ışık

Blogdan tanıştığım bir kaç tatlı arkadaşım, yaz yaz yaz deyip durduğu için hamilelik vaziyetinden bahsedeyim biraz. Vaktim olmadığından veya o diğer boyuta geçtiğimden yazmıyor değilim. Evlenince de hayatı değişen ve birden gerçekdışı bir şekilde yoğunlaşıp vip olan insanlar gibi hani-alakası yok. Vardır ya bir anda bütün gündemi; temizlik-yemek-kocasının akrabaları oluveren. "Evli bir kadın akşam aranmaz" falan triplerine giren. Ben zaten hiç düzenli yazamadım, canım isteyince, kelimeler birikince.

Ve arkadaşlarımın hayatları, dostlarımın sıkıntıları beni hala ilgilendiriyor. Hayır üzüntülerini benimle paylaştıklarında ölmüyorum, "ah hamile kadın hassas" durumu değil, onların üzüntülerini paylaşabiliyorum. Çünkü güçlü bir kızım ve pencere önü saksısına dönüşmedim. O "ışık" bana hala gelmedi. "Ayyyyy seni çok seviyor teyzesiii" gibi cümleler kuramıyorum, çünkü zaten adamımız henüz konuşamıyor ve ben de hiç bir zaman onun adına konuşmayı düşünmüyorum. Bu galiba bebek gibi konuşan kızların anne olma durumu. Çok mu sert oldu:)? "Ah analık, daha şimdiden ne emekler veriyorum, herşeyi hissediyorum" olamadım. Veya kanatsız meleğe dönmedim, ülkenin durumu hala beni öfkelendiriyor, zaman zaman iş yoğunluğu yorabiliyor, hafif üzüntüler yaşanıp geçiyor. Sakince ve abartısız. Heyecan hissediyorum, bir mucize hissediyorum ve bunu pek de kelimelere dökemiyorum. O yüzden "ee nasıl hissediyorsun peki"ye verilebilecek pek bir yanıtım yok.

İlk trimester'deki -terminolojiye de hakimim fark ettiyseniz- mahmur hal, kendisini harika bir enerjiye bıraktı. Ha ben o mahmurlukta da pek yayılmamıştım tabi. Uyku düzenine dikkat etmek dışında, çalışmaya ve normal yaşamıma devam. Uykum geldiğinde hop bir mola. Evet yürüyüştür, dengeli beslenmedir dikkat ediyorum ama çok da kasmıyorum. Çünkü zaten çöp gibi yaşamıyordum. Ve bu değişikliğe bir süredir hazırlanıyorduk. Mutluyum. Ben mutluysam benimle olanlar da mutlu.

Sayaç mevzuuna gelince, bana yuvarlak hesap, bulutsu ifadeler daha sempatik geliyor. Bu kadar özel ve mahrem bir şeyi günü gününe ifşa etmeyi gereksiz buluyorum.

Bir önceki postta yazmıştım ya, eski kitaplar diye. işte 1970'lerden geliyor:

"Bulantı ve Kusma (Aşerme) sabahları daha çok bariz olur. Bazen kadını çok fazla rahatsız eden ve hatta doktora gitmeye sebep olan bu hal, aslında bünyede teşekkül eden değişikliklerin ruhi bir reaksiyonudur. Ve hatta bir ilaç ve tedaviye lüzum göstermeden hafif seyahatler ve muhit değiştirmek (maneviyatın takviyesi) ile tamamen kaybolduğu pek çok görülmektedir."*

Ben demiyorum, uzman diyor. Aşerme durumu hiç olmadı, bu konuda rahatça konuşabilirim çünkü yolu yarılamaktayım. Ne bileyim ara ara bir şeye dadandığım, 20 tane zeytin yediğim veya kilolarca erik tüketip sıkıldığım oldu. O kadar. Bir kere de evde çikolata arandım ama tamamen şımarıklık. Ki lüzumsuz da bir şey. Zaten minik bir mantıkla, gayet zengin beslendiğimiz -şükür- ve hatta üzerine vitamin aldığımız gerçeğini düşünürsek, bunun anlamsızlığı fark edebiliriz. O acaip tiksinti ve bulantı hallerinin de psikolojik bir nedeni olduğuna inanıyorum. Lütfen bunu yaşayanlar üzerime gelmesin:)

Doğum videoları izledim. Normal :) Tünelden çıkan bir köstebek. Tam anlamıyla bir mucize. Sevdiceğimle birlikte mi gireceğiz bilmiyorum, ama bunun onun vermesi gereken bir karar olduğuna inanıyorum. "Ama biz bir takımız, bu ikimizin bebeği" baskısı yapmak gelmiyor içimden veya "aman girme beni sakın öyle görme" demek de. Doğumhane önünde telaşla ve merakla bekleyen baba figürü de, aynı şekilde annenin terini silen ve elini tutan baba da bana çok sempatik geliyor. Sevgilimin içinden hangisi gelirse, bu onun süreci, o kendisi için, bizim için en doğrusunu bilir.

