Seni seviyorum.

Her gördüğümde, “yeniden” aşık olduğum için değil, her seferinde sahiden “ilk kez” olduğundan sen.

Senin beni sevmenden, muhteşem bir sevgili olmandan bağımsız. Bu aşkın karşılık bulması sadece mucize.

Küçük şeylerde kaybolmak sonradan geldi. Gece yarısı yaptığın kahve, beni olduğum gibi sevmen, daima desteklemen sonradan geldi. Sevdiğin şarkılara eşlik ederken, detone olmaya aldırmadan o şarkıları en bir güzel söylemen de. Neye kalkışacak olsam “delirdin mi?” demeyecek, “yapamazsın” demeyecek biri var. Anlarda mutluluklar bulmak daha sonra geldi. Çok keyifli bir gülümsemenle hayat dolmak. Ben kimseden bir şey isteyemem. İstemedim hiç. Hasta olduğumda, mutsuz olduğumda, ağladığımda saklanırdım hep. Bu değişti mesela senden sonra. Hasta olmanın keyfine vardığım oldu. Garip bir bağ bu. Hala anlamıyorum bazen, gece uyanıp bakıyorum sana böyle "kibritçi kız" bakışlarımla. Ama sen o masalı bitirdin ve yenisini yazmaya başladın, acemi ellerimi tutarak değil mi?

Ben seni seviyorum çünkü seni seviyorum. O kadar.

Çünkü senin varlığın bahar gibi, tarçın gibi, mor gibi, çakıl taşları, gökyüzü, şarkılar, şiirler ve en çok İstanbul gibi. Sevdiğim her şey gibi.

Bu şarkıyı her dinlediğimde, hani o hayal ettiğimiz yerlerden birindeyiz sanki, geniş düzlükler, yemyeşil bir yer, çiçekli elbise, bisiklet, püfür esen bir rüzgar, ya da belki motosikletteyiz, o yere doğru gidiyoruz, veya sanki yolun karşısında elin cebinde hani beni görünce yüzüne konan şahane gülümsemen yüzünde, bana doğru yürüyorsun, cebinde mutlaka seveceğim bir şeyler….


Colin hay/waiting for my new life to begin

Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
I’ll stand on the bow, feel the waves come crashing
Come crashing down down down, on me
And you say, be still my love
Open up your heart
Let the light shine in
But don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin
When I awoke today, suddenly nothing happened
But in my dreams, I slew the dragon
And down this beaten path, and up this cobbled lane
I’m walking in my old footsteps, once again
And you say, just be here now
Forget about the past, your mask is wearing thin
Let me throw one more dice
I know that I can win
I’m waiting for my real life to begin
Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
And I’ll check my machine, there’s sure to be that call
It’s gonna happen soon, soon, soon
It’s just that times are lean
And you say, be still my love
Open up your heart, let the light shine in
Don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin

avam

Avam insanların birçok ortak özelliği vardır.

Mesela; ilk tanıştığınız dönem gösterdikleri aşırı ve lüzumsuz samimiyet. Onların “canım”, “bebeğim”, gibi kelimeleri tanışmanızın beşinci dakikasında kullanmaya başladığını görebilirsiniz. Buna en iyi örneklerden biri; Seda Sayan’ın “bacım” nidası olabilir. Bu tehlikelidir çünkü birebir ilişkilerde önce kendilerine ait hiç merak etmediğiniz saçma konuları anlatırlar, hemen ardından sizin mahremiyetinize girmeye çalışırlar. Onunla paylaşmayı hiç de düşünmediğiniz konular hakkında fütursuzca soru sorma hakkını kendilerinde görürler. Paylaşmazsanız, onlara göre ya ketumsunuzdur, ya kibirli. Simbiyotik yaşamayı ilke edindikleri için, sizinle de aralarındaki sınırı korumayı bilmezler. Paylaşmadığınızda da alınırlar. Dostluğuna güvenmeyin çünkü onun dostu olmak ışık hızıyla gerçekleşir. Bu size özel değildir.

Avam kişiler genellikle bir imaj, bir kişi veya bir tarza öykünürler ve ona uygun yaşıyor gibi davranırlar. Bu bir insanın günlük alışkanlıklarını taklit etmek olabilir. Sınıf atlama kaygılarını, zaten atlamış gibi göstermeye çalışmak olabilir. Bazıları solculuk oynar mesela. Hiç anlamadıkları yazarları okur ve yine anlamadıkları için hangisi neyi anlatıyor bilmeden üzerine konuşurlar. Bal yapmaz arı der ya büyükler, işte aynı ondan. Vızvızvız. Ne bileyim, mahalle parkında ucube aletlerde her sabah üç kere sallanmayı “sporu seviyorum” olarak size sunabilirler. Bu Hülya Avşar’ın tenis oynaması ve dergi çıkarmasına benzetilebilir. Olmayan bir alışkanlığı var gibi göstermek. Mesela; burhan altıntopun “ben de Nişantaşı çocuğuyum beni de aranıza alın” feryatları bunun biraz abartılmış halidir ama durumlarını tam olarak anlatır. Ona sorarsanız o da, diğerleri gibi dergide çalışıyordu hatta müdürdü, o da eğitimliydi, o da artık şehirliydi ama biz dışarıdan ne kadar garabet göründüğünü fark edebiliyorduk. O ise farkında değildi! Kilit nokta burası.

