me and my boyz

Bazı günler yorgunluktan hangi arada uyuyakaldığımı unutuyorum, öylesine bir telaş. Ama çoğu zaman kendi içinde düzenli bir delilik. Zamanı iyi kullanmak diye bir şey olduğuna eminim.

Şu aralar yine o "sanki kasım'a nisan kaçmış" günlerden. Dışarı çıkıyoruz. Kuşlarla simidini paylaşıyor Abi, Kardeş şaşkın şaşkın bakıp bana sokuluyor. Bazen parka gidiyoruz. "Üşümez mi bu?" diyen teyzelere aldırmıyoruz. Kırmızı burun oğluma pek yakışıyor hem. Arkadaşlar ediniyoruz, hatta bu hafta aşıda miniğimle adaş, sadece bir gün büyük ve üst sokakta oturan bir bebekle tanıştık, tam bir süpriz. En sevdiğim arkadaşlarımdan biri yakınıma taşındı, bu en güzel süpriz, benim haşarı oğlum onun prenses kızının saçını falan çekiyor, sonra kucağıma gelip ters takla atmaya çalışırken, küçük hanım kikirdiyor sadece, gülmekten ölüyoruz.

Hala süt sağmanın dünyanın en müthiş icadı olduğuna inanıyorum çünkü mesela bu sayede formül süt kullanmamıza gerek kalmadan dışarı çıkabiliyoruz. Ama bir yandan emzirmek de şahane bir şey. Minik karıncamla birlikte uyuyoruz, çok tatlı bir bebek oldu, o pek minik hallerden gürbüz bir bebek olmaya doğru gidiyor.

Bazı akşamlar çıkıp tek başıma yürüyorum, banka oturup denize bakıyorum, kestane falan yiyorum. Kısa bir süre sadece ben olmak iyi gelir sanıyorum ama uyudukları halde, bir işim olmadığı halde koşarak eve dönüyorum. Bir anda çok özlüyorum evimi, bebeklerimi, sevgilimi.

Öyle güzel geçirdik ki çocuksuz zamanları, şimdi hayatımızın burasında, böyle olmak çok güzel geliyor. Çocukları bırakıp eskisi gibi geç vakitlere dek dışarda olmak, "başbaşa yemek yemek" gibi klişelere hala ve henüz ihtiyaç duymuyoruz. Yapabildiğimiz herşeyi onlarla yapmayı seviyoruz sadece. Bana çocuklu hayatla yaşanan değişim normal ve doğal geliyor. En sevdiğim elbisemdeki kusmuk lekesini seviyorum, yorgunluktan tabanlarımın zonklamasını seviyorum, sevgilimle -evet hala sevgiliyiz- sarılırken koşarak gelen Pompikle üçümüz sarmaş dolaş olmayı seviyorum.

Bu aralar her akşam bir film izliyoruz, tv tamamen çıktı hayatımızdan. İyi de oldu, televizyondaki en bir izlediğim dizi olsa dahi yoruyor, film izlemekse sahiden zihnimi tazeliyor. Parmak uçlarımıza basarak sofra hazırlıyoruz, miniklerin uykuları o saatlerde derinleşiyor, yemek yiyoruz, film izliyoruz bebekler uyuduktan sonra. O film benim için ciddi heyecan, çünkü sevdiceğim seçiyor, getiriyor yüklüyor falan, sanki gerçekten gong sesini bekliyorum öylesine pırpır ediyor içim. Gecede bir kaç film izlediğimiz, pizzaları yuttuğumuz o eski günlerdeki gibi. Film tabi bölünüyor arada bazen, minik mıkırdamalarla.

Film faslı da bitiyor, ben mutfağı ve evi ertesi güne hazırlıyorum, kafamda bir liste sanki tek tek tik atılıyor. Biberonlar yıkanıyor, makinelerden birini çalıştırıyorum, belki ekmek makinesi, belki bulaşık-çamaşır, ertesi gün için birşeyler indiriyorum belki buzluktan ve ardından uyku.

İşte o anlar mükemmel. Yatağa yatıyorum, belki biraz kitap okuyorum, ya da bazen bir kaç dakika öylece durup evi dinliyorum. Ev sessiz, herkes uykuda. Bir günü daha sağlıkla, güzellikle, huzurla bitirmenin sakinliği. Gece kimse yokken denize girmek gibi bir şey. Öyle mutluyum ki o anlar. Dünyanın en mutlu yorgunu. Ve bu duyguyla uyumak ertesi güne tam bir enerjiyle, coşkuyla uyanmama yetiyor.

haberler

Her yere o kadar çok şey yazıyorum ki, yeniden kalemi sever oldum. Kağıtlara, defterlere, çocukların defterlerine... Bloga yazacak bir şey kalmıyor pek.