Beni şaşırtan birşey, çevrenin tepkileri. Bildiğim dünya birden dönüştü sanki. Hamile olduğunuzu duyan veya öğrenen herkes, ne bileyim mahallenin pala bıyıklı kasabı bile "bir şey lazım mı yenge, sen yorulma telefon et biz yollarız" diyebilir. O anda ne isterseniz gerçekleştirecek insanlar çevrenizi sarıyor. Anne olmuş büyükler halinizden sizin anlamadığınız kadar anlayabiliyor ve hayatınızı kolaylaştırmaya talip olabiliyorlar. Henüz anne olmamış ve/ya bekar arkadaşlarınız durumunuzu hafife almayı akıllarından bile geçirmiyor ve kahvaltı davetinize icabet ederken bile "kendini yorma sakın, gelirken bir şey alayım mı?" vb diyaloglara giriyorlar içtenlikle ve fazlaca bir özenle. Oysa bence domates doğramanın yorucu bir yanı yok ve lazım olanı genelde kendim alırım, veya hayatı paylaştığım insanla bölüşürüm sorumlulukları ve ihtiyaçları. Herkes siz kendinizi kraliçe gibi hissedin istiyor sanki. Kraliçe gibi hissetmenin yanlış bir yönü yok elbette -bak ben hissediyorum bile :)- ama bu duyguyu derhal içselleştirip, işlerini delege etmeye başlayan insanlar da pek çok. "Annem yemeğimi yapsın, kocam temizliği tamamlasın, kayınvalideme de bir görev bulmayı ihmal etmeyeyim, hah ütüler olur bak, büyükbabalar sponsor olsun, işten zaten ayrıldım, sebastian sen de bir elma yıka getir" mantığıyla ayağını uzatan ve 9 ay boyunca toplamama fırsatını fazlaca değerlendirenler var. Kim bilir belki yeterince sevilmediklerinden, belki bir ilgi eksikliğinden bunu fırsat biliyorlar. Bana bu acınası geliyor.

Veya şimdiden gideceği okulu falan planlamış değilim. Merak ettiğim pek çok konuyu okudum. Tracy teyzenin büyük hayranıyım. Ama şu an için onun geleceğine dair planlarım: babası olan haylaz adam, minik adam ve ben; sokakta, karda, çamurda yuvarlanalım, ben biraz erken döneyim, onlara kekler reçeller pişireyim, ekmek kızartayım, limonatalar yapayım. Kek tam kabarmayabilir, limonata o eski tariflerden olmayabilir, önemli değil. Sonra camdan "hadiii içerii" diye çağırayım. Gelince söküklerini dikeyim, üstleri başları yırtılsın, düğmeleri sökülsün ama ben hiç kızmayayım, "ayy ne pislenmişsiniz" diyeyim gülerek o kadar.

Ben küçük bir kızken de; "oğlum olursa bikbik kızım olursa adını vikvik" koyacağım diyen bir kız olmadım. O yüzden belki, şu anda hala isim konusunda karar vermiş değiliz. Vakti gelince aklımıza düşer eminiz.

Hazırlıklara gelince; yine sakince. Bir listem var, maddelerin yanında marka, temin edilecek yer ve hatta bütçe notlarım. Aklımıza geldikçe ve sırası geldikçe alıyoruz. İtiraf etmeliyim ilk başta biraz telaşa kapıldım ama, onun da pek bir abartılacak yönü olmadığını fark ettim. "Ay hiç bir şeyi eksik olmasın evladımın" takıntısında değilim. Evlendikten bir ay kadar sonra ilk kez çorba yaptığımda farketmiştim bir kepçemin olmadığını. Sonra inip almıştık. Bu kadar basit.

Duygusallıktan bahsedecek olursak, ben zaten öyle olduğum için çok bir fazlalaşmadı. Yer yer burnumun direği sızlıyor, örneğin geçen geceki maden işçilerini konu alan muhabbet kralında olduğu gibi. Ama galiba bunu annelikle birleştiremeyiz:) Elele tutuşan bir anne-evlat falan gözlerime ulvi yaşlar doldurmuyor. Her zamanki gibi, güzel bir söz, güzel bir şarkı, güzel bir kitap, dokunaklı olaylar, iç burkan şeyler koca damlalar getiriyor gözüme, belki eskisinden biraz daha sık, bilemiyorum, emin değilim.

Başka... Evet karnım var biraz artık, eski pantolonlarıma giremiyorum, ama yaz geldi uçuş elbiseler var, güneş sakinleşince çıkmak var, bolca dua ve şükür var. Şimdilik bu kadar, birikince yine yazarım:)

*Doğuma Hazırlık ve Çocuk Bakımı/Dr. Semih R. Geren
Evvet, bir süreci yaşamaya başlayınca, etrafınızda da benzer durumları yaşayanlar ilginizi çekmeye başlıyor. Hamileler ayrı bir alem. Ayrı bir dünya.

Mesela; "
Hoop gribal bir durum atlattım. Ama daha derin bir sorun olduğu çıktı ortaya. Şimdi hafif doz ilaçlarla toparlamaktayım. Tıp ilmi öyle bir şey ki, insanın doktorlara böyle kalbini açasıp hediye edesi geliyor. Dün gece, rahaat ve deliksiz bir uykuyla dinlendikten sonra, sabah gözlerimi açtığımda, içimden doktoruma dua ettim.

lost'a güzelleme

Az değil 6 yıl olmuş. Biz en başta izlemiyorduk. Başlayalı 3 yıl oldu yani. Evlendiğimiz ilk yıldı -teyteytey yaşlandık-, böyle bir telaş, evde minik ekran bir tvmiz var, ekranı ondan bile büyük laptopumuz. Televizyonumuzun anteni sevdiceğimin icadı, garip kablolardan oluşuyor, ayrıca havaya ve keyfine bağlı olarak ayarlanan kanalları çekiyor. Ve tabi kanal değiştirmesek çok daha iyi oluyor. Bu durumda cnbce'nin en iyi olduğu konumda bırakıyor ve değiştirmiyorduk. İnternete gelince; çatıya mucit sevgilimin taktığı bir aparatla yakalıyoruz. Yağmurda çatıda kedi kovalıyordu kahramanım benim. Dolayısıyla indirmek mümkün değil. İşten eve dönerken uğradığımız filmciden ilk sezon cdlerini alıyoruz, sonraki bir kaçını arkadaşlarımızdan falan topluyoruz. Başlıyoruz izlemeye.

