz semtin, hani taksim olsa, taksim meydanı olacak kadar merkezi bir yerindeyiz. Saatlerce elektriğimiz kesildi. Gece boyu karanlıklardaydık, sabah kalktığımızda hala öyleydik. Haliyle olan bitenden haberim yoktu o sabah. Sinirim tepeme geldi çünkü işlerim aksamıştı. Ne hakları vardı, nasıl elektrik kesilirdi, neden saatlerdir gelmezdi falan filan... Minik sırt çantamla, çalışmak üzere stüdyoya doğru yola koyuldum. Orada ntv açık olunca ve gözlerime inanamayınca, kestim sesimi oturdum ve şükrettim. Bu arada, evet ilkokuldayken falan, çevre denince bizim aklımıza, ozon deliği, deodorant, kesilen ağaçlar falan geliyordu, dikkat: ilkokuldayken. Yıllar geçti, bilinç düzeyimiz ve algımız gelişti, o gazlar çoook zaman önce yasaklandı, hatta ozon deliği falan yamandı.

/

Genel kontroller için gittiğim doktorda, doktorun benden önceki hasta hakkında "gerizekalı insanlar" diye bahsettiğini duydum. Bu kez de kulaklarıma inanamadım. Bu gayri insani muamele karşısında moralim o kadar bozuldu ki, kelimelerle tarifi yok. Hemşireye doktor hanımın -evet bildiniz kadın- her zaman böyle sinirli olup olmadığını sorduğumda, kedinin bir şeyleri örtmesi tavrıyla, "yok ama insanlar da şöyle dedi böyle dedi" diye açıklamalar yaptı. Benim muayenem de berbat geçti zaten, artık arkamdan "suratsız" mı demiştir, "salak" mı demiştir, allah'a emanet...

/

Kişisel ramazan kabusum: Nurhan Damcıoğlu ve benzerleri. Böyle bir ramazan eğlencesi biçimi mi vardır? "Ramazan eğlencesi" zaten nasıl mantıksız bir isim tamlamasıdır? Devamı da "şeker bayramı" oluyor sanırım.

/

Huysuz bir balığın isteği üzerine, yan tarafa izleyici listesi eklemeyi düşündüm. Ama içime sinmedi, vazgeçtim. Amaç, sen beni takip et, ben de seni, link kardeşi olalım, beni ekle cicim, izleyici arttıralım kardeşim, olarak algılansın istemiyorum. Tabi ki, ekleyenlerin hepsinin bu tür bir amacı olduğunu söylemiyorum. Sadece, bu blog ratingine aşırı alerjim var. Buradaki kendi kendine konuşma halimi ve özgürlüğümü seviyorum en çok. Onun isteği takip kolaylığı içindi tabii, bunun için, mail adresinizi bırakırsanız, yeni bir postu, posta kutunuza bırakabileceğimi söyleyebilirim.

/

Dün, taşınmakta olan tiyatro perimiz için ikea turu. Sevdiceğim günün kahramanıydı, ölçü aldı, akıl verdi, raf baktı. Bu akşam evde zemin etüdü ve sonra operasyon tamamlanacak.


/

Bütün olan bitene, saçma uygulamalara, çalıp çırpanlara, insanları gerzek yerine koyanlara, izlerken televizyona terlik fırlatma hissi uyandıranlara, sorumsuzlara, suçu başkasına atanlara, kısacası kötülere rağmen,

cumartesi, istasyonda treni beklerken yağmuru izlemek, tren camından yağmur damlaları saymak, tıngır mıngır gitmek, anıları tazelemek, sonra yürürken ıslanmak,



güzeldi.



Yağmurun hiç bir suçu yok ki...

teşekkür


Şimdi ben şanslı değilim de neyim?

Dün akşam, nihayet sevdiceğim bana gelen kargo paketlerini eve getirdi.