Çılgınca bir telaş, tempo. Sabahın ilk ışıklarında uyanma ve akşam geç vakte kadar aynı şenlik hali. Oyun, eğlence, küçük kardeşle ilgilenme, süt dengeleri, yemek, içmek, şarkılar... Ev sahibimiz, bebek viyaklaması değil, şarkı sesleri geldiğini söyledi bize, pek sevindik tabi.
Burada, evimize on dakika yürüme mesafesinde bir park var. Kocaman bir park, yürüyüş alanı var, havuzu var, tertemiz bankaları var. Hani filmlerde olur ya, anne kitabını okur, bebek arabada sakince etrafa bakar, ya da çocuklar mutlulukla oynar, anne oturduğu yerden onları izler sakince... Hayat şahanedir. İşte tam da o parklardan. Oraya gidiyoruz sıkça. Salıncağa bayılıyor Abi. Kardeş henüz sadece temiz havanın keyfine varıyor. Parkın yanında bir ilkokul. Birden hayaller kurarken buluyoruz kendimizi, işte çocuklar bu okula gidiyormuş, ilk yıllar sevdiceğim ya da ben götürürüm tabi, sonraki yıllar kendileri yürüyerek gidebilir, okul çıkışı bu parkta takılıyormuşuz biraz, sandviçler getirmişim, onları yiyip oyuna dalıyorlarmış. Sonra hoplaya zıplaya ev. Neden olmasın? Şimdiye hayal ettiklerimiz hep oldu. Çocuklara vermek istediğimiz hayat, burada, böyle bir evde, şehrin bu yakasındaydı. Biz hiç site içi ya da şehre bilmem kaç kilometre, ya da o karman çorman semtlerde yaşamak istemedik. Sokak çocuğu olsunlar, güvenli bir yerde büyüsünler, yan komşunun ağacından erik istesinler, sokaktan kedi getirsinler eve, iskelede balık tutsunlar... Yaşadığımız yerde tüm bunlar mümkün.
Kitaplar okuyorum, her bulduğum aralıkta. Zihnim bu telaşta eskisinden de iyi çalışıyor galiba. Mükemmel kitaplar buldum, içiyorum sanki. Yeni yeni hobiler ediniyorum, küçücük vakitlere sığıyor seviniyorum. Leziz çorbalar yapıyorum, eskiden çorba sevmediğime inanamıyorum. Gördüğüm her sebzeden çorba yapabilecek kıvama geldim, kendime gülüyorum. Hala her detayı doktora danışıyorum, bazı şeyler iki bebekli olmaya rağmen değişmiyor.
Bazen üçümüz çıkıyoruz sokağa, işte o halimiz tam komedi. Burada bizi tanıyorlar artık ama uzaklaşırsak biraz, bir bakan dönüp bir daha bakıyor. Bazen turist zannediyorlar, bazen deli sanırım. Yaşasın baby wearing, küçük kardeş slingle bana yapışık, abi ise arabada. "Orada da mı bebek var?" diye soruyolar, evet orada, cebimde, kapşonumun içinde, her yerde bebek var:)
Büyüyorlar. İlki doğumgünü pastasını kestik bir kaç gün önce. Bebeklikten çocukluğa geçiş ilginç bir süreç. Abi artık parktan dönerken mızıldıyor mesela, ben "hayır" deyince bir şeye, dudak bükebiliyor. O dudak bükmesi içime dökülüyor. Kollarını iki yana kocaman açıyor, onu kucaklamamızı istediğinde. Uyurken kendi kendine gülüyor, sabah uyandığında yatağında o incecik sesiyle şarkı söylüyor. Kardeş o ilk üç ayın klasik sorunlarını yaşamaya başladı. Rezene çayı, çeşitli karışımlar içiyor. Hala kundak seviyor. Ama gözler görülür şekilde büyüyor; aldığımız ilk tulumlar küçülüyor. Ayakları bebek kokuyor. Kafasını çeviriyor, gözleri cin cin bakıyor. Ağlaması bir kaç saniye içinde ciyaklamaya dönüşüyor.