Oooooo. Sabah oluyor izlerken. Bizim için çekirdek çitlemek gibi bir şey haline geliyor. Bir sürü de bölüm birikmiş oh ne ala! Bekleme derdi yok. Neredeyse ihtiyaç molaları dışında mola vermiyoruz. Birimiz uyuyakalacak olursak -hayır izlerken değil elbette- diğerimizden söz alıyor "sakın bensiz izleme tamam mı, sen de bırak şimdi kapayalım" şeklinde. Anlaşma yapıyoruz böylece. İşe uykusuz gidiyoruz. O zaman homeoffice değilim, ki zaten hiç çalışamazdım lost manyaklığı içinde. Ben ofiste, ilk müsait anımda, o gece izlediğimiz bölümlerle ilgili teoriler üretiyorum, türkçe-ingilizce forumları deli gibi okuyorum ve üşenmeyip derliyorum, sevdiceğime aktarıyorum. (asistan sevgiliyimdir), o bu konuda konuşmayı benim kadar sevmiyor, bana kalsa sabaha kadar lost konuşabilirim. Referanslar hep dinler tarihi, mistizm, kabala, mitoloji gibi şeylerden, ki benim en ilgimi çeken konular.

Benim için lost, o eğik tavanlı, tahta zeminli deniz gören evde, en güzel ısınan odada yorganın altına kıvrılmış iki sevgili saaatlerce izlediğimiz günleri hatırlatıyor. Kendimize eğlenceler icat ettiğimiz...

Keşke hiç bitmeseydi. Bu gerçekten televizyonculuk fenomeni mi dersiniz, nasıl anlatılır bilmiyorum, acaip bir şey. Kesinlikle mükemmele en yakın bir işti. Karakterler, cast, hikaye, kurgu, mekan, ışık, müzik, görüntü yönetmeni, montaj vs vs ... Her açıdan eksiksiz, harika bir şeydi. Dizi demeye dilim varmıyor. Daha acaip ve diziler üstü, televizyon üstü bir şey. Sanırım sonu her ne olursa olsun, küseceğiz, beğenmeyecek bir şey bulacağız, çünkü bu başka bir olay, başka bir bağlılık. Kesinlikle izlemeyen kimse bunu anlamaz. Sadece sonu merak edilen bir dizi değil. Başka bir şey, bir dönem sona eriyor. Benim için 3 yıl kadar bize eşlik eden bir arkadaş. Hani en sevdiğimiz ve çocukluğumuzda iz bırakan masallar, kitaplar vardır ya, onlar gibi. Bana hep bu zamanları hatırlatacak.

Bütün bunlar nedeniyle, son bölümü benim için sadece bir son bölüm değil. Bir töreni, bir kutlamayı, bir partiyi, içten bir teşekkürü ve tabi bir vedayı hak ediyor. Kesinlikle özel bir gün olacak o gün ve özel bir şekilde izlenecek. Pürdikkat ve rahatsız edilmeden.

İşte böyle. Bir klişeyle kapayalım şimdi; "all good things come to an end."

aslında zor

Bir gün böyle bir blog açacağım; "aslında zor."
Ben neşeli anları, mutluluk verici hatıraları çokça kaydederken, üzücü olayların uçup gitmesini tercih ediyorum galiba. Sessiz kalıyorum. Belki bu yüzden laylaylay "ay çok pozitifsin" bir görüntüm var blogda, çünkü güzel şeylerden bahsediyorum veya komik şeylerden:)

Derya'ya hep şaka yollu bu cümleyle takılırken; son iki gün gerçekten "aslında zor" olup olmadığını düşündüm. "Hassas bir dönemdesin, bebeğin hissediyor, kendini üzme"lerin faydası olmuyor. Hayat böyle bir şey. Ayrıntıya gerek yok, bazen gerçekten bazı şeyler herkes için olduğundan daha zor olabiliyor benim için. En yakınınızda olması gerekenler savaş baltalarıyla size doğru gelebiliyor. Siz savaşa en bir hazırlıksız haldeyken, tam da barış çubuğu tüttürürken. Bazı şeylerin bin yıllar geçse de aynı kalması, insanların değişmemesi. Devamı biraz gözyaşı, biraz öfke. Hepsi geçince kalansa biraz baş ağrısı, gittikçe küçülen, şu saatlerde bir minik düğme olarak kalan. Bir kaç saate tamamen yok olacağını umduğum. Ve tabi yaşananları tortusu dersler, bizi büyüten, daha iyi insanlar yapan.

İyi ki bütün bunlar olurken, sarılıp ağlayabildiğim, bir şey anlatmasam da beni anlayan, üzülmeme saygı duyan biri var. Belki o olmasa, benim sevgilim olmasa gerçekten "aslında zor" olurdu.

/
Lost lost lost! Masal artık bitiyor. Son bölümdeki gözümüze sokulan ve "bakın 6 yıl önce herşeyi biliyorduk" flashback'i yersizdi. Biz o kısmı zaten çok net hatırlıyoruz. Umarım sonu güzel olur ama bundna pek ümitli değlim, çünkü ne olursa olsun kusur bulacağız gibi geliyor.