Size bir konu hakkında fikir sorar, sonra hemen o elbiseyi üzerine giyer ve hatta kendi dikmişçesine gururla taşır. Unutur, çünkü o sizi taklit etmeyi o denli içselleştirmiştir. Kopyala yapıştır onun mottosudur. Saçınız pembedir, size “aa nasıl yaşıyorsun o saçlarla dikkat çekmiyor musun” gibi bir soru sorabilir. Sonra siz içtenlikle “işte önce rengini açtılar sonra bik bik” diye anlattıktan iki gün sonra; siyah saçlı fotoğrafının altında “pembe saçlarım ve ben… Pembe saçlı olmak öyle bir şey ki...” diye şiirsel yazılar yazabilirler. O hakikaten saçlarını pembe sanıyor, kızmayın. Ve asla saçlarının siyah olduğunu hatırlatmayın, bunu duymaktan hoşlanmayacaktır.

Ayrıca en büyük ortak özellikleri, eleştirildiklerinde aldıkları hal. O canım cicim ve “hadi her şeyimizi paylaşalım” samimiyeti birden tamamen çirkinliğe dönüşür. Acayip hakaretler, açıklanamaz davranışlar, ancak mahalle kavgasında ağza alınabilecek cümleler. Şaşırmayın. Tabi ki ondan bir İngiliz asilzadesi olmasını beklemiyordunuz ama yine de hazırlıklı olun. Bu kadar öfke hangi arada birikti şaşarsınız, ama unutmayın onun bütün derdi siz olmak, gerekirse bunun için sizi yer bile.

Eğitim durumları genelde benzerdir. Ya yeterli eğitimi alamamışlardır, ya da almışlardır ama bunu bir baltaya sap edememişlerdir. Bunun verdiği aşağılık duygusuyla kendilerine bir uzmanlık alanı seçerler. Bu uzmanlık alanı aslında herkesin bildiği ve vakıf olduğu bir konudur. Ama olsun, o eşsiz bir insan olduğu için, eşsiz bir öğrenci/kadın/eş olacaktır. Mesela; eğer anneyse çocuk eğitimi; eğer evli ve çocuksuzsa; mükemmel eş olma gibi. Bunlar değişir; alışverişe meraklıysa ve güçlü bir sponsoru varsa; stil uzmanı kesilebilir, yeşil seviyorsa, sağlıklı yaşam konusunda ahkâm keser, çiçek seviyorsa, botanikte bir numaradır, düğme dikebiliyorsa tasarımcıdır, photoshop’u açabiliyorsa grafik konusunda dehadır, iki kere radikal gazetesi almışsa da siyaset uzmanı ta kendisidir. Eğitimli olduklarını iddia ederler fakat dikkat edin genelde çalışmazlar. Çalışmayı deneseler de iş hayatları uzun sürmez, bunu da kendi tercihleri, özgürlüklerine düşkünlükleri veya hiç olmadı “beyim istemiyor”la açıklayabilirler. Ve yaratıcı işlerle meşgul olduklarını iddia ederler. Hayır, tek neden, profesyonelliğin olduğu ortamlarda onun gibilerde yer olmamasıdır.

Bir adımlık işi on adımda anlatırlar. “Bugün vapura bindim” Hayır o önce, jeton alır, tanrım çocukken de böyle vapura binerdi onu anımsar, sonra ağır ağır insan kalabalığına karışır, sonra saatine bakar; aa vapur gelmiştir. Yavaş yavaş adım atar, kolunun altındaki gazetesini hatırlar ve vapura biner. İşte bu, maksat zengin dursun. Öyle ki; eğer yanında erkek arkadaş/ezik bir kız arkadaş gibi bir şey varsa, o sırada onu da kişisel fotoğrafçısı ilan eder ve yüzlerce vapura binme fotoğrafı çektirir. Bu küçük şeylere anlam yüklemek değil, fındık kabuğunu doldurmayacak meselelerle zaman öldürmektir.

Bu insanlar apartman kavgasında bağıra bağıra kapıcıya hep kendisinin su verdiğini söyleyen kişilerdir. Pazar günü siz balkonda kahvaltı ederken tepenizden halı silkeleyen ve bunu “bir Pazar evdeyim ne zaman yapayım canım” diye açıklayandır. Trafikte “canım kardeşim” diye parmak sallayarak konuşan adamdır. Lokantada garsonu “biliyoruz bu işleri bir siparişi karıştırmamak ne kadar zor olabilir ki” tavrıyla azarlayan insandır. Haksızlığa uğradığını hissettiğinde, eğer kadınsa, direk kocasına/sevgilisine sığınır; “beni çok mağdur ettiler çok üzüldüm aşkitom” der ve adam onu pohpohlar; “bırak ya onlar senin attığın tırnak olamaz, ne kendini üzüyorsun” minvalinde laflarla kırılan egosunu tamir eder. Ayrıca yine onların o samimiyet döneminde kazara birkaç şey paylaştıysanız, bu tartışma döneminde ortaya döküleceğinden emin olabilirsiniz. Aranızdaki bir mektubu herkese okumak, özel bir paylaşımı genele yaymak… Her şey olabilir. Amaç bellidir; şov yapmak. Herkese “bakın haklıyım o çok iğrenççççç biri ve beni ağlattııı” diye duyurmak. Çünkü bilirsiniz, mağduru oynamak hep işe yarar bizim buralarda. Bunu da “onun seviyesine inmiyycemm yorum size kalmışşş” havasında yapar. Seviye nedir rakım mı ben hala bilmiyorum, ama konumuz bu değil.

