out of work

Bugün öğlen 3 itibariyle, işten ayrıldım.

Benim kısacık ömrüm için uzun bir süre teşkil eden bir yıl süresince, her sabah gittiğim, alıştığım, emek verdiğim yerden ayrıldım.
Çekmecede kalemlerimi, askıda şalımı, dolapta elma çayımı bıraktım.

Elimi kolumu sallayarak çıktım. Çantamı bile almayı unutarak:) Evet oldukça komik aslında ama o an, taksiye atlayıp kuzenimin iş yerine giderken gözlerimden gelen yaşlar neşeden değildi elbette.

Ben ardıma bakmam pek, gitmekten emin olmadan gitmem. Aniden almışım gibi görünen kararlar, içimde ağır ağır demlenir, kimse farketmez. Ben bu kararı uzun zaman önce vermişim meğer, vakti bugüneymiş. Hooooop çıkıverdim bir öğlen.

Yepyeni bir sayfa açılıyor şimdi. Tertemiz ve dingin günler, sakin sabahlar, öğle uykuları, ekmek kokuları, akşam yemeği telaşları, günün her saati istediğini giyme özgürlüğü, kalabalığa çıkmaktan azad olma hali...

Ben acayip hafifledim.
Paris, je T'aime'i izledim geçen akşam Digi'de. (Sevgilime bin teşekkür) Film 18 kısa filmden oluşuyor. Sadece Isabel Coixet için izledim diyebilirim ki, kendisini My Life Without Me isimli filmden hatırlayabiliriz. Harika bir kadın yönetmen. Hiç sevmem, mesleklerin başına ekleniveren, kadın sıfatını, kadın yazar, kadın bilmem ne ama, Isabel hanım'ın yönetmenliğindeki filmler bence kadın eli değmişliğiyle farklılaşıyor. O filmde mesela, hikaye tanıdıktır, kanser olan genç kadın, hayatının sonu, çocukları ne olacak falan ama konuyu öyle naif, öyle göze batmayan, öyle altını çizmeden ele alır ki, hafif hafif. Senaryoyu geçtim, kamera hareketlerine, montaja, müdahale etmez gibi dururken yapılan müdahaleler... Doğal, doğal, doğal. Ama kastettiğim, karanlık iç mekanlar ve el kamerasıyla çekilmiş izlenimi verilen film sahneleri değil. Okulda onu bekleyen kız çocuklarını düşündüğü an, çamaşırhanede uyurken, gece boyu onu izleyen adamın sabit kamera ve yumuşacık geçiş efektleriyle onu bekleyişi, liste alıp da yaptığı an, yazdıklarını ekranda izleyişimiz, hastalığını öğrendiği an duyduğumuz o ses ve filmin sonunda gene o ses, kızları için doldurduğu kasetlerde söyledikleri, gibi gibi bir milyon kadınca detay...

Paris, je T'aime ise, süperello bir film kesinlikle... Benim takipçisi olduğum Coixet'in dışında, Godard, Johnny Depp'ten de filmler var ki şahane. Bir de Gerard Depardieu, Natalie Portman da filmden aklınızda kalacak yüzlerden...

İstanbul için benzer projeler, neler neler yapılabilir hayali bile heyecanlandırıcı. Sokaklarda dolaşarak, mini mini hikayelerle... Ah bir kaldırım yapmaktan başımızı kaldırıp, sanat yapabiliyor olsak...

Üstelik ne de yakışır İstanbul'a, zira "İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?"

crazy about Lush

Ya böyle bir şey yok, kokulaaar, kokulaaar, kokulaaar, nasıl de iştah açıyorlar... Ben ki alerjik bünyeyim, ben bile bayıldım.
Bayıldım bayıldım hastasıyım.
Zaten kullandığım kozmetikler, hep doğal ürünlerdir, bu benim için önemli sahiden.

Bayramdan önceki günlerden biriydi, öylesine gezinirken giriverdik Lush'a sevgilimle. Yok internetten almak yetmez, gidip her bir naneye dokunmalı, -gene de temkin iyi olabilir, dokunulan her şeyi gaza gelip alma olasılığı çok yüksek- tek tek denenmeli, oh hepsine bulaşmalı, karnınız açsa falan dikkat edin amanın yenilesi şeyler var.

Bir dolu şey aldım ve kullandığım süre boyunca acayip memnun kaldım hepsinden. Harika ürünler, muhteşem kokuyorlar ve gerçekten de işe yarıyorlar. Şimdi en çok banyo köpüklerini meraktayım. Acayip hem de.
Body shop haltetmiş, aldığım hiç bir üründen memnun kalmadım, sadece öylesine alınmış kokulu ürünlerini sevdim. Cilt ürünleri falan berbat.

Body Shop sucks, Lush rulez.

Tek sorun, yanılıyorsam düzeltin lütfen ama, neden o koyduğunuz mini kaplar plastik? Hani çevreye duyarlı olma kaygınız var diye soruyorum.