Bu arada, ekşisözlükteki şu yorum beni gülmekten öldürdü-henüz izlememiş olanlar için süprizbozan var-: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=19027363

/
Teknolojinin nimetleri, pek çok boyutlu ultrasonlar. Ay kraterine benzeyen bir yerde, uyuyan uyanan boksör gibi yumruk yapan, sanki boşlukta hareket eden bir minik adam. "Sağ elimde beş parmak, sol elimde beş parmak say bak say bak saaay bak" diye bir çocuk şarkısı günlerce dilimden düşmedi. Parmaklarını saydık beraber. Bir mucize, gözlerimizin önünde. İlk defa o kadar duygulandık. Sahiden içimizde kelebekler. İnanmaktan, bilmekten daha öte bir şey bu. Ve çok neşeli.

/
Robotlu üstler bakıyoruz, neşeli uyku tulumları, zürafalı battaniyeler. Gitsin barbieler, tokalar, gelsin legolar, korsanlar.

/
İsim konusu hala çok karışık, evet bir kaç şey var aklımızda. Asıl komik olan koyulan isimler, internette veya kitaplardaki isim önerileri. Bu konuda bomba bir yazı yazmak istiyordum ama adım herşey muhalefet blogger'a çıkacak, birileri üzerine alınacak, haftalar sonra -okunmayacak kadar uzun ve lüzumsuz- yanıtlar yazmaya kalkacak diye yazmıyorum. Kimse buna hazır değil:)

/
Bu maç olayı gerekeni yaptı. Evet birileri onunla o kadar meşgul oldu ki, gerçekten olan biteni o gürültüden duyamadı. Yani futbol yine amacına hizmet etti.

/
Arabalar şahane, rengarenk, ben de binerim diye bakıyorum, capcanlı renkler acaip şeyler. Bu konu bizim için pek mühim, çünkü dere tepe hep beraber gezebiliriz diye düşünüyoruz. Bazı şeylere karar verdik çoktan, böylece alma zamanı geldiğinde, vakit ilerlediğinde, kısa bir sürede halledebileceğiz.

/
Bu arada deryik hanım şekerparemle şahane bir eminönü gezisi. Bir insan her yeri mi bulabilir, ne lazımsa nasıl bilebilir? Dehşet eğlenceli şeyler var. Biberon stoğuna bile başladım. Çok mu temkinli gidiyorum ne?

/
Öyle bir "analık babalık" havalarına girmedik. Heyecan duyuyoruz çok, hayaller kuruyoruz, merak ediyoruz. Ama neşemiz aynı, aşkımız aynı, savruk hallerimiz aynı.

/
Alışveriş yaparken gördüğüm ve elindeki kitaplar üzerinde sohbete başladığımız cici psikolog kadına bile orada ayaküstü okunacak kitap sorduysam, buna ne denebilir artık bilemiyorum:)

/
Başka... Yürüyüşler, güzel yemekler, değişen bedene uygun kıyafetler, hayaller, heyecanlar, çeşit çeşit neşeler, güzel filmler, çokça kitaplar, zevkli çeviriler, vapura binmeler, dualar ve şükürler...


Ve hayatımdaki güzel insanlara; telefonda sağlığımı soranlara, üşenmeyip gelenlere, heyecanımı paylaşanlara, bana o çok istediğim kotu bulanlara, çatlak patlak olmayayım diye kremler gönderenlere, iyi dileklerde bulunanlara, seve seve ablalık edenlere, beni şımartan, sevgisini hissettiren herkese içten bir teşekkür...

anneler günü

Anneler günü tamam, hep birlikte eğlenelim. Ben bile duygulu anlar yaşadım. Sevgili sevgilim kutladı böyle bir şaşırdım, öğlen babam aradı, o da değişik bir duyguydu. Bir kaç cici arkadaşım beni de hatırladı. Ki elbette ki beklemiyordum. Böyle enteresan hisler. Daha pek erken tabi, herşeyi vaktince hissetmek ve yaşamak en güzeli.

Ama bu abartıyı anlayamıyorum. Hani anneler çocuklar güzelce yemek yiyelim, annemizi bir gün olsun şımartalım güzel bir şey. Fakat bu aşırı tüketim hali saçmalık. Bir kere neden anneye meyve sıkacağı ve benzer mutfak aletleri alınıyor? "Al şunu anne de bana daha super yemekler yap". Kadınların tek istediği tek taş mıdır? Kadınlar alışverişi delisi gerzek mahluklar mıdır? Annecikler hep "zahmet etme evladım" mantığındayken bu saçma-savurma hali ne derece anlamlı?

Ayrıca anneler günü boyunca rastladığım birbirinin aynısı arabesk anneler günü yazıları nedir:

"Herkesin annesi başkadır ama benimki bambaşkadır. En güzel dolmayı o sarar. Yıllarca okula giderken bana kahvaltı hazırladı. Bir gün olsun bir şeyimi eksik etmedi. Terkedildiğimde onun göğsünde unuttum acıyı. Konuşmadık ama hep bildi. En büyük kavgalarımı ben onunla ettim, aslında onunla değil kendimle didiştim. Umarım bir gün onun kadar iyi bir anne olabilirim" falan filan. Direk iclalaydın.

Ayşe arman ekolü var: "Annem çok güçlü bir kadın. Ben ilk erkek arkadaşımı ona anlattım. Benimle herşeyi konuştu, o yüzden hiç korkmadım, hiç tedirgin olmadım. Olduğu gibi anlattı herşeyi... Neyse ve nasılsa... Ve yine onun sayesinde 'kendi ayakları üzerinde durabilen' bir kadın oldum". Kendi ayakları üzerinde durmak klişesini bir gün ayrı bir başlık altında inceleyeceğim.

