aslında zor

Bir gün böyle bir blog açacağım; "aslında zor."
Ben neşeli anları, mutluluk verici hatıraları çokça kaydederken, üzücü olayların uçup gitmesini tercih ediyorum galiba. Sessiz kalıyorum. Belki bu yüzden laylaylay "ay çok pozitifsin" bir görüntüm var blogda, çünkü güzel şeylerden bahsediyorum veya komik şeylerden:)

Derya'ya hep şaka yollu bu cümleyle takılırken; son iki gün gerçekten "aslında zor" olup olmadığını düşündüm. "Hassas bir dönemdesin, bebeğin hissediyor, kendini üzme"lerin faydası olmuyor. Hayat böyle bir şey. Ayrıntıya gerek yok, bazen gerçekten bazı şeyler herkes için olduğundan daha zor olabiliyor benim için. En yakınınızda olması gerekenler savaş baltalarıyla size doğru gelebiliyor. Siz savaşa en bir hazırlıksız haldeyken, tam da barış çubuğu tüttürürken. Bazı şeylerin bin yıllar geçse de aynı kalması, insanların değişmemesi. Devamı biraz gözyaşı, biraz öfke. Hepsi geçince kalansa biraz baş ağrısı, gittikçe küçülen, şu saatlerde bir minik düğme olarak kalan. Bir kaç saate tamamen yok olacağını umduğum. Ve tabi yaşananları tortusu dersler, bizi büyüten, daha iyi insanlar yapan.

İyi ki bütün bunlar olurken, sarılıp ağlayabildiğim, bir şey anlatmasam da beni anlayan, üzülmeme saygı duyan biri var. Belki o olmasa, benim sevgilim olmasa gerçekten "aslında zor" olurdu.

/
Lost lost lost! Masal artık bitiyor. Son bölümdeki gözümüze sokulan ve "bakın 6 yıl önce herşeyi biliyorduk" flashback'i yersizdi. Biz o kısmı zaten çok net hatırlıyoruz. Umarım sonu güzel olur ama bundna pek ümitli değlim, çünkü ne olursa olsun kusur bulacağız gibi geliyor.

Bu arada, ekşisözlükteki şu yorum beni gülmekten öldürdü-henüz izlememiş olanlar için süprizbozan var-: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=19027363

/
Teknolojinin nimetleri, pek çok boyutlu ultrasonlar. Ay kraterine benzeyen bir yerde, uyuyan uyanan boksör gibi yumruk yapan, sanki boşlukta hareket eden bir minik adam. "Sağ elimde beş parmak, sol elimde beş parmak say bak say bak saaay bak" diye bir çocuk şarkısı günlerce dilimden düşmedi. Parmaklarını saydık beraber. Bir mucize, gözlerimizin önünde. İlk defa o kadar duygulandık. Sahiden içimizde kelebekler. İnanmaktan, bilmekten daha öte bir şey bu. Ve çok neşeli.

/
Robotlu üstler bakıyoruz, neşeli uyku tulumları, zürafalı battaniyeler. Gitsin barbieler, tokalar, gelsin legolar, korsanlar.

/
İsim konusu hala çok karışık, evet bir kaç şey var aklımızda. Asıl komik olan koyulan isimler, internette veya kitaplardaki isim önerileri. Bu konuda bomba bir yazı yazmak istiyordum ama adım herşey muhalefet blogger'a çıkacak, birileri üzerine alınacak, haftalar sonra -okunmayacak kadar uzun ve lüzumsuz- yanıtlar yazmaya kalkacak diye yazmıyorum. Kimse buna hazır değil:)

/
Bu maç olayı gerekeni yaptı. Evet birileri onunla o kadar meşgul oldu ki, gerçekten olan biteni o gürültüden duyamadı. Yani futbol yine amacına hizmet etti.

/
Arabalar şahane, rengarenk, ben de binerim diye bakıyorum, capcanlı renkler acaip şeyler. Bu konu bizim için pek mühim, çünkü dere tepe hep beraber gezebiliriz diye düşünüyoruz. Bazı şeylere karar verdik çoktan, böylece alma zamanı geldiğinde, vakit ilerlediğinde, kısa bir sürede halledebileceğiz.

/
Bu arada deryik hanım şekerparemle şahane bir eminönü gezisi. Bir insan her yeri mi bulabilir, ne lazımsa nasıl bilebilir? Dehşet eğlenceli şeyler var. Biberon stoğuna bile başladım. Çok mu temkinli gidiyorum ne?

/
Öyle bir "analık babalık" havalarına girmedik. Heyecan duyuyoruz çok, hayaller kuruyoruz, merak ediyoruz. Ama neşemiz aynı, aşkımız aynı, savruk hallerimiz aynı.