Öyle tatlılar ki, ikisini de alıp sonsuza kadar içimde saklayasım geliyor.

bu kasım

Bu yıl kasım ayı pek şenlikli. Minik kardeş kırkını çıkardı, abi bir yaşına basacak, sevdiceğim bir yaş daha alacak, bizim birlikteliğimizin beş yılı bitti... Pek çok eşikten geçtik hep birlikte. Günler müthiş bir telaş, yorgunluk ve neşeyle geçiyor. Abi en arka dişini çıkarmayı başardı mesela, ve ona diş buğdayı da yaptık nihayet. Kardeş artık çevresiyle ilgilenmeye başladı, ve ona özel şarkılar da uydurmaya başladık. Çok güzel bir mevlüt yaptık, varlığı için, aramıza sağlıkla katıldığı için Yaratıcı'ya şükrettik. Kocaman pofuduk bir sevgi yumağı içinde yaşıyoruz sanki, her gün kendi minik evrenimizin güzellikleriyle. Tarihleri unutur haldeyim, çünkü önemini yitiriyor eğer özel bir gün değilse. Ama saatleri iyi biliyorum, bakmadan bile söylerim, mama saati, uyku saati, muhallebi saati gibi... Her günümüz yeni bir macera, biraz daha büyüyorlar, not ediyorum, fotoğraflıyorum, kaydediyorum. Sanki yine de yetmiyor. Bu günleri öyle eşsiz ki, onlar hiç hatırlayamayacak ama ben hiç unutmayacağım ve onları hep bu halleriyle hatırlayacağım sanki. Ve öyle garip ki, şimdiden özlüyorum, mümkünse içimde saklayıp tekrar tekrar yaşamak istiyorum. Annelik sahiden bir delilik hali.

Sevgili küçük mucizem;
Hayatının ilk kırk günü sana iyi bakmayı, seni mutlu etmeyi başarabilmişizdir umarım. Dudak büken, içli bakan değişik bir bebeksin sen. Bize sanatçı ruhlu olacakmışsın gibi geliyor, öyle bir sakinliğin var. Eldiven sevmemen abine benziyor, ama onun aksine emzik seviyorsun. Büyüyüp abinle ve bizimle oyun oynayacağın günler için heyecanlanıyoruz.

Seni öyle çok, öyle çok seviyoruz ki, tahmin bile edemezsin.
Annen.


Sevgili yaramaz sincabım;

Bir yaşına basmak üzeresin. Hayatımın en eşsiz, en güzel bir yılı için sana teşekkür ederim. Herşeyi merakla ve neşeyle kucakladığın bugünlerin çok güzel bebeğim. Hep böyle enerjik ol, hayat dolu ol istiyorum. Uçsuz bucaksız büyü... Büyümene heyecanla tanık oluyoruz babanla. Sana filmler, oyunlar, kitaplar hazırlıyoruz. Son günlerde "küçük primatım" diyor baban sana. Kardeşine yaklaşıp sesini incelterek "ayyyy" yaptığın anlar sevgiden kalbimiz duracak zannediyoruz.

Seni her gün artan bir sevgiyle seviyoruz.
Annen

Masalların Masalı

Nasıl anlatsam, nereden başlasam?

Son iki ay hep sancıyla geçti, ve ebeveyn olmak iki kişilik bir durum, genelde sancıları birlikte çektik sanki. Devamı sıklıkla doktora gitmek, sürekli tetkikler, bir hafta hastanede yatmak, gözüm saatte sıklık saymak, ilaç yutarken "durdursun tanrım" demek içimden, ilaçların yan etkileriyle savaşmak, çok ama çok yorulmak, bir yandan neşe küpü oğluma bir şey hissettirmemek, onunla gün boyu hoplamak zıplamak, giderek ağırlaşmak ve en kötüsü de endişeler... Ne kadar duracak, nasıl olacak, küveze girecek mi vesaire... Zor günlerdi.

Ve Güneş'imiz doğdu.