"Benim annem melektir. Beni 9 ay karnında taşıdı. Gece hastayken başımda bekledi. Cennet anaların ayakları altında diye boşuna söylenmemiş. Ben de bu mübarek günde, anneme bir çiçek alacağım. Tabi o daha fazlasına layık. İyi ki varsın annem." Ilımlıislam ekolü.

"Artık iki annem var. Ne mutlu bana..." Yenigelin ekolü.

Bu örnekleri daha çoğaltabilirim. Maksat annelerin için oymak mı anlamıyorum. Ama bana özellikle komik gelen, edilen hizmet üzerinden duyulan minnet. Anne annedir nokta. Dolma sarmayı bilmeyebilir.

Büyük harflerle yaşanan herşeyde bir samimiyetsizlik. Ayrıca onu da bayram ziyareti korkunçluğuna dönüştürmek, sabahtan kadının annesine, akşama doğru yemeğe adamın annesine gitmek falan. Komik işler. Gene kadınlara eziyet. Şehit annelerine, annesi melek olanlara üzüntü...

Onun yerine anne çocuk çimlerde yuvarlanalım, ananelerin, babanelerin elini öpelim, yanaklarını sıkalım yeter. Olmaz mı?

Not: Hediyemizi aldık mı?




ahırkapı 2010

Bu ne saçmalık. Geçen seneki düzenli ve terbiyeli kalabalık, iğrenç alkolik ergenler topluluğuna dönüşmüş. Tamam o zaman da bir saatten sonra kaykılanlar olmuştu ama belli bir sınır içerisindeydi, kimseye rahatsızlık verecek bir şey yoktu. Kimi köşesinde kendi kendine içiyor eğleniyor, kimisi dolaşıyor, kimisi ıvır zıvır yiyor vs. Gayet medeniydi. Geçen seneki, kuyruğa neden olsa da mantıklı olan kupon uygulaması, "biraaabiraabiraaa 5 liraa" rüküşlüğüne dönmüş. Geçen yıl bayağı bir konser dinlemiştik, bu yıl gürültüden başımız tuttu, her tarafta detone sesler, aptalca gıygıylar. Hani masanıza gelip keman çalmak için bikbikleyenler veya "ablaya al bi gül" diyen çiçekçiler gibi. Alkolle bir sorunum yok, edepsizlerle ve bokunu çıkaranlarla var. Nasıl bir gerizekalılıktır yapış yapış durarak bira içmek, plastik bardakta şarap içmek ve elindeki anlamsız tefi çıkkıdı yapmak. Ve bütün çöpleri yere atmak. Ne zevk alıyorsunuz? İğrenç bahar şenlikleri gibi desem o bile değil, azıtmış menopoz teyzeler, varoş abiler, görgüsüz ve açık havada göbek atma özgürlüğüyle delirmiş kızlar var. Ve herkes deli gibi bu kaosu fotoğraflıyor. Facebook'un da canı cehenneme ya. Gayet de tacize açıktı ortam. Hepinize geçmiş olsun. Yılbaşında taksim neyse, ramazanda sultanahmet neyse öyle bir şey olmuş. Nasıl bir avamlık anlatamam. Ve mantıksız! Hıdırellez bu! Allah aşkına hızır kim, olay ne, neyi temsil ediyor, neyden ötürü kutlanıyor, tamam beyin ölümünüz çoktan gerçekleşmiş ama nedir yani bu "açıkhavada alkol, hadi koş" manyaklığı! Ben normalde alkol yasağından yana asla değilim. Ama bu topluluk da gerçekten iğrençti. Nedir boyunuz mu uzadı noldunuz? Olay alkolse, deryik'in dediği gibi, al iki bira, aç ntv'yi, ahırkapı canlı yayın iç evinde efendi efendi. Geçen yıl en azından standlar falan düzenliydi, yok bu sefer yürürken önüne çıkan efes dağları ve "biracılar buraya 5lira5lira" aynen "seda sayan da buradan giyiniyor" tonuyla hem de. Nasıl bir düzensizlik, fırsatçılık, embesillikti anlatamam. En komiği de zaradan katkat etekler bulup giymiş çakma çingenelerdi. "Herkes bir günlüğüne çingene olacak" olayı. Solaryum güzelleri. Dün "pisler, camımı kirletme pis çingene çocuk"tu, bugün "ayyy ne şirinler ne gamsızlaaar" oldu.  Kızlar resmen hani böyle fasılda veya kına gecesinde normal birine benzeyen ama sonra içinden canvar çıkan ve masaya çıkıp dansözle sapıtan ve içkiyi başka bir yeriyle içen kızlardı. Neredeyse hepsi.

O biraları için için için ve o iğrenç tuvaletlere giremeyin, sıra beklemek zorunda kalın, idrar torbanız patlasın.

Bu arada, biz o kalabalıkta deryik'im şekerparemle karşılaştık. Yok doğrusu, o beni buldu. Kendisi sevdiceğimden sonra tanıdığım yön duygusu en gelişmiş ve tarif yeteneği en yüksek insan. Ahırkapının ona anlattığım gibi çıkmadığı için üzüldüm biraz. Ama bolca kahkaha attık, biraz dedikodu attık, sarıldık. Havai fişek bile gördük.

Ve ben devasa dilek resimleriyle dolu kağıdımdan gemi yaptım, denize attım. Yüzdü bile:)

Seneye görüşürüz efendim. Elbette başka bir yerde.

Bir de bugün bizim için mucize değerinde bir gündü. Detaylar daha sonra.

pırıl

Pırıl;
Ailemizin yeni üyesi.
Gördüğüm en karizmatik makine. Bulaşık olayından kurtardı bizi. Yaşasın.