/
Alışveriş yaparken gördüğüm ve elindeki kitaplar üzerinde sohbete başladığımız cici psikolog kadına bile orada ayaküstü okunacak kitap sorduysam, buna ne denebilir artık bilemiyorum:)

/
Başka... Yürüyüşler, güzel yemekler, değişen bedene uygun kıyafetler, hayaller, heyecanlar, çeşit çeşit neşeler, güzel filmler, çokça kitaplar, zevkli çeviriler, vapura binmeler, dualar ve şükürler...


Ve hayatımdaki güzel insanlara; telefonda sağlığımı soranlara, üşenmeyip gelenlere, heyecanımı paylaşanlara, bana o çok istediğim kotu bulanlara, çatlak patlak olmayayım diye kremler gönderenlere, iyi dileklerde bulunanlara, seve seve ablalık edenlere, beni şımartan, sevgisini hissettiren herkese içten bir teşekkür...

anneler günü

Anneler günü tamam, hep birlikte eğlenelim. Ben bile duygulu anlar yaşadım. Sevgili sevgilim kutladı böyle bir şaşırdım, öğlen babam aradı, o da değişik bir duyguydu. Bir kaç cici arkadaşım beni de hatırladı. Ki elbette ki beklemiyordum. Böyle enteresan hisler. Daha pek erken tabi, herşeyi vaktince hissetmek ve yaşamak en güzeli.

Ama bu abartıyı anlayamıyorum. Hani anneler çocuklar güzelce yemek yiyelim, annemizi bir gün olsun şımartalım güzel bir şey. Fakat bu aşırı tüketim hali saçmalık. Bir kere neden anneye meyve sıkacağı ve benzer mutfak aletleri alınıyor? "Al şunu anne de bana daha super yemekler yap". Kadınların tek istediği tek taş mıdır? Kadınlar alışverişi delisi gerzek mahluklar mıdır? Annecikler hep "zahmet etme evladım" mantığındayken bu saçma-savurma hali ne derece anlamlı?

Ayrıca anneler günü boyunca rastladığım birbirinin aynısı arabesk anneler günü yazıları nedir:

"Herkesin annesi başkadır ama benimki bambaşkadır. En güzel dolmayı o sarar. Yıllarca okula giderken bana kahvaltı hazırladı. Bir gün olsun bir şeyimi eksik etmedi. Terkedildiğimde onun göğsünde unuttum acıyı. Konuşmadık ama hep bildi. En büyük kavgalarımı ben onunla ettim, aslında onunla değil kendimle didiştim. Umarım bir gün onun kadar iyi bir anne olabilirim" falan filan. Direk iclalaydın.

Ayşe arman ekolü var: "Annem çok güçlü bir kadın. Ben ilk erkek arkadaşımı ona anlattım. Benimle herşeyi konuştu, o yüzden hiç korkmadım, hiç tedirgin olmadım. Olduğu gibi anlattı herşeyi... Neyse ve nasılsa... Ve yine onun sayesinde 'kendi ayakları üzerinde durabilen' bir kadın oldum". Kendi ayakları üzerinde durmak klişesini bir gün ayrı bir başlık altında inceleyeceğim.

"Benim annem melektir. Beni 9 ay karnında taşıdı. Gece hastayken başımda bekledi. Cennet anaların ayakları altında diye boşuna söylenmemiş. Ben de bu mübarek günde, anneme bir çiçek alacağım. Tabi o daha fazlasına layık. İyi ki varsın annem." Ilımlıislam ekolü.

"Artık iki annem var. Ne mutlu bana..." Yenigelin ekolü.

Bu örnekleri daha çoğaltabilirim. Maksat annelerin için oymak mı anlamıyorum. Ama bana özellikle komik gelen, edilen hizmet üzerinden duyulan minnet. Anne annedir nokta. Dolma sarmayı bilmeyebilir.

Büyük harflerle yaşanan herşeyde bir samimiyetsizlik. Ayrıca onu da bayram ziyareti korkunçluğuna dönüştürmek, sabahtan kadının annesine, akşama doğru yemeğe adamın annesine gitmek falan. Komik işler. Gene kadınlara eziyet. Şehit annelerine, annesi melek olanlara üzüntü...

Onun yerine anne çocuk çimlerde yuvarlanalım, ananelerin, babanelerin elini öpelim, yanaklarını sıkalım yeter. Olmaz mı?