Nasıl şirin, nasıl cici, nasıl yumuş... İçinden bir de sabun çıkıverdi. Taa, Şirince'den... Kokusu oralara dek götürdü. Benim için örmüş, tek tek, iplere batmış çıkmış, seveceğim renklerden seçmiş, süpriz yapmış, bir de ne güzel paketlemiş yollamış, içine ne koyarım binlerce plan yaptım, sanırım ben ona bir dünyayı sığdırırım.


Peki ya, Delfina'ya ne demeli? Akşam, iftara az kalmış, salata yapıyorum, malzemeleri doğradım ama bekliyorum, bu akşam o yağa banacağım... Kapı çalıyor, sevgilimcim getirmiş hediyelerimi, o paket nasıl bir paket, bir açıyorum, içinden bir not düşüyor, içindeki kelimeler kalbime dokunuyor, "bu kadar zariflik olur mu" diyoruz ikimiz de, ne bileyim karşı ödemeli bile yollamamış her ikisi de, bu detay bile benim gözlerimin dolmasına yetiyor, yağın kapağını açıyoruz sonra, kokluyoruz, misssss gibi, o renk, o kıvam şahane, tadına bakmak için dakikalar kalmış, hadi acele edelim, domateslere biraz kekik ve fesleğen, ve tabi biraz ezine peyniri illa ki, üzerine de bu mucize yağdan. İçebilirsin bile öyle bir tat ve kıvam... Bayıldık, bayıldık, dün sadece onu yedim diyebilirim. Yolladığı sabunlar da şifalıydı, hani yeni moda, yapanın enerjisi geçiyor deniyor ya, o kadar alengirli lafları bilmem ben, helal kazancın, emeğin ve niyetin her zaman başka bir tadı olduğunu bilirim sadece. İşte tam da bu yüzden, o sabunlar bana iyi geldi ve bu zeytinyağı damağımızı şenlendirdi...


Dün gece, hayatımdaki güzel kalpli insanlar için bir kez daha şükrettim. Ve yaşamımda, kötü niyetli, olumsuz insanlar olmamasının ne kadar şahane olduğu farkettim. Burada kendi kendime karaladığım kelimelerin, karşıma bu kadar hoş insanlar çıkarmış olmasına gülümsedim.


elitim elitsin elit

Evet, dün gece büyük bir merakla "aşk-ı memnu"yu izledim. Çok banelim, evet.

Ben şu "ben bir tek dizi izliyorum o da avrupa yakası", "digitürkü sadece belgesel kanalları için aldık" insanlarını anlayamıyorum. Bir de eskiden sabahlara kadar süren siyaset meydanı, hulki cevizoğlu olayı vardı, ne katılanlar ne izleyenler bir yere varamazdı. Bal yapmaz arılar gibi, vıızzz vızzz vızz! Şimdi onlardan bir teketek falan kaldı sanırım. Neyse, bu kadar insan nasıl belgesel ve açık oturum seyrediyor, geri kalan şeyleri kim seyrediyor o da bir garip. Ailecek belgesel seyrediyorlar, sonra muhtemelen kitap fuarında onlar hakkında fikir teatisi yapıyorlar. Bir de gazeteyi muhakkak pazar kahvaltılarında okuyorlar.

Bir adaya düşen, zamanı büken, ölüp geri gelen, kendi geçmişine giden falan insanları izlemeyi anlayabiliyoruz da, basit bir soap operaya bu denli ilgiyi neden anlamıyoruz? Yani beş sezondur, "bu black smoke da ne ola ki?" sorusu pek entel ama "kim bastı lan bunları?" merakı sığ, öyle mi?