Hamilelik durumlarına gelince, bayrağı devraldığıma göre bir miktar yazmalıyım;
Herşey tıkırında. Hayatımın en değişik dönemlerinden biri. İlk zamanlar alien gibi hissettim doğrusu :) Sonra alışma hali. Bir mucizeyi hemen kabullenmek kolay değil ki. Henüz öyle bir üçüncü gözümün açılması durumu yaşamadım. "Anneler hisseder, herşeyi biliyorum, cinsiyeti rüyama girdi" veya "Babası canımız çilek çekti" halleri olmadı. Daha ziyade; bir neşe, heyecan, merak, bir zıpzıplık.

Elimin durumu yer yer zorladı. Onda da sevdiceğim elim kolum oldu. Şimdi daha iyi, dinlendikçe düzeldi. Onun dışında pek farklı bir durum yok. Uyku atakları vardı, giderek azaldı.

Hayat güzel. Okul tatilinde gibi bir hal. Telaşsız hazırlıklar. Gün içinde çıkıp yürümek. Sayfiyedeki yaşamlar gibi bir hava. Tıktık önümüze açılıveren kapılar, hooop balonlar, havai fişekler.

Kilo durumum iyi gidiyor, bundan memnunum. Yokuştan yuvarlanmak istemiyorum pek. Yine de Ebru Şallı diye birinin olduğu bir dünyada hayat zor tabi.

Pek bir şey okumam sanıyordum, ama okuyorum. Çok da faydalanıyorum. İnternet pek bir karmaşık. "Ah onu hissettiğimden beri hayatımın anlamı değişti." "Babası da pek düşkün bir dediğimizi iki etmiyor" "Bugün dizdiği binbirinci küpün üzerine çiçek resmi yaptı."dan öteye giden çok az günce var.

Bunun yerine güvenilir yazarların ve/ya konuda uzman kişilerin kitapları daha zengin. Hamilelik zaten doktorun önerileri doğrultusunda davranılacak, pek de müdahalemizin olmadığı bir süreç. Laylaylom. Sonrası için, özellikle ilk bir yılı ilgilendiren, bakım, sağlık, gelişim vb konularda okumalar yapıyorum. Evet şimdiden:) Ben her şeyi abartırım. Bir yazara takar kitaplarını patlayana kadar okurum, ilgi duyduğum bir konunun hakkında bir şey kalmayıncaya kadar elime geçen her şeyi ezberlerim. Abartırım özetle:) Yeni merak konum da bu olduğuna göre, çokça okumam kaçınılmaz aslında.

Ece Arar'ın kitaplarını kesinlikle tavsiye ederim. Çokça faydalandım ve beni başka okumalara da yönlendirdi. Zengin, derin ve sakin cümleler. Sahici. Sanırım en iyi tanımlayacak kelime bu; sahici. Mükemmelmiş gibi yapmayan, kusursuzmuş gibi yapmayan, herşey çok basitmiş gibi yapmayan. Çok iyi tanıdığınız ve güvendiğiniz birinin çay eşliğinde size samimi bir şekilde deneyimlerini, kaygılarını, duygularını anlatması hissi. Öyle ki, onu iyi tanıdığınız veya hatta sizi iyi tanıdığı duygusuna kapılarak, ona kalbinizi açmak istiyorsunuz. İyi ki var.

İsim konusu çok komik. Kızılderililer mesela bir müddet bekler, çocuğun karakteri kendini belli edince ona uygun adlar verirlermiş. Biz kedilerde bunu yapıyorduk :) Ben telaşla isim koymak isterken; sevdiceğim "dur bakalım bir, tanıyalım nasıl bir şey" der ve sonra süper isimler bulurdu. Benzer bir durum yaşayabiliriz:)

Kocaman battaniyemi tığ kullanamam sonucu askıya almıştım. Örgünün elimi yormadığını keşfettim. Film izlerken minik bir hırkaya başladım, bitiyor neredeyse. Minik minik minik. Hızla tamamlanması en iyi yönü tabi:)

Kitaplar konusunda güzel bir arşivim olmaya başladı. Peki ya, bu konuda izlenebilecek belgesel vb önerileri olan var mı? Çok sevinirim. Okurken dikkatim eskisinden çabuk dağılıyor.

---


Meraklısına not: Bu blogu yorumlarına dek defalarca okuyup, hayalet hayalet gidip dönenleri ve sahibi oldukları blogları o sayaç programlarından biriyle görebiliyorum, çok eğlenceli.

üç kalp

Son günlerde bazı alışkanlıklarım değişti benim. Mesela; vapurdan iskele verilmeden atlamıyorum artık. Telaşsız ve sakince iniyorum. Güvenlik cihazlarından geçmiyorum, hoop yandan kaytarıyorum. Vakitlice uyuyorum. Haftasonu motosiklete bile binmedim. Daha iyi, daha sağlıklı bir kız oldum.

Biz evlenirken, sadece deli gibi bir arada olmak istemiştik. Aynı evde olmak, aynı hayatı paylaşmak, aynı soyadını taşımak, aynı sabahlara uyanmak...

Sonradan geldi bir mucizeyi de aramıza katma isteği. Elele verdik, doğru zamanı bekledik.

Çatımızın altında üç kalp çarpıyor bir süredir.

Kış geldiğinde, herşey vaktiyle ilerlerse hayatta en sevdiğim insan; babasıyla aynı ayda, o üçüncü kalp de minik bir insan olarak ev halkına katılacak. Küçük bir insan. Biz iki kişinin toplamından bir etmeyi becerdik, bakalım bu yeni matematikle üç edebilecek miyiz?