Not: Hediyemizi aldık mı?




ahırkapı 2010

Bu ne saçmalık. Geçen seneki düzenli ve terbiyeli kalabalık, iğrenç alkolik ergenler topluluğuna dönüşmüş. Tamam o zaman da bir saatten sonra kaykılanlar olmuştu ama belli bir sınır içerisindeydi, kimseye rahatsızlık verecek bir şey yoktu. Kimi köşesinde kendi kendine içiyor eğleniyor, kimisi dolaşıyor, kimisi ıvır zıvır yiyor vs. Gayet medeniydi. Geçen seneki, kuyruğa neden olsa da mantıklı olan kupon uygulaması, "biraaabiraabiraaa 5 liraa" rüküşlüğüne dönmüş. Geçen yıl bayağı bir konser dinlemiştik, bu yıl gürültüden başımız tuttu, her tarafta detone sesler, aptalca gıygıylar. Hani masanıza gelip keman çalmak için bikbikleyenler veya "ablaya al bi gül" diyen çiçekçiler gibi. Alkolle bir sorunum yok, edepsizlerle ve bokunu çıkaranlarla var. Nasıl bir gerizekalılıktır yapış yapış durarak bira içmek, plastik bardakta şarap içmek ve elindeki anlamsız tefi çıkkıdı yapmak. Ve bütün çöpleri yere atmak. Ne zevk alıyorsunuz? İğrenç bahar şenlikleri gibi desem o bile değil, azıtmış menopoz teyzeler, varoş abiler, görgüsüz ve açık havada göbek atma özgürlüğüyle delirmiş kızlar var. Ve herkes deli gibi bu kaosu fotoğraflıyor. Facebook'un da canı cehenneme ya. Gayet de tacize açıktı ortam. Hepinize geçmiş olsun. Yılbaşında taksim neyse, ramazanda sultanahmet neyse öyle bir şey olmuş. Nasıl bir avamlık anlatamam. Ve mantıksız! Hıdırellez bu! Allah aşkına hızır kim, olay ne, neyi temsil ediyor, neyden ötürü kutlanıyor, tamam beyin ölümünüz çoktan gerçekleşmiş ama nedir yani bu "açıkhavada alkol, hadi koş" manyaklığı! Ben normalde alkol yasağından yana asla değilim. Ama bu topluluk da gerçekten iğrençti. Nedir boyunuz mu uzadı noldunuz? Olay alkolse, deryik'in dediği gibi, al iki bira, aç ntv'yi, ahırkapı canlı yayın iç evinde efendi efendi. Geçen yıl en azından standlar falan düzenliydi, yok bu sefer yürürken önüne çıkan efes dağları ve "biracılar buraya 5lira5lira" aynen "seda sayan da buradan giyiniyor" tonuyla hem de. Nasıl bir düzensizlik, fırsatçılık, embesillikti anlatamam. En komiği de zaradan katkat etekler bulup giymiş çakma çingenelerdi. "Herkes bir günlüğüne çingene olacak" olayı. Solaryum güzelleri. Dün "pisler, camımı kirletme pis çingene çocuk"tu, bugün "ayyy ne şirinler ne gamsızlaaar" oldu.  Kızlar resmen hani böyle fasılda veya kına gecesinde normal birine benzeyen ama sonra içinden canvar çıkan ve masaya çıkıp dansözle sapıtan ve içkiyi başka bir yeriyle içen kızlardı. Neredeyse hepsi.

O biraları için için için ve o iğrenç tuvaletlere giremeyin, sıra beklemek zorunda kalın, idrar torbanız patlasın.

Bu arada, biz o kalabalıkta deryik'im şekerparemle karşılaştık. Yok doğrusu, o beni buldu. Kendisi sevdiceğimden sonra tanıdığım yön duygusu en gelişmiş ve tarif yeteneği en yüksek insan. Ahırkapının ona anlattığım gibi çıkmadığı için üzüldüm biraz. Ama bolca kahkaha attık, biraz dedikodu attık, sarıldık. Havai fişek bile gördük.

Ve ben devasa dilek resimleriyle dolu kağıdımdan gemi yaptım, denize attım. Yüzdü bile:)

Seneye görüşürüz efendim. Elbette başka bir yerde.

Bir de bugün bizim için mucize değerinde bir gündü. Detaylar daha sonra.

pırıl

Pırıl;
Ailemizin yeni üyesi.
Gördüğüm en karizmatik makine. Bulaşık olayından kurtardı bizi. Yaşasın.

Hamilelik durumlarına gelince, bayrağı devraldığıma göre bir miktar yazmalıyım;
Herşey tıkırında. Hayatımın en değişik dönemlerinden biri. İlk zamanlar alien gibi hissettim doğrusu :) Sonra alışma hali. Bir mucizeyi hemen kabullenmek kolay değil ki. Henüz öyle bir üçüncü gözümün açılması durumu yaşamadım. "Anneler hisseder, herşeyi biliyorum, cinsiyeti rüyama girdi" veya "Babası canımız çilek çekti" halleri olmadı. Daha ziyade; bir neşe, heyecan, merak, bir zıpzıplık.

Elimin durumu yer yer zorladı. Onda da sevdiceğim elim kolum oldu. Şimdi daha iyi, dinlendikçe düzeldi. Onun dışında pek farklı bir durum yok. Uyku atakları vardı, giderek azaldı.