Sürekli saflık edebiyatı yaparlar. “Ben çok iyi niyetli olduğum için…” diye başlayan cümleleri onlardan duyabilirsiniz. Üzerilerinde böyle gereksiz bir neşe, samimiyetsiz bir pozitiflik vardır. “Hayat işte yara ala ala öğrenicem” geyikleri anlatırlar; sakın “bundan bana ne” demeyin. Bu kişiliklerini oluşturan en temel özelliktir. Sosyal hayatta insana yardımcı olacak birçok erdemden bihaberdirler ama bu “iyi biriyim ben” sıkı sıkıya tutunurlar. Ha bir de; “dobra”dırlar. “Aaa ben yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi arkasından söylemem tatlım” derler; yani dedikodu ama daima inkâr. "Konuşsam ortalık sarsılır" kadar sır tutma yetisi. Patavatsızlığı açık sözlülükle karıştırmak.

En sevdikleri şey atasözleridir. Affedersiniz, atasözü bilmek bile bir görgü ve kitap okumak sonucu gerçekleşir, bunlar daha çok minibüs arkası sözlerle yaşarlar. “beni çekemeyen anten taksın”, “Çok da tınn”, “kalbinde yer yoksa güzelim korkma ben ayakta da giderim”, “kimseye hak ettiğinden fazla değer vermiyycekksin” gibi sözler. Bunları başlarından geçen olaylarda mutlaka kullanır, sürekli bu şekilde mesaj verirler. İlahi adaletin daima kendilerinden yana olduğuna emindirler. İlahi adalet ne de olsa işi gücü bırakıp onun ezilen gururunun tamir etmekle uğraşacaktır tabi, dünyadaki savaşlardan falan daha önemli bir konu. Bunun altında kendilerine âşık olmaları yatar. Kurtlar vadisi ve ezel karışımı bir felsefeye sahiptirler.

Afilli olması için bazı kelimeleri seçerler. Örnek verelim; mütevellit, binaenaleyh, velâkin. Bunlar genellikle edat/bağlaç olur ve kesinlikle yanlış kullanırlar. Örnekleyelim; portakaldan mütevellit meyve suyu. Bence pazara gidelim binaenaleyh. Seni çok seviyorum velakin sen çok iyisin. Bunlar gibi tamamen alakasız durumlarda şık bir edat veya bağlaç kullanıverirler.

Tavsiyem; bu kişileri yukarıda bahsettiğim özelliklerinden teşhis etmeniz ve derhal kapsama alanlarından uzaklaşmanız.

Şimdilik bu kadar.

Bir insan türünü daha gördük ve tanıdık :)

gribal

Güne hasta başlamak kadar berbat ne olabilir?
Boğazım uzun zamandır bu kadar acımamıştı. Bademciğim yok benim, şişmek de değil, daha beter bir his. Ayrıca evin tek hastası da ben değilim, sevdiceğimle senkronize hasta olmayı başardık. E şahane bir haftasonunun ardından ancak bu gelebilirdi. O işe gitmek zorunda kaldı, ben biraz çeviri yaptım. Bizim ailede nesilden nesile aktarılan deva karabiberli bal olayı boğazımı biraz kendine getirdi. Şimdi cuppa yatak, umarım o da eve gelebilir. Birimizin akşama çorba yapacak gücü toplaması gerekiyor.

Alice'i izledik. Hayatta en sevdiğim kitaplardan biridir. Film neden dublajlıydı, altyazılısı neden yoktu ayrı bir sorun. Bence tek başarılı yanı müzikleriydi, ki Danny Elfman as always.
Tim Burton'un en ölü filmiydi bence. Bir ara o ejderhayla boğuşma sahnesinde uyuyakaldım. Benim gibi bir sinefil için bu ölümcül vaka. Sonu ayrı bir felaket, herkese ayar çekmesi sonra işlerin başına geçmesi falan. Gerçekten kötüydü. Kötü. Hoş detaylar yok muydu, elbette vardı ama o kadar da olsun lütfen.

Eve bisiklet almayı düşünüyorum. Evet, bir yere varmadığın sürece pedal çevirmek manasız ama buna ihtiyacım var.

kelebek

Ne söylesem az kalacak, ne kadar şımarsam az.

Evde çiçekler, çiçekler. En bir kalpten notlar. Hapşırıyorum pek sık ama buna değer. Cebimde hediyeler.

*

Yoğun ama pek güzel günler. Şimdi bir kere benim artık silikon tabancam var. Matkap gibi pahalı bir şey sanıyordum, değilmiş. Sonra; benim keçelerim var. Puantiyeli kurdelelerim. Deryik hanımla bir sürü craft hayalimiz var. Bazıları için sponsor gerekiyor, bazıları için biraz vakit. Ne eğlendik cumartesi, bir sürü gevezelik, orada sakince oturulabilecek tek yeri bulması. Dünyanın en beyefendi yaşlı amcası. Bir an dedemlerde bayram ziyaretindeyim sandım, öyle bir özen. Tek sorun onun hep yağmur bulutlarıyla, rüzgarlarla gezmesi. Sonra ben minik yaka iğneleri yaptım, minik tamiratlar yaptım. Anaokulu faaliyet saati gibiydi. Bu hafta daha bir verimliydi gezimiz:) Şimdi devasa el işimiz için ilk ilmekleri atıyoruz. Aa fotoğraf bile çektik!