Bence edeceğiz.

Şimdi, aylar önce aldığım bir anahtarı verme vakti, hıdırellezde kutlamak da gerekli, dileklerin kabulüne içten bir teşekkür etmeli.

aşk üzerine

gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

Mahrem/Elif Şafak


---
Ne kadar uzun zaman elim gitmedi okumaya. Hem korktum hayal kırıklığından, hem kıyamadım okumaya, hem de doğrusu kıskandım. Hayır, yazarı değil. Yazdığını. Kalbimin en güzel sandıklarına, sarıp sarmalayıp sakladığım, en gizli çekmecelere lavantalarla koyduğumu, raflarda, herkesin elinde gördüğümde kıskandım, hoyratça dokunacaklardan, yere düşüreceklerden. Nasıl anlatayım, hani bir elmas taş varsa elinde, onu parmağına takarsın özenle, ayakkabına takmaya kalkarsan yuvarlanır gider, onun gibi.


Sonra nihayet, bir cesaretle aldım elime, bir türlü su gibi akıp gidemedi, takıldı da takıldı. Kitap bittiğinde, hissettiğim en güçlü duygu, yazarın suratına bir yumruk atmak ve yanına düştüğüm notlarla kitabı ona geri vermekti.


Cüretkâr buldum bir kere, özellikle bu. Onun dışında, çömezin maceralarını densizce buldum, Ella tanıdık geldi, bir yahudininkine benzemeye başlayan şehir insanı yaşamını, kurallarını, köşelerini, sertliklerini, rutinlerini tipik bir şekilde yansıtmış onunla. Onun kendine yolculuğu güzeldi. Belki okuyucunun kendini özdeşleştirebilmesi için koyulmuş bir öğe. Ama ona da bir mürşid tayin etmesi ne derece adildi kestiremedim. “Çöl gülü”nün anlatıldığı bölüme benzer meselleri çok okumuşuzdur önceden, ve diğerlerini de,- kopyala yapıştır yaz-. Tarihsel hatalar var mıydı? Evet kesinlikle. Beğendiğim bölümler olmadı mı? Oldu. Ama her biri, Mesnevi'den pırıltılar taşıyan cümlelerdi ve ben onları nerede görsem severim. Kitaptan alıntılayabileceğim bütün cümleler, onlardandı zaten. Bilmeyenin, kendi kaleminin yazdığını zannedeceği cümleleri bir araya getirmiş en fazla. Elindeki elmas tozuysa, serptiğin yer neresi olsa ışıldamaz mı? Ve bence ancak, bu cevherle, kaynağında karşılaşmamış insanları büyüleyebilir. Daha önce keşfetmemişleri… Neden mi? Çünkü "Mesnevi", "dini kitaplar" reyonunda, "Aşk" ise "best seller".

Ama...

Şems'i anlatmak, onun dilinden olan biteni anlatmak? Ve tabii, Mevlana'yı? Mevlana’ya aşk sorulduğunda, “ben ol da bil” demişti, sen oldun mu da, o “aşk”ı yazıyorsun? Ve neden şimdi? Neden tasavvuf herkesin dilindeyken? Neden onu “secret” falan gibi bir şey haline getirerek? Bu denli “light” bir şey mi tasavvuf? Bütün bunları tasavvuf üstüne nasıl temellendirebilirsin? Neden bir proje yazar gibi yazdığını hissettirerek? Neden modayken? Bir inanç sistemi moda olabilir mi hem? Nasıl bir şaka bu? Bin bir gece çile çeken dervişlere haksızlık olmaz mı bu, büyükleri geçelim, hiç değilse o kitabındaki çömez gibilere? Ya da ayıp? Bu kadar ucuz, bu kadar kolay mı bu yolculuk? Binlerce dervişler geçti oralardan da, bir ona mı kaldı anlatmak bu kadar pervasızca ve kelimelerini onların yerine koyarak?


Neden böylesi bir aşkın en iyi anlatılabileceği “anadilinde” değil? Hem sonra, neden sevgililer gününde, pembe kalpli, kapağı reklâmcılara tasarlatılmış bir kitapla poz vererek? Aslında konunun anlam ve önemi düşünüldüğünde Şeb-i Aruz'u da seçebilirdi tarih olarak ama satış kitlesi için çok "in" olmayabilirdi elbette. Migros raflarına daha da yakışsın diye mi renk pembe ve yayın evi artık metis değil? Ah pardon grisini de bastın sonra değil mi? Çook dâhiyane sahiden. Diğer kitaplarındaki satır aralarında, yalnızca o dili bilenlerin anlayacağı bir gizle, baharatlandırarak anlatan yazar nerede? Mahrem'i yazan elif şafak'ın edebi nerede? Diline pelesenk ettiği “aşkın edebini” neden kendisi giymemiş? Aşkın şeriatına sığar mı bu? Röportajlarında, dünyanın bilmem neresindeki bir kuş türünü ya da ilkel bir kabileyi, günlerce onların arasında yaşayarak incelemiş gibi anlatması neden? “Ben uzaya gittim, ayda bulundum, geldim, şimdi sizlerle bütün bu deneyimleri paylaşıyorum. Evet, havada takla attım. Ortam pek tozluydu.” Peki ya, kitabı okurken de bu yapaylığı hissettirmesi? Bir konunun terminolojisine, diline hâkim olmak, onun hakkında çok okumak, onu içselleştirmek demek midir? Balık, suyu anlatabilir mi? Yanmayı, en çok ve ancak pişmişler bilmez mi?