Hayat güzel. Okul tatilinde gibi bir hal. Telaşsız hazırlıklar. Gün içinde çıkıp yürümek. Sayfiyedeki yaşamlar gibi bir hava. Tıktık önümüze açılıveren kapılar, hooop balonlar, havai fişekler.

Kilo durumum iyi gidiyor, bundan memnunum. Yokuştan yuvarlanmak istemiyorum pek. Yine de Ebru Şallı diye birinin olduğu bir dünyada hayat zor tabi.

Pek bir şey okumam sanıyordum, ama okuyorum. Çok da faydalanıyorum. İnternet pek bir karmaşık. "Ah onu hissettiğimden beri hayatımın anlamı değişti." "Babası da pek düşkün bir dediğimizi iki etmiyor" "Bugün dizdiği binbirinci küpün üzerine çiçek resmi yaptı."dan öteye giden çok az günce var.

Bunun yerine güvenilir yazarların ve/ya konuda uzman kişilerin kitapları daha zengin. Hamilelik zaten doktorun önerileri doğrultusunda davranılacak, pek de müdahalemizin olmadığı bir süreç. Laylaylom. Sonrası için, özellikle ilk bir yılı ilgilendiren, bakım, sağlık, gelişim vb konularda okumalar yapıyorum. Evet şimdiden:) Ben her şeyi abartırım. Bir yazara takar kitaplarını patlayana kadar okurum, ilgi duyduğum bir konunun hakkında bir şey kalmayıncaya kadar elime geçen her şeyi ezberlerim. Abartırım özetle:) Yeni merak konum da bu olduğuna göre, çokça okumam kaçınılmaz aslında.

Ece Arar'ın kitaplarını kesinlikle tavsiye ederim. Çokça faydalandım ve beni başka okumalara da yönlendirdi. Zengin, derin ve sakin cümleler. Sahici. Sanırım en iyi tanımlayacak kelime bu; sahici. Mükemmelmiş gibi yapmayan, kusursuzmuş gibi yapmayan, herşey çok basitmiş gibi yapmayan. Çok iyi tanıdığınız ve güvendiğiniz birinin çay eşliğinde size samimi bir şekilde deneyimlerini, kaygılarını, duygularını anlatması hissi. Öyle ki, onu iyi tanıdığınız veya hatta sizi iyi tanıdığı duygusuna kapılarak, ona kalbinizi açmak istiyorsunuz. İyi ki var.

İsim konusu çok komik. Kızılderililer mesela bir müddet bekler, çocuğun karakteri kendini belli edince ona uygun adlar verirlermiş. Biz kedilerde bunu yapıyorduk :) Ben telaşla isim koymak isterken; sevdiceğim "dur bakalım bir, tanıyalım nasıl bir şey" der ve sonra süper isimler bulurdu. Benzer bir durum yaşayabiliriz:)

Kocaman battaniyemi tığ kullanamam sonucu askıya almıştım. Örgünün elimi yormadığını keşfettim. Film izlerken minik bir hırkaya başladım, bitiyor neredeyse. Minik minik minik. Hızla tamamlanması en iyi yönü tabi:)

Kitaplar konusunda güzel bir arşivim olmaya başladı. Peki ya, bu konuda izlenebilecek belgesel vb önerileri olan var mı? Çok sevinirim. Okurken dikkatim eskisinden çabuk dağılıyor.

---


Meraklısına not: Bu blogu yorumlarına dek defalarca okuyup, hayalet hayalet gidip dönenleri ve sahibi oldukları blogları o sayaç programlarından biriyle görebiliyorum, çok eğlenceli.

üç kalp

Son günlerde bazı alışkanlıklarım değişti benim. Mesela; vapurdan iskele verilmeden atlamıyorum artık. Telaşsız ve sakince iniyorum. Güvenlik cihazlarından geçmiyorum, hoop yandan kaytarıyorum. Vakitlice uyuyorum. Haftasonu motosiklete bile binmedim. Daha iyi, daha sağlıklı bir kız oldum.

Biz evlenirken, sadece deli gibi bir arada olmak istemiştik. Aynı evde olmak, aynı hayatı paylaşmak, aynı soyadını taşımak, aynı sabahlara uyanmak...

Sonradan geldi bir mucizeyi de aramıza katma isteği. Elele verdik, doğru zamanı bekledik.

Çatımızın altında üç kalp çarpıyor bir süredir.

Kış geldiğinde, herşey vaktiyle ilerlerse hayatta en sevdiğim insan; babasıyla aynı ayda, o üçüncü kalp de minik bir insan olarak ev halkına katılacak. Küçük bir insan. Biz iki kişinin toplamından bir etmeyi becerdik, bakalım bu yeni matematikle üç edebilecek miyiz?