*

Eminönünde doğumdan ölüme kadar gelişen kilit olaylar için ne lazımsa var; doğum, lohusalık, sünnet, mezuniyet, askerlik, nişan, düğün, hac ve nihayet ölüm! Çeyiz cenneti. Kâbuslardan kâbus beğen. O ne acayip yataklar, ne korkunç elbiseler, gelin görümce alışverişe çıkan asık suratlı terli teyzeler. Küstüm yastığı nedir çözemedim. Bu teyzelerin hepsi mi asık suratlıdır bilemedim. Gelin kızlar kurbanlık koyuna benziyordu daha çok. O kadar acayip şeyi eve doldurmak sanırım sonra da; "aldılar bari kullanayım"ı getiriyor. Bilemedim. Onca delilik içinde, bana uygun olan tek şeyi kaptım; taze kahve.

*

Evde en sevdiğim eşyalardan biri mini mini mutfak alarmım. Ben çok dalgınım. Çok. Yemek yapmayı severim ama bende şöyle yürür: malzemeler, baharatlama, doğrama bilmem ne, bu işlemler pek bir neşeyle. Fakat tencereye/fırına atılıp bekleme aşamasına geçildiğinde, eğer başında durmamı gerektirecek bir şey söz konusu değilse; unuturum. Ki zaten başında beklemek dünyanın en anlamsız şeyi olur sanırım. Unuturum yani çok basit. Unutmaktan da garip, benim için o iş bitmiş oluyor, kafamda tik atılıyor ve tamamen aklımdan çıkıyor. Önceden bin bir tuşa basarak cep telefonumu kuruyordum. Bu şahane basit kronometreyle mesela 20 dakika mesela 10 dakika sonra bir sesle kalkıp altını kapıyorum, fırındaysa yönünü değiştiriyorum. Hayatımı kurtarıyor.

*

Bu arada ekmek makinesinde gayet kabaran, şapşahne kekler yapıyorum zahmetsiz. En pratik bir şey.

*

En son çim adam vardı evde. Onu bile öldürmeyi başardım. Evdeki çiçeklerden biri saksılı falan bakılası bir şey, ismi bile var. Bakalım, bu sefer becerebilecek miyim?

*

Ben birkaç gün önce, bir kelebek olup kozamdan çıktım. Bu sadece kendime not. Çünkü, kozadan çıkış sürecim sancılıydı, zordu, güzeldi. Ve şimdi kanatlarım çok güzel. Unutmayayım diye.

*

Ve teşekkürün en şahanesi bu hafta sonu evi “çinnnk” diye ses çıkacak kadar pırıl hale getiren sevdiceğime. Böyle şu an yere basmaya kıyamıyorum diyebilirim. Ayrıca her zamankinden fazlaca şımarmama izin vermesi ve ortam sağlaması da takdire şayan:)

*

Evden çalışıyor olsam da, pazartesi’nin bir sendromu var ne yazık ki, haftalık planlar, önceki haftanın geri dönüşleri, yeni haftanın planları… Ve bu haftanınki başarıyla atlatıldı. Hop bugün Salı. Mart ayı şahane başladı.

*

Artık gece uykusuzluklarını bıraktım. 12de uyku, 5te güne başlamak. Hoş bir durum, öğleden önce sokaklara dökülebilmek, belki biraz kestirmek, akşama zıpzıp bir denizkızı olmak.

*

Bir de benim artık, bana özel yapılmış bir şarkım var, serenadım bile var, bana özel bir pastam var, beyaz çakıllı çiçeklerim var, en sevdiğim bir kupam var, dehşet renkte bir ojem, benden başka kimsede bulunmayan bir kolyem var, mis kokulu mumlarım, pofuduk mor havlularım var. Daha neler neler.

*

Ayrıca; gerçek bir mucize görmek isteyenler için; yasemin çayı.

*

Bir de en harika ve “beni seven onu da sever” bir blog: http://a-little-penny.blogspot.com/

25

25.

Acayip bir rakam. Pek yuvarlak. Düz hesap. 25 çubuk, 25 çentik, 25 kelime, 25 kibrit çöpü. Hop. Ben en son 18’i hatırlıyorum onda bile böyle hissetmemiştim. Çeyrek asırlık bir ömrüm oldu, bir bu kadar daha geçince 50 olacağım, hayat pek hızlı o zaman. Sanırım artık sabah vakitleri bitti benim için, öğlen oluyor, gün dönüyor.

Doğum günümü çok seviyorum. Bundan olsa gerek; 3 yıl önce bugün bu saatlerde, beyazlar içinde sevdiğim adama evet diyordum. Doğmaktan sonra yaptığım en iyi şey için, doğumgünümü seçtik. Ve en az yaşım kadar kutlamaya değer bir şey, sevgililiğimizin evlilikle taçlanması. 3 de sihirli bir rakam bugün.

Evet bu sene “İyi ki doğduuum la la laaa, gördün mü 25 oldum!”u döne döne, bağıra çağıra söyleyebilirim. Kutlamalar başlasın. Bundan sonrası için şahane planlarım var. Korkularımı, endişelerimi, büyüme sancılarımı ilk çeyreğe bıraktım. -Hayır daha büyümedim tabi, sadece sancılarımı bıraktım.- Şimdi mucizeler, süprizler, maceralar.