O kadar şanslıydım ki, bu süreci en uzun ve olabilecek en hafif şekilde atlatmama yardım eden bir doktorum oldu. Çok tedirgindim bu kez ameliyata girerken, insanın çocuksuzken anestezi almasıyla, çocukluyken alması arasında kesinlikle fark var. Oğlumla vedalaşıp, kardeşi getirmek üzere ameliyata gitmek daha bir zordu ilkinden. Ama hastane mükemmel. Herkeste sanki beni riskli bir sezeryan ameliyata değil, solaryuma götürüyormuşçasına bir neşe, bir rahatlık. Anestezi yayılırken, "oh" diyerek gözlerimi kapadığımı hatırlıyorum, öyle bir rahatlama. Güleryüzlü hemşireler ve mükemmel tedbirler, öyle ki, geçen seferki gibi astım sorunu yaşamadım mesela... Ödem bile kalmadı, şimdiden alyansım parmağımda. Doğurmamış gibiyim desem, abartmış mı olurum? Ama öyle hissediyorum. Çok daha farklıydı herşey bu kez ve hatta bir doğum fotoğrafçım bile oldu süprizden. Odada bizi bekleyen armağan sabunlar, kapıda yine neşeli harfler, kalbimde bir heyecan, dualar...

Güneş doğdu.

Aramıza ne zaman ve nasıl katılacağına kendi karar veren mucize bebek. İnatçı. "Tutunamaz" dediler, tutundu. "O kadar beklemez" dediler, bekledi. "Küveze girer, dayanamaz" dediler, dayandı. Şimdi sakin, munis bir bebek. Abi muzur bakardı, kardeş daha içli bakıyor. İlk görüşte aşk denen şeyin ta kendisi bu. İlk aşk gibi, ilk öpücük gibi. İlk göz ağrısı, her ikisi de. Sanki kalbim büyüdü, büyüdü ve içinden bir kalp daha doğurdu. Ve kalplerim öyle güçlü atmaya başladı ki, içimden bir anne daha çıktı, anne kare oldum. Daha güçlü bir kadın, daha çok anne oldum. Hayatın planların dışında aktığını ve bunun muhteşem bir heyecan olduğunu, suyun akışına müdahale etmemeyi bu yaşımda öğrendim.Ve sevgilim mükemmel bir kahramandı, hepimize yetişti, işe gitti, hastaneye geldi, refakatçilik etti, abi'ye baktı. Baba oğul öyle büyük bir aşkları var ki, 11 aylık kısa bacaklı bir pompik onun geliş saatini anlayıp heyecanlanıyorsa, yorgun argın işten gelen baba ellerini bile yıkamadan -"dur oğlum bir dinleneyim" ne nefret bir yaklaşımdır sahi- onunla oyuna oturuyorsa, hayat güzel demektir. Doğru bir adama "evet" dedim ben... Kendime bir baba seçsem, onun gibi olmasını isteyeceğim bir adama...

Güneş doğdu.

Ve işte o yeni bir insanın dünyaya katılmasının verdiği heyecan.  Bunun tarifi yok. Gerçekten yok. Katlanarak artan, çoğalan bir sevgi, aklını kaybetme hali. Tebrikler, duygu yoğunlukları, yemekler, hem de en sevdiklerim, lohusa şerbetleri, armağanlar. Yine emzirmek, yine rezene çayları, mükemmel yemekler yemek. Çok güzel ve bir yıla sığan iki doğuma rağmen özlemişim. 40 gün 40 gece şenlik hali. Hayat bana çok büyük bir kıyak geçmiş gibi. Öyle şımarıyor ki insan, sonsuz bir teşekkür isteği. Dostlarıma, yakınlarıma, meleklere, yaşam sevincime, 4 kişilik aileme, tabi en çok Yaratıcı'ya. O kadar büyük bir güzellik ve mutluluk ki bu, ancak sevdiklerimize, yakınlarımıza yer var kendi minik evrenimizde. "Kalbinde kötülük olan kimse yaklaşamasın evimize, bebeklerimize" duamın kabulü olmalı bu. Ve o kadar iyiyim ki, bu kez unuttum o ameliyat sonrası nekahat dönemini, çünkü bu çok büyük bir kavuşma, hayata hızla dönülmeli, beni bekleyen iki minik sevgilim var. İyi ki.

Bugün 9 günlük, mükemmel bir Pazar geçirdik. Yolda "ilk bebeğin mi?" diye soran hanıma, mutlulukla "hayır ikinci" dedim, sanırım uzaya gitsem ancak bu kadar gurur duyardım kendimle. Fiziksel yorgunluklar dışında hiç bir zor tarafı yok. Ve biz hala ikimiz bakıyoruz bebeklerimize ve eminim bir kaçı daha gelse, yine öyle yapacağız. Hayat o kadar güzelleşti, sevgimiz o kadar katmerlendi ki.