O 40 kuralın evrensel olabileceği fikrine nereden kapılmış. Hayır hiç de değil. Şeriat kelimesi, ki sanırım bu kitaptan sonra daha az antipatik olmaya başladı önceden sosyetik ablalara yaptığı çağrışım simsiyah bir şeydi, evrensel bir kelime mi? Mevlana'ya İslam dünyasının Shakespeare'i demek, ne bileyim Diyarbakır'a buraların Paris'i demekten binlerce kat zavallıca, bunu düşünebilecek bir insan yazar olabilir mi? Nasıl zekadan yoksun bir benzetmedir bu?!

Tarihsel hatalara hiç girmiyorum. Bunu internette araştırarak da bulabilir herkes. Ve elbette çok daha derinlikli bir şekilde konuya hakim olanlar var, ama Şems ve Mevlana'nın bale gösterisi düzenler gibi sema yapmaya kalkışmadıklarını en birinci seviyedeki beyin bile biliyor olmalı. O yılların Konya'sında, aynı evde yaşayan bir kadın ve adamın başbaşa saatlerce ayet tahlili yapmaları mümkün mü yani? üstelik ayetleri iniş sırasına göre incelemek dediği şey, son elli yıllık bir metotken! Evet, o yıllarda karagöz olmamasına rağmen, Şems'in ağzından "...hayal perdesinde karagöz oynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işin kandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar." diye cümle kurması belki bir detay ama bunların binlercesi var kitapta. Fantastik bir şeyse, kurmacaysa, hayır olmadığını iddia ediyor, tarihsel bir yönü varsa, evet olduğunu iddia ediyor ama çöp. Ve tehlikeli.

Ve neden "20 ytl'ye insan-ı kâmil olmanın sırları" tavrıyla? Neden, gülben ergen'le derin derin bakarak ve şarkılar söyleyerek anlatıyor kitabını? Bence tek ortak noktaları “anne” olmaları değil de, o kadın nasıl, korkunç namelerle söyleyerek, "bu su hiç durmaz"ı kendine yakıştıramıyorsa, işte elif shafak'a da bu söylemler aynı şekilde yakışmıyor. Üstüne büyük gelen bir giysi gibi, annesinin ayakkabılarıyla bakkala giden küçük kız gibi.

Hangi arada, akademisyen hanım, ortamların “sufi ablası” kesildi de biz kaçırdık? Bir tek beni mi bıktırdı, her yerde "göçebeydim, asiydim, âşık oldum, anne oldum değiştim, kemale erdim" diye anlatması? Neden, bu kitapla, onları sosyetik ablaların çay sohbetlerine "bir kitap okudum hayatım değişti şekerim" gibi meze yapıyor? Plajda güneşlenirken, bir şezlong kitabında mı çözecekler ilahi aşkı yahu? Bir şezlongdan diğerine “enerji” yollasınlar tabi, tam olur. Nedir yani, özel davetlerde, yemek yiyen insanların etrafında "dönen" semazenlerden ne farkı kaldı acaba? Konunun özüne vakıf olmadan, onu sohbet konuna eklemek, cin olmadan adam çarpmaya benzemez mi? Bu gücü, “Siyah Süt”teki kibirli halinden mi alıyor? Hani kendini o kocaman yazarlarla bir tuttuğu, küçük ve büyük, tüm dağları ben yarattım halinden? “E tabi, Mevlana ve Şems’i de, yazsam yazsam ben yazarım” diye düşünmüş olmalı öyleyse. Ha bu türlerin genel savı olan "olsun bir kişi olsun bu kitap sayesinde merak edip mesnevi karıştırdıysa ne mutlu bana" diyorsa, ki dedi, bir o kadar da kafası karışık insana sebep olduğunu bilsin isterim. Ramazan ayında promosyon kuran-ı kerim veren gazetelerin de aynı cümleyi kurduklarını hatırlayalım. Siz Türkler nasıl diyor shafak hanım, “kaş yaparken göz çıkarmak”?

Büyüklerin aziz ruhları mutmain midir ona göre? Ne haddine düşmüş onları anlatmak? Kimden izin aldı ve dahası kimden destur aldı da yaptı bilemedim. Kırıldım, üzüldüm ne çok cümleye. Küçücük boyumla ben bile.

Evet, elbette ki kendi penceresinden, kendi şems'ini, mevlana'sını anlatmış, ama öyleyse keşke bizler okumasaydık dedim içimden. O denizden, kabı kadar alabildiği, kendine kalsaydı. Tabi niyetinin bu denli masum olduğunu düşünürsek...

Peki ya neden okudum? Hani bir bölüm vardır Leyla ile Mecnun'da, bilir misiniz? Biri gelir Mecnun'a ve der ki, işte ben falanca şehirden geliyorum leyla'yı gördüm. Mecnun da, sevincinden ne yapacağını bilemez de, ona hırkasını çıkarır verir sırtından. Adam gittikten sonra, çevresindekiler, adamın yalan söylediğini söyler mecnun'a. Mecnun'un yanıtı şahanedir; "biliyordum, doğru olsa hırkamı değil, canımı verirdim."

Eğer içinize kaçmışsa o zehir, artık kurtuluşunuz yok, burnunuz her nerede olursanız olun, onun kokusunu alacaktır. Sırf o çiçeğin sarhoşluğuyla birçok yapay bahçe de göreceksiniz, birçok diken de batacak elinize.


Ama olsun. Aşk böyle bir şey.

Hamiş: Bu yazı aylar önce yazdığım, yayınladığımı zannettiğim ama taslaklarda kaybettiğim bir yazı.