Herkesin, aptal aptal tvye bakmak istediği, hiç bir şey düşünmeden -zaten farkettiyseniz, aşkı memnu'da (ve benzeri dizilerde) seyirciye anlaması ve zihnini yorması için bırakılan tek bir şey yok, adam geçmişi mi hatırlıyor direk görüyoruz, bilmem neyle bağlantı mı kurdu direk ekranda, hiç olmadı bir nedensellik mi var, illa ki karakterlerden biri seyirciye açıklıyor: bilmem ne yüzünden bilmem ne falan diye- hiç kendini yormadan, ayaklarını uzatarak izlemek isteyeceği bir şeyler olabilir. İnsan bazen banel olmak isteyebilir hatta. Bu ülke meselelerinden, gündeminden uzak olduğu, lay lay lom bir insan olduğu anlamına da gelmez. Bu aşağılamayı anlamıyorum, mesele türk yapımı olması mı? Çünkü, daha bir sürü gerzekliği izliyoruz hepimiz.

Evet, seyirciyi aptal yerine koyan bir ton devamlılık hatası, evet seslendirmedeki özensizlik, evet sabah evden çıkan bir bihterin, ancak ikindi ışığında gideceği yere varması, bir gecede markası değişen telefonlar gibi ve daha bir çok mantıksızlık vardı amaaa; adı üzerinde "türk işi". Ki sadece bunlarla dalga geçmek bile oldukça eğlenceli.

/
Ayrıca, Ertuğrul Özkök nasıl bir iki yüzlüdür, o üç noktalarla dolu yazıları ve kullandığı ingilizce deyimler (bugünkü mucizesi no man's land mesela) nasıl zavallıdır, yoksa bu sadece bana mı öyle gelmektedir? İnsan canlısı nasıl tamamen omurgasız ve ilkesiz olabiliyor? Çok merak etmiştik iyi ki anlatıyorsun ihrama girip girmediğini, alkol ve diğer meseleleri yazı dizisinin sonuna saklaman da hakkaten reytingleri arttıracak kesin, bütün hesaplayabildiğin buysa; çok ama çoook zekisin :P "Benim ananem de hacıydı" geyiğinden bir paragraflık yazı çıkarabilmen, boşluklarla yazabilmen falan ayrı bir başarı, sayesinde üç nokta kullanımı yayıldı. Hangi konu olursa olsun yazdığı, kürt açılımından, krize kadar farketmiyor, hep aynı anahtarı kullanarak kabul sağlamayı deniyor: Atatürk. Bunu söyledikten sonra, aslında bence bu düşünce sistemine aykırı olan bir şey bile yazsa, kabul gördüğüne inanıyor.

Ayşe arman olsun, ahmet hakan olsun, şahane bir ekipsiniz sahiden. Nasılsa size tapınıyorlar, "iki parende atsanıza, aerobik olayını anlayalım" deseniz yapacaklar eminim. Bu üçlüyü daha bir çok ortamda görmek isteriz... Malum her kılığa kolayca bürünebiliyorlar...

Ahmet Hakan'a gelince; gözlem gücü ve tespitleri dahiyane; yok engin noyan tavrı olmamış, "inkılap" geçirmemiş. Merak etmesine gerek yok bence, onun bizzat geçirdiği inkılabı ve kemiksizliği yaşayabilecek pek insan yok zaten. İstese de esaslı bir dönüş yapamayacağını söylüyor, esaslı hiç bir şey yapamaz. Peki ya arap kahvesiyle taze hurmanın, Salomanje'nin menüsune eklenmesi önerisi? Hakikaten çok zekice. Yazısını, beyinsiz olmaktansa diyerek bitirmiş, beyni olduğundan nasıl bu kadar emin? Ya "umreden mahrem notlar... Devamı yarın..." gibi bir cümleye, ağzınızla bile gülmezsiniz.

Misal, blog falan yazıo olsalar, hakikaten okunmayacak kadar aşağıda bir kaliteye sahipler ve kocaman gazetelerin başında, kocaman paralar, kocaman mevkilerdeler... Oraya da büyük ihtimal bu "omurgasızlıkları"yla gelmişler. Buna üzülüyorum. Diğer bütün "çirkin insan halleri"ne üzüldüğüm gibi.