Güneş doğdu.

/

su başında durmuşuz

çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.

su serin,

çınar ulu,

ben şiir yazıyorum,

kedi uyukluyor,

güneş sıcak,

çok şükür yaşıyoruz.

suyun şavkı vuruyor bize

çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Nazım Hikmet Ran




















"ey özgürlük"

"okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını
okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara, yazarım adını
yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, krallarin tacına
en güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını
tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
gölgede değirmene yazarım.
uyanmış patikaya, serilip giden yola,
hıncahınç meydanlara adını, ey özgürlük."
/

Taşındık, nihayet.
Ben hem bebekli, hem hamile halimle -bir önceki yazıda bahsi geçen doğum-, sevdiceğim hayatının en yoğun çalıştığı döneminde...
Ama taşındık.
Tabi bu süreçte melekler faktörü etkili oldu. Biri ev buldu, biri yemekler pişirdi getirdi, biri topladı, biri yerleştirdi, biri bebek baktı, biri bana baktı... Çevremi saran ve ben söylemeden yanımda bitiveren melekler sayesinde, yorularak ama yıpranmadan bu zor dönemi rüya gibi atlattım.

Şimdi, deniz kokan bu sokakta, penceremin önünde bir bahçe... Evdekiler öğle üzeri uykusunda, ben tıkır tıkır yazıyorum, ah bir de sigara yakabilseydim diyorum. Bedenim gerçekten çok yorgun ama ruhum yepyenilendi.

Burası bizim yeni evimiz, adresi ancak sevdiklerimin kalplerine fısıldıyorum.

Şehrin aşkımızın başladığı yakasındayız. Burada eğik tavanlı bir evde geçirdik ilk yıllarımızı. Çocuksuz ve kedili. İş nedeniyle, taşındık ama hep özledik ve sevgiyle andık. Bu tarafa her geçtiğimizde, vapurdan indiğimizde eve geldiğimizi hissettik, hep.

Bahçeden köprünün ışıkları görünüyor, sokağım deniz kokuyor. Hayatın tatlı bir yavaşlığı var, sanki hep yaz mevsimi. Sabahları iskelede yürüyüş, taze simitler ve gazete, akşam güneşi yine iskelede batırmak. Çiçekli bir elbise günü geçirmeye yetiyor. Püfür püfür esintide, çay içerek gazete okunuyor. Oğlum alıştı buraya, kahvaltıyı açık havada etmeye, yolda herkese gülümsemeye, günde üç kere küvete girmeye, akşam yemeğini denize, kuşlara bakarak yemeye... Gezmekten yorgun düşüp bahçede uyumaya.

Çocuklarımın evin bahçesinde birbirlerini kovaladıklarını düşünüyorum, pencereden bakıp "kek pişti, hadi bakalım" dediğimde koşup geldiklerini... Sonra bir telaşla yine oyuna döndüklerini. Ya çok şanslıyım, ya da hayatın bir yerlerinde doğru bir şeyler yapmış olmalıyım, bütün bu güzellikleri başka türlü açıklayamıyorum.

Aklımdan pek çok düşünce geçiyor, hayatım boyunca çok iyi öğrendiğim bir şey var, onu farkediyorum. Kötülük, tıpkı iyilik gibi sonsuz bir kaynak. Nasıl melekler hep aynıysa, şeytan da öyle. Değişmiyor. Onun bir iddiası var biliyoruz; "ben üstünüm, bana secde edilecek", iş hayatınızda, hatta belki de ailenizde, etrafındakilerin onun "ayaklarına kapanarak özür dilemesini", "ona muhtaç olup sürünmesini" bekleyen insanlara bakın, işte saf kötülük. Şeytanla uzlaşamıyorsunuz, o ıslah olmuyor, onunla mantık çerçevesinde iletişim kuramıyorsunuz, çünkü nasıl iyi insanlar, iyilik yapmadan duramıyorsa, ne bileyim nedensiz bir şekilde susamış bir kediye su veriyorsa, işte kötü insanlar da, böyle nedensiz bir şekilde, o su kabını deviriyor, kediye tekme atıyor. Hep aynı şeyleri tekrarlıyor. Kötülük bir ahlak ve ne yaparsanız yapın, değişmiyor. Bu yüzden kesip atmak lazım, hastalık taşıyıcıyla bağlantıyı tamamen koparmak lazım. Çünkü nasıl iyi insanlar iyilik neşrediyorlar, kötü insanlar da kötülüğü saçıyorlar. Bağışıklık sisteminiz güçlü olabilir, ama gerek yok, çünkü pis bir şey işte ve bir şekilde sızıyor. Bu yüzden, hayatınızdaki kimlikleri her ne olursa olsun, tamamen yok olmalılar. Çünkü haketmiyorlar, çünkü virüs yaymak dışında bir amaçları yok. Unutmayın; onlar ölü ve ölülerle konuşulmaz. Kutsal bildiğim herşeyin; özgürlüğümün, aşkımın ve anneliğimin üzerine yemin ederim, çocuklarım bu tür kötülüklerin gölgesinde büyümeyecek. Onlar daha küçük yaşta, iyilik ve kötülük arasındaki, dolayısıyla iyi insan ve kötü insan arasındaki farkı ayırd edebilecek, kötüden uzak durmayı, iyiye yönelmeyi seçecekler. Belki biraz yalnız olacaklar hayatta, ama çok mutlu.