Amaaaa; ben bir müddet 25 kalacağım, mümkünse bir sonraki yuvarlak sayı; 30’a kadar falan. E artık başlamalı bu hesap kitaplara. Hem çıtı pıtı görüntüm benim, kurtarır:)

Yihhu ben 25 oldum!

keçekeçe

Bahardan bir gün. Sahi, çünkü cemreler düşüyor. Önce vapur. Sonra biraz yağmur. Çünkü o yağmur bulutlarıyla geziyor. Kadıköy, Moda. Sonra yine vapur, vapurda bir kitap. Kitap pek özel ve tanıdık, çünkü hediye. Ayrı bir postun konusu. Sonra Deryik ve Eminönü. Yürümek, geveze haller. Hayatımda gördüğüm en gerçek crafty! Yok böyle bir şey. O boncuklardan neler yapıyor, neler biliyor ve dahası insanı komplekse sokmuyor. Kelimelerle yaptıklarını boncuklarla da yapabiliyor. Aa keçe de var! Aaa Deryaaaaa şunlara baaak. Bak tabi, bunlardan alabilirsin. Sahi mi? E çok da ucuz, ay renk renk. Üşenmiyor, “tasar”layıveriyor orda bir şeyler, neyi nasıl yapacağımı gösteriyor. Neşe doluyorum. Alıyorum alıyorum. Rengarenk. Rengarenk. Başım dönüyor. O ne aradığını biliyor, ince zevkiyle bir bir seçiyor. “Pirinç yoksa nasıl pilav yaparsın, bulunsun” diyor. Ben dağınık. O zarif küçük bir kadın, takıları kendisine kafiye, bir sürü noktacık yüzünde. Uzun zamandır kendime ayırdığım en güzel vakitlerden. Yolda meyve suyu molası. Onun tansiyonu, benim tıkanık nefesim iyi bir ikiliyiz. Halden anlıyoruz böylece. Mısır çarşısının önünde duruyoruz; “derya bu taraf diyorum ama…” “hayır bak köprüden geçeceğiz”… Yön duygum yok ki benim. Sahiden biraz eksik. Neyse sonunda benim onu uzun zamandır götürmeyi planladığım gizli yeri buluyoruz. Tozlar, eşyalar. Hooop kelepir bir kirpi ona ve dünyanın en şahane teneke kutusu. Ve uzun zamandır istediğim parfüm şişesi bana. Ben yüzlerce kere geldiğim, fotoğrafladığım bu yeri onunla paylaşıyorum, sanki gizli mağarama girmesine izin veriyorum. Bolca toza, kelimeye, güzelliğe bulanıyoruz, burun kıvırıyoruz bazılarına, gülüp duruyoruz, hatta bir ara sevgilim bile uğruyor ayaküstü bir şeyler alıyoruz veriyoruz, üç dakikaya birkaç öpücük sığıyor, sonra hop kayboluyor. İyi ki gün bitmiyor. Tavuklu pilav, kazandibi, tavuk göğsü. Bolca sözcük, keyif. Bir sürü şey daha. Aramızda. Ve biz yine fotoğraf çekmeyi unuttuk.

/

Salı günüydü bunlar. Onca karmaşanın içinde kendime çaldığım bir gün. O günden beri toplam 7-8 saat uyudum-uyumadım. Yorucu bir çalışma hali. Ama daha doğrusu yazmaya kıyamadım. 3 gündür masamın üzerinde duruyor o renk renk keçeler. Bir de o incecik minicik narin parfüm şişesi. Pıspıs sıkıyorsun hani eskiden olduğu gibi. Ve tabi cebinden çıkardığı kitap. Sanki hissetmiş, alıp kaybettiğimi, okumayı pek istediğimi.

/

Önümüzdeki hafta doğum günüm. Sakin bir çalışma programı yaptım; çünkü biraz heyecanlıyım. Çokça şaşkın. Bu rakama pek fazla anlam yüklemişim meğer. Kısacık hayatım çeyrek asrı tamamlıyor, yuvarlak hesap bir rakam oluveriyor. Hem aynı gün, tek çatı altında geçirdiğimiz süre 3’leniveriyor.

up!



Mart’ın kıyısı en güzel mevsimlerden. Hem de benim doğduğum ay. Balık mevsimi :) Yılın en sevdiğim zamanları, şubat, mart, nisan mayıs. Sonra yaz eh işte, sonra eylül, ekim, kasım yine şahane. Hep aynı duygu, yeniden başlamak gibi, okulların açılması gibi.


En son -detoks diye kibarlaştırdığım- hastalık sürecinden önce makarna yemiştim. Makarnadan nefretteyim. Fakaaat Deryik Hanım sayesinde daha iyi bir lezzet buldum; kuskus. Çocukluğum boyunca zorla yediğim bu garip şeyi, şimdi en şahane soslarla deniyorum. Sos demek az kalır çünkü basbayağı bir yemek eşlikçisi oluyor kuskus. Asıl olay kilit maddeyi keşfetmiş olmakta. Bu kilit madde sayesinde, krema olmadan –çünkü çok ağır oluyor- daha hafif bir lezzet elde ediyoruz. Makarna sosu aynı şekilde kaldırmıyor, sebzelerin baharatların tadı alınmıyor. Altı hamur üstü lapa bir sos gibi kalıyor. Muş. Kuskus keşfedince anladım bunu. Şimdiye dek 3 ayrı içerik geliştirdik, bravo bize!


Bir kuskus mevzusuna bu kadar güzelleme yapmamdan da anlaşılacağı gibi, evet ben yemek yemeyi çok seviyorum. Yapmayı da bu nedenle öğrenmiş olabilirim. Yemek yemek bütünüyle neşe kaynağı benim için. Güzel yemek yapan sevgili bu nedenle çekici, nasıldı o laf “Basit yaşayanlar karın doyurur, mürekkep yaşayanlar yemek yer.” İşte öyle.