Bence edeceğiz.

Şimdi, aylar önce aldığım bir anahtarı verme vakti, hıdırellezde kutlamak da gerekli, dileklerin kabulüne içten bir teşekkür etmeli.

aşk üzerine

gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

Mahrem/Elif Şafak


---
Ne kadar uzun zaman elim gitmedi okumaya. Hem korktum hayal kırıklığından, hem kıyamadım okumaya, hem de doğrusu kıskandım. Hayır, yazarı değil. Yazdığını. Kalbimin en güzel sandıklarına, sarıp sarmalayıp sakladığım, en gizli çekmecelere lavantalarla koyduğumu, raflarda, herkesin elinde gördüğümde kıskandım, hoyratça dokunacaklardan, yere düşüreceklerden. Nasıl anlatayım, hani bir elmas taş varsa elinde, onu parmağına takarsın özenle, ayakkabına takmaya kalkarsan yuvarlanır gider, onun gibi.


Sonra nihayet, bir cesaretle aldım elime, bir türlü su gibi akıp gidemedi, takıldı da takıldı. Kitap bittiğinde, hissettiğim en güçlü duygu, yazarın suratına bir yumruk atmak ve yanına düştüğüm notlarla kitabı ona geri vermekti.


Cüretkâr buldum bir kere, özellikle bu. Onun dışında, çömezin maceralarını densizce buldum, Ella tanıdık geldi, bir yahudininkine benzemeye başlayan şehir insanı yaşamını, kurallarını, köşelerini, sertliklerini, rutinlerini tipik bir şekilde yansıtmış onunla. Onun kendine yolculuğu güzeldi. Belki okuyucunun kendini özdeşleştirebilmesi için koyulmuş bir öğe. Ama ona da bir mürşid tayin etmesi ne derece adildi kestiremedim. “Çöl gülü”nün anlatıldığı bölüme benzer meselleri çok okumuşuzdur önceden, ve diğerlerini de,- kopyala yapıştır yaz-. Tarihsel hatalar var mıydı? Evet kesinlikle. Beğendiğim bölümler olmadı mı? Oldu. Ama her biri, Mesnevi'den pırıltılar taşıyan cümlelerdi ve ben onları nerede görsem severim. Kitaptan alıntılayabileceğim bütün cümleler, onlardandı zaten. Bilmeyenin, kendi kaleminin yazdığını zannedeceği cümleleri bir araya getirmiş en fazla. Elindeki elmas tozuysa, serptiğin yer neresi olsa ışıldamaz mı? Ve bence ancak, bu cevherle, kaynağında karşılaşmamış insanları büyüleyebilir. Daha önce keşfetmemişleri… Neden mi? Çünkü "Mesnevi", "dini kitaplar" reyonunda, "Aşk" ise "best seller".

Ama...

Şems'i anlatmak, onun dilinden olan biteni anlatmak? Ve tabii, Mevlana'yı? Mevlana’ya aşk sorulduğunda, “ben ol da bil” demişti, sen oldun mu da, o “aşk”ı yazıyorsun? Ve neden şimdi? Neden tasavvuf herkesin dilindeyken? Neden onu “secret” falan gibi bir şey haline getirerek? Bu denli “light” bir şey mi tasavvuf? Bütün bunları tasavvuf üstüne nasıl temellendirebilirsin? Neden bir proje yazar gibi yazdığını hissettirerek? Neden modayken? Bir inanç sistemi moda olabilir mi hem? Nasıl bir şaka bu? Bin bir gece çile çeken dervişlere haksızlık olmaz mı bu, büyükleri geçelim, hiç değilse o kitabındaki çömez gibilere? Ya da ayıp? Bu kadar ucuz, bu kadar kolay mı bu yolculuk? Binlerce dervişler geçti oralardan da, bir ona mı kaldı anlatmak bu kadar pervasızca ve kelimelerini onların yerine koyarak?


Neden böylesi bir aşkın en iyi anlatılabileceği “anadilinde” değil? Hem sonra, neden sevgililer gününde, pembe kalpli, kapağı reklâmcılara tasarlatılmış bir kitapla poz vererek? Aslında konunun anlam ve önemi düşünüldüğünde Şeb-i Aruz'u da seçebilirdi tarih olarak ama satış kitlesi için çok "in" olmayabilirdi elbette. Migros raflarına daha da yakışsın diye mi renk pembe ve yayın evi artık metis değil? Ah pardon grisini de bastın sonra değil mi? Çook dâhiyane sahiden. Diğer kitaplarındaki satır aralarında, yalnızca o dili bilenlerin anlayacağı bir gizle, baharatlandırarak anlatan yazar nerede? Mahrem'i yazan elif şafak'ın edebi nerede? Diline pelesenk ettiği “aşkın edebini” neden kendisi giymemiş? Aşkın şeriatına sığar mı bu? Röportajlarında, dünyanın bilmem neresindeki bir kuş türünü ya da ilkel bir kabileyi, günlerce onların arasında yaşayarak incelemiş gibi anlatması neden? “Ben uzaya gittim, ayda bulundum, geldim, şimdi sizlerle bütün bu deneyimleri paylaşıyorum. Evet, havada takla attım. Ortam pek tozluydu.” Peki ya, kitabı okurken de bu yapaylığı hissettirmesi? Bir konunun terminolojisine, diline hâkim olmak, onun hakkında çok okumak, onu içselleştirmek demek midir? Balık, suyu anlatabilir mi? Yanmayı, en çok ve ancak pişmişler bilmez mi?