Neredeyse bir hafta olacak, ama aylardır buradaymışız gibi yerleştik, meleklerin yardımıyla. Hayatımızın bu yeni ve iki çocuklu dönemine, burada başlıyoruz. Şimdi bu oturup bu çayı içene kadar uzun bir yolculuk yaptık tabi. Kalbim yoruldu, ben yıprandım, sağlığımla ilgili tehlikeler atlattım, öfkelendim, neşelendim, savaştım, sakinleştim, umutlandım. Ama şimdi çok iyiyim, çünkü sadeleştim.

İyi ki aşık oldum Ona, iyi ki evlendik, iyi ki aramızda açtı bu çiçekler, iyi ki çoğaldı aşkımız bu minik adamlarla.

Bu evde dinlediğim ilk şarkı bu oldu. Öyle manidar ki şu günlerde...

/

"kapimin eşiğine, kabima kacağıma, içindeki aleve,
canlarin oyununa, uyanik dudaklara yazarim adini.
yikilmis evlerime, sönmüs fenerlerime, derdimin duvarina,
arzu duymaz yokluga, çirçiplak yalnizliga, yazarim adini.
geri gelen sagliga, geçen her tehlikeye,
yazarım ben adını, yazarım.
bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata,
senin için doğmuşum, haykırmaya.
ey özgürlük"

güneş

Gerçekten çok mutluyum.
Ben hayatımın burasında, yine ve yeniden, hayatın planlanabilir bir şey olmadığını tecrübe ettim. Tam da cc'leri not ederken, beslenme chartları hazırlarken, minik oğlumun her gününü detayla şekillendirirken, hayatın planlanamadığı gibi, anneliğin de tüm planların ve bilgilerin ötesinde bir durum olduğunu deneyimledim.

Daha önce hiç yaşamadığımız dönemdeyiz. Zor zamanlar geçirdik, dev dalgalar atlattık. Sonra, gemimiz rotasında ilerlerken, minik bir sapma yaşadık. Tabi biraz sallandı gemi, şaşırdık, çevremize bakındık. Etrafımızdan hızla uzaklaşan kayıklar da gördük, Kaptanın savaşması gereken korsan gemileri de. Ama bizimle yüzen yunuslar, yanımızda neşeyle kanat çırpan kuşlar, sihirli değneklerini dokunduran periler de...

O milimlik sapma, hayatımızı baştan aşağı yeniden biçimlendirdi. Bu rotanın bizi cennet kadar güzel koylara götüreceğini bilmiyorduk. Kaptan yine telaşsız ve kendinden emin. Miçolar heyecanlı.

Bugün babalar günü. Bu bana anneler gününden anlamlı geliyor, çünkü anneler gününe nice güzellemeler yapılırken ve annelik olabildiğince kutsanırken, sanki bu gün atlanıyor. Oysa ben mesela, babalığından gurur duyduğum bir adamla evliyim. Tıpkı annelik gibi, babalığın da biyolojik bağların ötesinde bir şey olduğunu büyük bir mutlulukla izliyorum.

Oğlum büyüyor. Emekliyor, minik pirinç dişler çıkarıyor, her geçen gün daha da güzelleşiyor onunla olmak. Babasıyla ilişkisi de bu oranda katmerleniyor. Başbaşa vakit geçiriyorlar, çıkıp dolaşıyorlar, birlikte oyun oynuyorlar. Artık muhakkak babasının geliş saatinde uyanıyor, onu bambaşka bir heyecanla karşılıyor. En kolay ve en kısa sürede babasıyla uyuyor.