Bir hafta sakin geçti, şimdi her şey yeniden hızlandı. Birikmiş kelimeler. Pencereden ışıl ışıl bir ışık. Camıma çarpan kuşlar. Parmaklarım eskisine oranla daha hızlı. Uykular daha dinlendirici.

Bloglardan sıkıldım. Yok galiba insanlardan. Bazıları hala çok özgün, çok mutluluk verici, “iyi ki var”lardan. Bazıları hep kendini tekrar, öğrenilmiş üç beş kelimeyi sürekli cümle içinde kullanma hali. Özgün bir şey, farklı bir insan tanımış olma neşesiyle iletişim kuruyorsunuz ve; hooop nakarat.

Dün ben karşıya geçerken tesadüfen devasa –hayır suhulet değil- bir vapura bindim. Kocaman camlar, geniş koltuklar. Ve martılar şenlik halindeydi. Fotoğraf çekmeye kıyamayacağım kadar güzeldi.


Yeni oyuncağım dvd player. Yepyeni filmler aldım, çok heyecanlıyım. Film indirmekten, dvd alarak/kiralayarak izlemeyi unutmuşum.


Lost. Hakikaten bu kadar keyifle izlediğim ve sevdiğim bir dizi olmadı. Sürükleyici olması bir yana, gerçekten yapılan işi de hayranlıkla izliyorum. Ayrıca da Richard’ın kimi/neyi temsil ettiğini bulduğumu düşünüyorum, çok mutluyum:) Lost demişken: http://bobiler.org/m_156967



Bu arada; Up! Gördüğüm en sahici, en etkileyici aşk filmiydi. Evet, klişeler çokça vardı. Ama hem çok güldüm, hem de ağladım. İkisi bir arada haller en çok sevdiğim. Ve bence artık hep animasyon olsun. Kötü oyunculuk, kötü ışık riski , devamlılık hataları yok. O köpekler, o tombalak yanaklı velet, afacan dennis’in komşusuna ve tabi walter mattahu'ya benzeyen amca, uçan ev, balonlar, "kevin is a girl?" sorusu, kadın ve adamın koltukları, kumbaraları -ki bizimkine pek benzettim-, çocuksuz ama mutlu aile, turuncu diken saçlı kız, "squirrel!", dug'ın sevgi gösterileri, Russel'ın izciliği, filmin tamamındaki müzikler ve kullanımları, "it's like america- but south!" komikliği, kadının hayalleri, fotoğrafları, üzerine düşünüldüğü hissedilen her bir detay… Hepsi çok güzeldi. Çok kahkaha, çok gözyaşı. Yüzlerce kere daha izlerim. Bence hayatta en güzel şey olmalı; birine âşık olmak ve onunla yaşlanmak.



Bir de ben Üsküdar’ı çok özledim, oradaki ışık bile farklı, sesler başka, adımlar değişik, hava ılıman. Bence gökyüzü bile değişik. Gece yarısına uzamış bir akşamın sonunda, Beyoğlu’ndan dönerken, vapurdan inip “oh evdeyiz” demeyi, avare yürümeyi çok özledim. Vapur saatlerini ezbere bilmeyi, iskeledeki bayiden dergi almayı özledim. Ben Üsküdar’ı çok özledim.




sakın!




Bugün;
Gül satan yapışkan teyzelerin,
Yanındaki adama, “acaba gül alacak mı” diye yan yan bakan tiplerin,
Bu yıl hatırlayacak mı kaygısıyla karın ağrısı çekenlerin,
“Aşkııııım bana hediye almışşş” diye ince ve cırtlak bir sesle zıplayarak peluş hayvanına sarılan kızların, -bu kızların bir ortak özelliği de dipboyası gelmiş bir halde gezmek, balayı fotoğraflarını facebook’a koymak, hediye olarak istediği şeyi önceden belirtmektir-
Evli olduğu için, sevgililer gününe nasıl yaklaşacağını bilemeyenlerin,
Sevgilisine olabilecek en gerzek isimleri takan -bazıları var ki kediyi öyle çağırsan dönüp bakmaz- ve "sefkilim" diye bahseden dişilerin,
Elmyra'nın hayvan sevgisi gibi, sevgilisini boğum boğum boğanların,
Kalpli ayıcıklara tapanların,
Kendi kültüründe, doğasında, alışkanlığında hiçbir şeyinde olmayan bir tüketim çılgınlığına kolayca kapılanların,
Sevgilisine kredi kartına on taksit parfüm alan adamların,
Kendisine alınan hediyeyi hatun arkadaşlarına göstermek için sabırsızlananların,
365 gün içinde, yalnızca bugün sokaklarda el ele dolaşabilecek/öpüşebilecek cesareti bulanların,
Yatağının üstüne gerzek kalpli yastıklar döşeyen az gelişmiş ergenlerin,
Akşamki yemek için kuaförde fön sırası bekleyenlerin,
“Ay ben çok karşıyım, insan sevgilisini bir gün mü hatırlar” diye eleştirdiği halde gizli gizli hediye bekleyenlerin,
Battaniye-altında-romantikkomedi-izlemek isimli klişeyi yaşamaya heves edenlerin,
Bunun yanına da illa ki sıcak çikolata ekleyenlerin; (buraya dikkat, çay çekirdek gibi basit abur cuburlar asla olmaz)
Romantik bir akşam yemeği anlayışı, mum, şarap, keman olanların,
Birbirine duvar yazısı düzeyindeki Can Dündar yazılarını fwdlayanların,
Evde bir sofra hazırlayıp iki de mum yakanların bayramı.
Doya doya kutlasınlar.