O 40 kuralın evrensel olabileceği fikrine nereden kapılmış. Hayır hiç de değil. Şeriat kelimesi, ki sanırım bu kitaptan sonra daha az antipatik olmaya başladı önceden sosyetik ablalara yaptığı çağrışım simsiyah bir şeydi, evrensel bir kelime mi? Mevlana'ya İslam dünyasının Shakespeare'i demek, ne bileyim Diyarbakır'a buraların Paris'i demekten binlerce kat zavallıca, bunu düşünebilecek bir insan yazar olabilir mi? Nasıl zekadan yoksun bir benzetmedir bu?!

Tarihsel hatalara hiç girmiyorum. Bunu internette araştırarak da bulabilir herkes. Ve elbette çok daha derinlikli bir şekilde konuya hakim olanlar var, ama Şems ve Mevlana'nın bale gösterisi düzenler gibi sema yapmaya kalkışmadıklarını en birinci seviyedeki beyin bile biliyor olmalı. O yılların Konya'sında, aynı evde yaşayan bir kadın ve adamın başbaşa saatlerce ayet tahlili yapmaları mümkün mü yani? üstelik ayetleri iniş sırasına göre incelemek dediği şey, son elli yıllık bir metotken! Evet, o yıllarda karagöz olmamasına rağmen, Şems'in ağzından "...hayal perdesinde karagöz oynatanlar bile onlardan iyidir, hiç olmazsa yaptıkları işin kandırmaca olduğunu baştan kabul ediyorlar." diye cümle kurması belki bir detay ama bunların binlercesi var kitapta. Fantastik bir şeyse, kurmacaysa, hayır olmadığını iddia ediyor, tarihsel bir yönü varsa, evet olduğunu iddia ediyor ama çöp. Ve tehlikeli.

Ve neden "20 ytl'ye insan-ı kâmil olmanın sırları" tavrıyla? Neden, gülben ergen'le derin derin bakarak ve şarkılar söyleyerek anlatıyor kitabını? Bence tek ortak noktaları “anne” olmaları değil de, o kadın nasıl, korkunç namelerle söyleyerek, "bu su hiç durmaz"ı kendine yakıştıramıyorsa, işte elif shafak'a da bu söylemler aynı şekilde yakışmıyor. Üstüne büyük gelen bir giysi gibi, annesinin ayakkabılarıyla bakkala giden küçük kız gibi.

Hangi arada, akademisyen hanım, ortamların “sufi ablası” kesildi de biz kaçırdık? Bir tek beni mi bıktırdı, her yerde "göçebeydim, asiydim, âşık oldum, anne oldum değiştim, kemale erdim" diye anlatması? Neden, bu kitapla, onları sosyetik ablaların çay sohbetlerine "bir kitap okudum hayatım değişti şekerim" gibi meze yapıyor? Plajda güneşlenirken, bir şezlong kitabında mı çözecekler ilahi aşkı yahu? Bir şezlongdan diğerine “enerji” yollasınlar tabi, tam olur. Nedir yani, özel davetlerde, yemek yiyen insanların etrafında "dönen" semazenlerden ne farkı kaldı acaba? Konunun özüne vakıf olmadan, onu sohbet konuna eklemek, cin olmadan adam çarpmaya benzemez mi? Bu gücü, “Siyah Süt”teki kibirli halinden mi alıyor? Hani kendini o kocaman yazarlarla bir tuttuğu, küçük ve büyük, tüm dağları ben yarattım halinden? “E tabi, Mevlana ve Şems’i de, yazsam yazsam ben yazarım” diye düşünmüş olmalı öyleyse. Ha bu türlerin genel savı olan "olsun bir kişi olsun bu kitap sayesinde merak edip mesnevi karıştırdıysa ne mutlu bana" diyorsa, ki dedi, bir o kadar da kafası karışık insana sebep olduğunu bilsin isterim. Ramazan ayında promosyon kuran-ı kerim veren gazetelerin de aynı cümleyi kurduklarını hatırlayalım. Siz Türkler nasıl diyor shafak hanım, “kaş yaparken göz çıkarmak”?