Bu arada, bebeklerim her gün harika pozlar veriyorlar, günden güne büyüyorlar, her anımız kartpostallık, ama sürekli bahsederek burayı anne-bebek bloguna çevirmekten korkuyorum.
Gerçi öyle bir durumda da, ben çok beter abartırım bunu da tahmin etmek zor değil, abartmak benim karakterim:)

kitten




Cillop bir dinlenceydi son günler.
Keyif keyif.

Bebek görmeye gelen bile oldu:) Ellerinde mamalar, tavuklar...
Miniklerimiz biraz daha büyüdü.
İnanılmaz sevimliler, hala gözleri kapalı, biraz ses çıkarıyorlar artık, "mıyk mıyk", annelerinden ayrılmıyorlar. Duman yemek yemek için uzaklaşmışsa birbirlerine bitişiyorlar, altalta üstüste uyuyorlar, birinin ayağı, bir diğerinin kafasında, öyle komikler ki. Şimdiden yüzlerce fotoğraf çektim.

Biz de iyi bakıyoruz, anneyi doyuruyoruz, üşümesinler diye sıcak su tobaları yapıyoruz, sık sık gidip bakıyoruz, rahatlarını sağlamaya çalışıyoruz.
Sevgiyi öyle güzel hissediyorlar ki, şaşıyor insan.
İsim düşünüyoruz şimdi onlara, henüz bulamadık. Siyah olan şimdilik en muzurları sanırım, yüzü rengarenk ve komik, açık renk olansa en nazlıları, memeyi en zor buluyor, en çok o uyuyor, sarmansa, oburiks, en çok o içti süt, şimdiden bir göbeği var.
Biraz daha yakından tanıyınca isimlerini koyacağız.
Bu kış belli ki, bolca kedi tüyü, yün yumağı, oyun, mırlama, pati izi getirecek bize...

parmak çocuk









Gece müthişti.
Bebekler üçlendi.
Önce üç minik şeydiler, sonra saatler geçtikçe, üç kedi yavrusuna dönüştüler. Bir tane simsiyah, bir tane sarışın, bir tane de sarman.
Benim cesur kızım onları doyurdu, daha şimdiden büyüttü.
Gecenin kahramanı sevdiceğimdi, anneye harika bir yer ayarladı, onu sakinleştirdi, göğsünde uyuttu, sonra doğum saati gelince sakin sakin konuştu, rahat etmesi için yalnız bıraktı ama çağırdıkça gitti, suyunu içirdi, bebekleri kontrol etti...

Doğum bitince, sakinleşti benim kızım, hem dinlendi, hem bebeklerinin tadını çıkardı, gorrrgorrr seslerle...

Hepsi kucak kucağalar şimdi...

İyi ki, bu mucizeye engel olmamışız.

Ben dün gece gördüm ki, kendini doğaya, yaratıcıya teslim ettiğin müddetçe, bir sorun yok.

Yaşanan şey en büyük mucize olan, bir canlıya hayat vermek, içinden bir yaşam çıkarıvermek dahi olsa, sistem öyle müthiş, öyle fevkalede ki, her şey aslında çok kolay. Karmaşıklaştıran biziz.
Aslolan, hep dendiği gibi, kendini suya teslim eden nilüfer gibi bırakıvermek kendini...

an itibariyle

İlk bebeğimiz doğdu.
Mucizeden farksız, küçük, tüysüz, gözleri kapalı, ıslak bir şey. Nefes alıyor.
Gün boyu miyavladı kızım, bizi yanına çağırdı, babası sakinleştirdi onu, sevdi, göğsünde uyuttu.

Çok heyecanlıyız, çok da mutlu.
Diğerlerini bekliyoruz şimdi.

Yazarken yine gidip baktım belli etmeden, ilk bebeğini emzirmeye başlamış bile...

Bu sahiden bir mucize.

Tüylerim diken diken, kalbim güp güp.

Anne oldu benim kızım.

Eylül'ün müthiş yağmurları başladı.
En sevdiğim.
Üşümek, ürpermek, gök gürültüsü, bulut, çakıltaşı, pıt pıt, battaniye, hırka...
Bana ne oluyor bilmiyorum şimdilerde, bir ağlamak geliyor, gitmiyor.
Uzun yağmurlar gibi huzurlu, sakin, ama durup durup yeniden.
Sanki Eylül'ün bütün yağmurlarının yerine, yeryüzünün bütün hüzünlerine ağlıyorum.
Bir deniz dolusu, sonra yüzdürmek için içinde kendimi.
Adını bilmediğim çocuklara, henüz izlemediğim filmlerin sonlarına...
Derinde kalmış, yerini benim bile bilmediğim kırgınlıklarımı, acılarımı buluyorum onlara ağlıyorum.
Güzel şeylere, bebeklere, sokak çocuklarına, yemek kokusuna, kedime, sevgilimin yastıkta bıraktığı ize, penceredeki mutlu çiçeklere, şarkılara...
Dokunsalar da ağlıyorum, dokunmasalar da. Kocaman bir kahkaha atıyorsam bile, gözümde yaşlarla.
/
Ufak bir seyahat lazım.
Otobüs, araba, uçak, gemi farketmez.
Bana aldığın harika sırt çantası bir tek, sen ve ben.
Çok uzağa değil hem.
Sadece gitmek için gitmek.
Yollara düşmek için.