Yeri gelmişken; en saçma hediyelerin başında; parfüm ve mutfak eşyası geliyor. “Bu mikseri al karıcığım ve bana güzel kekler yap” insanı. İhtiyaç maddesi hediye olmaz çok basit bir kural bu. Bir şeyi yapıyorsunuz bari layıkıyla yapın. Evet, hemen ardından peluş hayvanları sayabiliriz. Bu devasa toz toplayıcıları kocaman dolaplarının üstüne yerleştiren süper zekâ kadınları hiçbir zaman anlayamadım. Nedir? İri, naylon, yumuşak ve tüylü şeylere mi sarılıp uyuyorlar? “Ay erkeğe hediye almak zor yaa” diye yakınan kadınların yine yine yine gömlek alması. Hayır efendim, hiçbir cinse hediye almak zor değil, belli ki karşınızdaki insan hiçbir hobi, zevk, merak, ilgi alanına sahip olmayan ilkel biri. Bir de çikolata. Amanın kalpli de olunca tadından yenmiyor:) Kendinize gelin. Kadınların alışveriş ve çikolata delisi beyinsiz bir yaratık olduğu düşüncesine neden olan bütün hemcinslerim, diziler, dergiler yanılıyor bilginiz olsun.

Gerçek sevgililere tavsiyem,
Bugün sakın evden çıkmayın. Saklanın!

sınıf başkanı

Günlerdir iki çocuğun videosu dolaşıyor internette.
Herhalde bir şey icad ettiler, bir şey var diye izledim. Sonra beyaz’a çıkmışlar internetten onu da izledim. Dayanamadım sonlara doğru, kapadım.

Bunu “yürü be, çocuğa bak, yoruma bak, helal olsun, aferin be, tepki budur” diye yorumlayan herkesin zekâsından şüphe ediyorum. Bunu çeken öğretmenin, internete koyan hasta ruhlunun insanlığından şüphe ediyorum. Buna gülebilen herkesin vicdanından şüphe ediyorum. Bunu paylaşan, dağıtan, tekrar tekrar izleyen, kendi ortamına (tv programı, facebook vb fark etmez) misafir eden herkesin ruh sağlığından şüphe ediyorum. (aynı düşüncelerim; bir kadın programında acınası durumunu paylaşan bir kadının kelimelerinden şarkı yapan, dinleyen, dinleten, sloganlaştıranlar için de geçerli)

Rica edicem, okuyan paylaşan, yayılmasına katkıda bulunan ve “aferin” diyen biri varsa bu yazıyı okuyanlar içinde, benden uzak dursun. Bu kadar kıt bir algıya sahip biriyle tek kelime paylaşmak istemiyorum. Olay anında miniklere “aferin alkış” diyen bünyeyle aynı gezegende yaşamak bile istemiyorum.

Basbayağı çocuk pornosu bu, üzerine de yoksulluk eklenmiş, acı pornosu.
İzlerken kötü olmadınız mı? İçiniz oyulur gibi? O iki çocuk, çocuk işte adı üzerinde, insan. Hani anime değil, çizgi değil, animasyon değil bir şey değil. Siz tvyi kapatınca ölmüyorlar, hayatları sürüyor. Beyniniz mi yok, kalbiniz mi yok, yoksa büsbütün kötüsünüz farkında mı değilsiniz? Hangi duyguyla izleyebiliyorsunuz, hani kendi haline şükrederek ve o kötü durumun başkasının başına geldiğine için için sevinerek mi? “Bunu da bulamayanlar var” hissiyatı mı, “herkesin başına gelebilir” insafıyla mı? “Ah yavrum erken büyümek zorunda kalmış” takdiriyle mi? İzlerken duyulan acımayla mı tatmin oluyor ruhunuz? “Pis mendilci çocuk almıyycamm aa ısrar etme” dedim insanısınız hepiniz. Nasıl bir acı fetişi bu, ne zevk alıyorsunuz? Küfreden çocuğa gülen “eşşolueşşeek de oğlum ekikiki” ilkel mağara adamı mı var içinizde? Hep birlikte mi delirdiniz nedir yani? Ruh hastası bir yetişkin gibi davranan zavallı bir çocuğun nesi komik?

Her açıdan sakat bir durum, bir de tvye çıkartılıp, “anlat çok mu fakirsiniz” muhabbeti nedir yahu?
O reytinglerinize tüküreyim ben asıl.
Hepinizin canı cehenneme.

love who you are








Ben 2010’a dün girdim, Şubat 1’de.
Güneşli ama serin Kadıköy gününde. Çünkü pırıl pırıl bir sabahtı. Ben neşeli ayçiçeği. Hop bir mucize, hop bir telefon, hop bir güzellik. Hayat cömert davranıyor. “Topla kendini” diyor. Ne yorgundum oysa. Şimdi ne güzelim. Ve bu yılın defterini nihayet edindim ve yıla 1 şubat pazartesi başladığımı yazdım.

Zor bir aydı, üzüntüler, kayıplar, hastalıklar, telaşlar, ama geride kaldı. Geçen haftaki zorunlu detoksla sonuçlanan hastalık hali, ruhen de arınmamı sağladı. Demek ki lazımdı. Hop toparlanalım, önümüzdeki maçlara bakalım.

/
Cumartesi günü.

“Sana anne diyebilir miyim been?”