Büyüklerin aziz ruhları mutmain midir ona göre? Ne haddine düşmüş onları anlatmak? Kimden izin aldı ve dahası kimden destur aldı da yaptı bilemedim. Kırıldım, üzüldüm ne çok cümleye. Küçücük boyumla ben bile.

Evet, elbette ki kendi penceresinden, kendi şems'ini, mevlana'sını anlatmış, ama öyleyse keşke bizler okumasaydık dedim içimden. O denizden, kabı kadar alabildiği, kendine kalsaydı. Tabi niyetinin bu denli masum olduğunu düşünürsek...

Peki ya neden okudum? Hani bir bölüm vardır Leyla ile Mecnun'da, bilir misiniz? Biri gelir Mecnun'a ve der ki, işte ben falanca şehirden geliyorum leyla'yı gördüm. Mecnun da, sevincinden ne yapacağını bilemez de, ona hırkasını çıkarır verir sırtından. Adam gittikten sonra, çevresindekiler, adamın yalan söylediğini söyler mecnun'a. Mecnun'un yanıtı şahanedir; "biliyordum, doğru olsa hırkamı değil, canımı verirdim."

Eğer içinize kaçmışsa o zehir, artık kurtuluşunuz yok, burnunuz her nerede olursanız olun, onun kokusunu alacaktır. Sırf o çiçeğin sarhoşluğuyla birçok yapay bahçe de göreceksiniz, birçok diken de batacak elinize.


Ama olsun. Aşk böyle bir şey.

Hamiş: Bu yazı aylar önce yazdığım, yayınladığımı zannettiğim ama taslaklarda kaybettiğim bir yazı.

telaşlı babane

Günler harika geçiyor. Elim hala aksak ritim ama idare ediyorum, ediyoruz. Arada unutup kullanmaya kalkmasam sanırım daha çabuk iyileşecek. Çünkü geceleri içime oturan bir ağrısı oluyor.

Kitaplar okuyorum, kitaplığımda yepyeni bir boş raf var, yavaş yavaş doluyor.

Bu şahane kadının doğurmasını heyecanla bekliyorum. Telaşlı babaneler gibi dakika başı soruyorum ve o da üşenmeden yanıtlıyor. Hayır, doğuruyorum dese ne diyeceğim, ne yapacağım meçhul :)

Ve lost! 11. bölüm dehşetti. Desmond'a zaten ailecek hastayız. Şimdi 12'i merakla izleyeceğiz. Sona çok az kaldı ve gerçekten nefesimizi tutarak izliyoruz.

Amsterdam'dan gelen, "biri yüzünden değil, biriyle birlikte yaşlanmanın örneği" olduğumuzu söyleyen bir kart var başımızın ucunda...

Hayatımızı güzelleştiren şeyler pek çok.

Mesela; nisan!

Meselaaa bol bol çilekler!

Erikler bir garip, o çok ekşi olmayanlar da çıksa, kilolarca yesem diye bekliyorum.

telaşlı babane

Telaşlı babanelere döndüm. Şimdi bu şahane hamile kadın doğuracak ya, her gün bakıyorum, bir şey yazmış mı, online mı, ne yapıyor.
Hadi bakalım, göremedim ya da elbette ki meşgul o zaman üşenmiyorum, sms atıyorum, arıyorum. Doğuruyorum dese napıcam, merak ediyorum.

hayat güzel

Ben sol elle yemek yiyorum diye, kendisi de sol elle yiyen bir sevgilim var.

Hayat gerçekten güzel.

en sevdiğim elim.

Tek elle de yazı yazılabiliyormuş. Sol ele de zamanla alışılabiliyormuş. Anahtarla kapı açmak, saça toka takmak gibi eylemler aslında çok girift bir düzenin başarısıymış.

Baş parmağımın eklem noktasında bir felaket, ağrılar ağrılar. Doktorum şahane biri, teşhisler kondu, tedaviler ve tavsiyeler... Özet: el bezi sıkmak, kapı açmak... akla gelebilecek bütün hareketler bir süre iptal. Gelsin buz kompresleri, gitsin merhemler. Digitürk'ün kumandasına basıp kanal değiştiremediğim için, dvd playerda film izledim bugün, öyle söyleyeyim.

Ne acayip bir sistemimiz var, bir minik parçadaki aksama bütünü tamamen etkiliyor. Nasıl bir uyum. Hani aklıma gelmez bana sorsan ha beş parmak ha dört parmak derim. Onun şaşkınlığındayım.

E bahar geldiği için zaten işleri hafiflettim. Nisan bana öyle iyi geldi ki, hayatımda ilk defa herşeyin bir olumlu yönünü görebilmeyi başarabiliyorum. "İyi oldu bu sayede işlerimi gerçekten yavaşlatırım hem" diye düşünüyordum az önce. Zor bir durumu fırsata dönüştürecek kadar şekerpareyim.