Şimdi sakin bir limanda, Güneş'in doğmasını bekliyoruz. Hem biraz dinleniyoruz, hem de hayaller kuruyoruz, gemimizi hazırlıyoruz, yeni kamaralar yapıyoruz. Kısa bir süre sonra, yolculuğun daha büyük bir heyecanla ve daha kalabalık devam edeceği günleri merakla bekliyoruz.

Teşekkür ederim hayat, bana verdiğin herşey için.

doktorculuk

Twitter'da çok tatlı bir taze anne ekibi var. Onlarla genelde annelik, bebek, bakım gibi konularda bilgi alışverişinde bulunuyoruz. Bu gayet üstü kapalı gidiyor. Üstelik bu insanlarla biz özel hayatımızda da görüşüyoruz. Sanal bir arkadaşlık söz konusu değil. Dolayısıyla diyalogların bir başı, sonu, devamı var.

Fakat bir de, acayip bir kaç kişi var ki, mesleği örneğin; marangozluk, avukatlık, mühendislik vesaire. Ayrıca arkadaş ya da bir yakın değil. Yine de utanmadan ve tamamen orta yerden; diyet, anne sütü, bebek bakımı, ilaç gibi konularda tavsiye veriyor. Hem de kendisine sorulmadığı halde. Nedense uzman konuk olarak kendine bir yer edinmeye çalışıyor. Bu iki kişi sohbet ederken yan masadan konuya dahil olup, bütün sohbeti batırmak oluyor.

"Kilo vermek zor" yazın hemen otomatik bir yanıt: @bikbik evet emzirirken zordur, bilmem ne yiyin, bla bla için"
Kimsin sen pardon?

Bu yetmiyor, doktoru puanlıyor mesela, "iyi doktor şöyle yapar, kötü doktor bikbik der, hmm doktorun doğru söylemiş" Nasıl yani? Sen hangi sıfatla bunu söylüyorsun? Mesleğin doktorluk ya da hemşirelik mi? Tabipler odasından mı bildiriyorsun? Veya herhangi bir tecrüben var mı? Açık seçik bir şekilde ilaç adı paylaşmak yasal mı? Tvde reklam bile doğru değilken. Sen hangi bilgine güvenerek ilaç öneriyorsun? Bizim doktorumuz mesela telefonda anlattığımız herhangi bir konuya "tabloyu tam olarak görmem mümkün değil, getirin bir muayene edeyim" der". Daimi hastasıyız, ama telefondan tek bir kere ilaç önermedi.
Kimse onunla ilgilenmiyor, hatta durumunu fark edip üzülüyor ve nezaketten terslemiyor ama o bunu farketmiyor bile, özel mesajlarla aynı tacizi sürdürüyor. Çünkü çok emin, en doğruyu -her nereden öğrendiyse- o biliyor.

Teşhis alanı, çiçek bakımı, ev temizliği falan olsa tamam, ne bileyim kitap önersin, içtiği kahveyi paylaşsın harika. Ama yok nedense, her nedense ilgi alanı sağlık işleri olmuş ve şifa dağıtmayı kendine görev edinmiş.

İlkokuldaki basit ilk yardım talimatlarında dahi son madde "en yakın sağlık kuruluşuna..." diye biter. Evet, o tekdüze yaşamında yapacak daha iyi bir şeyinin olmadığının farkındayım, ama "bir genç kızın gizli defteri" dünyasında yaşamıyoruz.
Gerçekten bu tip insanların kafasına vura vura "sen doktor değilsin ve 3 yaşında olmadığın için doktorculuk oynaman da doğru değil" demek istiyorum. Sonra "şimdi bu yarılmış kafana kezzap sür, biraz acıyacak ama hem mikrobu kırıyor hem de kesinlikle iyi geliyor" demek ve hatta bunu izlemek istiyorum.

Not: Bu tür yazılarda genelde "yoksa ben miyim" yorumu gelir, ama soranların bu tür davranışlarla ilgisi yoktur. Keşke gerçekten üstüne alınması gereken hadsizler alınsa. Hem belki lokman hekimliği bırakılar, ne dersiniz, hoş olmaz mı?

Roaaaaar :)