Karşımdaki ses; neşeli bir ses, anaç, genç, mutlu.

Şımarık bir anımda “bana da reçeeel” diye sızlandım diye, kapıma kadar reçel. Bence kariyerini bırakıp “zarifvegüzelşeylerdükkanı” açmalı. O nasıl bir kavanoz, nasıl bir kart, nasıl bir kurdele, nasıl bir kese, nasıl bir el yazısı… Yolladığı çay bile mucizevî. Telaşla Pazar kahvaltısına yetiştirme düşüncesi annece. Üç gündür ona batıra döke saça yiyeyim diye simitle besleniyorum ben.

Ne kadar teşekkür etsem az.

/

Lost’u en baştan izlesek mi derken, 104 kadar bölüm, 70 kadar saat hesaplaması sonucu vazgeçtik. Şimdi yeni sezona hazırlanıyoruz. En sevdiğim dizi bu.

/

Özlediğim kitaplar var. Bence yetişkin olmak veya çocuksuz olmak engel değil çocuk kitapları rafı edinmeye. Çünkü benim okuduğum en güzel kitaplar onlardı. Hayır çocukluğa özlem değil bu. Küçük Vampir’i kim sevmez? Anton’la Rüdiger’in maceralarına bayılıyordum, o zavallıcık küçücük odasında, sıradan evinde pencereden gelen vampir arkadaşını beklerdi, kimsenin bilmediği maceralar yaşardı. Bir gün benim pencereme de gelir mi diye bekledim hep. Okuduğum en eğlenceli seriydi, hala da öyledir. Enid Blyton’ın kitaplarını peki? Koca bir yaz o serileri okumuştum, okumayı söktüğüm ilk yazdı çok iyi hatırlıyorum. Minik boylu sarı sayfalar. Uzun öğleden sonralar hep o kitaplarla güzelleşti. “Uyumasan da dinlen” talimatlı öğle uykularının rüyaları onlarla demlendi. Tesadüfün en güzeli, yıllar sonra o serinin filmlerinin çevirilerini yapmaktı. Okumayı bana okudukları karton masallarda Rapunzel’e baka baka sökmüştüm. Okuldan çok önceydi, ve ondan sonra en büyük eğlencem masallar oldu. Öylece okula gidince, minyonluktan sınıf atlamam da uygun görülmeyince, Cin Ali dönemim kısa sürdü, diğerleri fiş yazarken sıranın altında Grimmleri, Andersenleri ve daha nicesini o yıl okudum bitirdim. “Canı sıkılmak” deyimini bilmezdim ben. Pippi Uzunçorap’ı bile bilmiyor şimdikiler ama? Uçan Fil Dumbo’yu, Bambi’yi peki? Oz Büyücüsünü? Pıtırcık’ı kim unutabilir, Toraman’ı, Çarpım’ı, Lüplüp’ü? Hepsi arkadaşımdı benim. Pinokyo’yu? Hiç de hafife alınacak bir kahraman değildi oysa. Matilda’yı… Yoksa Çarlinin Çikolatası Fabrikasıyla mı tanıdı şimdikiler Roadl Dahl’ı? Salzburg diye bir şehrin varlığını öğrendiğim macera kitaplarını, Brezina serisini nasıl unuturum? Gittiğimde kaybolmayacak kadar canlandırmıştım gözümün önünde. Öğrendiğim tüm kent isimlerini atlasta arayıp hayallere dalardım. İki yıl okul tatilini, Jules verne’in bütün kitaplarını. Arzın merkezine seyahat, 80 Günde Devrialem, Kaptan Grant’ın çocukları, Denizler Altında 20000 Fersah… Hani kalın kaplı altın yayınlar serisi, ne severdim her birini. Tom Sawyer, Peter Pan, Gulliver, Siyah Lale, Küçük kadınlar, Küçük Prenses. O kız için az mı ağlamıştım. Her birini en az iki üç kez okurdum. Demiryolu çocukları. Kitabın ilk cümlesi dahi hala aklımda. Resimlerini çizerdim okuduğum kitapların. Kokusunu hatırlıyorum. Kapak resimleri gözümün önünde. Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisi. Gülten Dayıoğlu’nun kitapları. Yapa’nın hareketli kitapları. Doğan Kardeş dergilerini. Benim çokça vardı, yetişemediğim zamanlara ait olanlar ciltlenmiş halde. En sevdiklerimdi. Çizgi romanları, mickey’inkileri, dergileri, Donald amca’yı, Tenten’i, Red Kit’i ama en çok ve daima Asterix’i. Daha aklıma gelmeyen binlercesi. Hayal gücü yüksek bir çocuk için define sandığı gibi. Bu yüzden hiç "kitap okumak" meli malı eylemlerden biri olmadı benim için. Bunları birer birer tekrar edinmeli. Çünkü çocuk edebiyatı en güzel şey ve şimdikileri de denedim, okudum ettim, yok aynısı değil, bir şeyler eksik. Tatsız, tutsuz, bir garip.

/

Ve ruhlar arasında var olduğuna kesinlikle inandığım bir bağ. Yoksa uzun zaman üzerine düşünüp, yüksek sesle söylediğim bir cümle, nasıl gelebilir ki bir zarfın üzerine yazılıp? Gerçek mucize işte bunlar.

/

Tanıdığım güzel insanlar... Kalbi, kalbime yakınlar…
Cebimde çokça teşekkür var.

/
Hamiş: Yukarıdaki resmi hatırlayan kaleye mum diksin.