çocuk

Kapı çaldı.
Genç bir çocuk, 17 belki, en fazla 18.
İşyerimizin broşürlerini görmüş yerde ve dün kapının önünde dağıtıldığını, elinde bir tanesi çıktı geldi “ben de dağıtabilir miyim?” dedi.
Tutuk, çekingen ama gözler pırıl pırıl...
Yapacağı işin karşılığında söylediğim üç kuruşa öyle bir sevindi ki, milyarları teklif etsem o kadar sevinmezdi sanırım. Daha da az veriyorlarmış, diğer broşürünü dağıttığı yerden.
“Anneme götürürüm akşam yemek yapar” dedi.
Öyle deyince, başka çalışan olup olmadığını sordum evde, evin babasını kastederek.
“Babam uzakta dedi, annemle ayrı” dedi.
Kardeşleri varmış sonra, üç tane.

Giderken, “bütün gün çalıştım abla, bir su alabilir miyim?” diye sordu.
Bir de gofret verdim ona, “bisküvi de istesem ayıp olur mu?” dedi, “Olmaz” dedim, “çalışmış yorulmuşsun, hakkın senin…”

“İnsanlar oruçlu, ayıp olmaz mı dışarıda yesem, burada yesem olur mu bunları” dedi.
Ayıp olmayacağını söyledim ama, yine de içine sinmedi sanırım, oturdu yedi, bir yandan da lafladık..

Nasıl neşeli. Esprili. Yaşam dolu.
Hiç de öyle acıların çocuğu değil. Doğal. Onun doğalı o.
Nasıl çalışmaya hevesli.
Telefonla danışırken, “ne dedi olur dedi mi patron, olmaz derse daha ucuz yaparım” dedi durdu, öyle cömert, öyle gururlu ve çalışkan. Bu kadar minik para miktarlarının, mesele olmayacağını düşünemeyecek kadar temiz. Hiç bozmadım onu, emeğiyle kazandığı paranın büyüklüğüne ve değerine inancını bozmak istemedim.

Sonra gitti, “bir sorun çıkmaz değil mi?” diye birkaç kere daha sorarak.

Teşekkür ederek gitti.
Ağladım ama en çok neye bilmiyorum.

Saflığına, naifliğine mi?
Çocuk olmasına mı?
Yetişkin bildiklerimin çoğundan daha büyük olmasına mı?
Bizler, kredi kartlarından, ödeme günlerinden, son ödeme tarihlerinden, maaşlardan, “çok yoğun” çalışmaktan bahsederken,
Aslında “akşam anneme veririm de yemek yapar” basitliğinin ne kadar gerçek olduğuna mı?
İşe gelmeye üşendiğim zamanlar için kendi halime mi?

Tam söz verdiği saatte geldi sonra, broşürleri almak için. “Geç kalmadım değil mi?” diye sorarak, işini güzelce yaptı, geri döndü, söylediğimden fazla bir şey ödeyince “ama bu fazla değil mi?” diye sordu, “ilk günün bu, bu seferlik böyle olsun çaktırma ;)” deyince, teşekkür etti, pazartesi görüşeceğimizi söyledi, neşeli neşeli gitti.

Hayatın her zaman benimle konuştuğuna inanırım.
Onu düşünüyorum dünden beri ben, gözlerim şişmiş bir halde.





<3





Dün,

hiç sebepsiz, elinde papatyalarla iş yerime çıkıp geldin ya, yüzünde o aşık olduğum gülümsemenle,

yeniden yarattın tüm her şeyi, mevsimi, yağmuru, eylül'ü bile.
ama en çok beni.
zamansız sevgileri seviyorum ben, haftada bir kez sinema, özel günlerde çiçek, doğumgününde hediyeyi değil, çizilmiş ve belirlenmiş, planlanmış halleri değil. görev bilinciyle yapılanları değil.
"birdenbire"yi seviyorum oysa ben, ansız, ansızın, hooop diye. birden öpücük, birden çiçekler...

en sevdiğim çiçekler onlar benim, sonra bir de sarı ışık severim ben, en iyi sen bilirsin bütün hepsini, ve bir tek.
yegane izin gününde, mutfaktaki o nefret edilesi beyaz ışığı, sevdiğim ışıkla değiştiriverdin ya,
hiç de şart değilken.
ben istedim diye, sarı ışık, şimdi, ne güzel değil mi ışıklar, gölgeler, orda durmayı bile seviyorum ben, kitap okumayı, bir şeyler seyretmeyi, fırındakiler ne halde merakla kaçamak bakıp dururken heyecanla, ne çok yakıştı o ışık şimdi...

ben istedim diye, evi digitürkle süprizlemen ayrıca güzeldi, elimde kumanda ne keyif ettim ama, şaşırarak, gülerek, dalga geçerek...
şimdi bunları yazarken bile ağlayasım geliyor biliyor musun? mutluluktan doluyor gözlerim, güzel bir şey görünce ağlarım ya ben bilirsin, kocaman kocaman ışıklı damlalar dolar gözlerime. işte öyle.