Şimdi birikmiş yepyeni kitaplar, filmler, uzun yürüyüşler...

nisan geldi hanım

Yaşasın! Yaşasın!

Nisan geldi. Ne mutluluk. Ne güzellik. Bolluk bereket.

Son bir aydır deliler gibi çalıştım. Hep yetişmesi gereken işler. Kendi aldığım fazlaca sorumluluklar.
Ama artık bahar geldi. Sokaklara dökülme zamanı, kış uykusu bitti. Kitaplar okunmalı, yürüyüşler yapılmalı.
Daha sakin bir düzene geçtim bugünden itibaren.
Başka başka neler yaptım... Sevdiceğime kup griye denen mucizeydi yedirdim; ki bence dünyanın en harika bir şeyi. Yürüdük yürüdük vapurlara trenlere bindik. Biz treni çok seviyoruz. Daha önce o trene binip giderdi, bakardım arkasından, şimdi birlikte... Harika eski kitaplar aldık. Çok eğlenceli günler başladı. En sevdiğim mevsim; Mart-Kasım arası şahane. Yollara çıkarız artık, baharı karşılarız, hıdırellez gelsin ateş bile yakarız. Dilek listeme baktım da; durum harika.

Bugün mü olur mu yarın mı bilmem ama o ilk deli yağmur; ama yağarsa kesin ıslanın. İşte masalı da burada: http://mormermaid.blogspot.com/2009/04/nisannisannisannisan.html
Burada az önce yağdı ve yakaladım bu uğurlu damlalardan.
Ben çok mutluyum.


Seni seviyorum.

Her gördüğümde, “yeniden” aşık olduğum için değil, her seferinde sahiden “ilk kez” olduğundan sen.

Senin beni sevmenden, muhteşem bir sevgili olmandan bağımsız. Bu aşkın karşılık bulması sadece mucize.

Küçük şeylerde kaybolmak sonradan geldi. Gece yarısı yaptığın kahve, beni olduğum gibi sevmen, daima desteklemen sonradan geldi. Sevdiğin şarkılara eşlik ederken, detone olmaya aldırmadan o şarkıları en bir güzel söylemen de. Neye kalkışacak olsam “delirdin mi?” demeyecek, “yapamazsın” demeyecek biri var. Anlarda mutluluklar bulmak daha sonra geldi. Çok keyifli bir gülümsemenle hayat dolmak. Ben kimseden bir şey isteyemem. İstemedim hiç. Hasta olduğumda, mutsuz olduğumda, ağladığımda saklanırdım hep. Bu değişti mesela senden sonra. Hasta olmanın keyfine vardığım oldu. Garip bir bağ bu. Hala anlamıyorum bazen, gece uyanıp bakıyorum sana böyle "kibritçi kız" bakışlarımla. Ama sen o masalı bitirdin ve yenisini yazmaya başladın, acemi ellerimi tutarak değil mi?

Ben seni seviyorum çünkü seni seviyorum. O kadar.

Çünkü senin varlığın bahar gibi, tarçın gibi, mor gibi, çakıl taşları, gökyüzü, şarkılar, şiirler ve en çok İstanbul gibi. Sevdiğim her şey gibi.

Bu şarkıyı her dinlediğimde, hani o hayal ettiğimiz yerlerden birindeyiz sanki, geniş düzlükler, yemyeşil bir yer, çiçekli elbise, bisiklet, püfür esen bir rüzgar, ya da belki motosikletteyiz, o yere doğru gidiyoruz, veya sanki yolun karşısında elin cebinde hani beni görünce yüzüne konan şahane gülümsemen yüzünde, bana doğru yürüyorsun, cebinde mutlaka seveceğim bir şeyler….


Colin hay/waiting for my new life to begin

Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
I’ll stand on the bow, feel the waves come crashing
Come crashing down down down, on me
And you say, be still my love
Open up your heart
Let the light shine in
But don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin
When I awoke today, suddenly nothing happened
But in my dreams, I slew the dragon
And down this beaten path, and up this cobbled lane
I’m walking in my old footsteps, once again
And you say, just be here now
Forget about the past, your mask is wearing thin
Let me throw one more dice
I know that I can win
I’m waiting for my real life to begin
Any minute now, my ship is coming in
I’ll keep checking the horizon
And I’ll check my machine, there’s sure to be that call
It’s gonna happen soon, soon, soon
It’s just that times are lean
And you say, be still my love
Open up your heart, let the light shine in
Don’t you understand
I already have a plan
I’m waiting for my real life to begin

avam

Avam insanların birçok ortak özelliği vardır.

Mesela; ilk tanıştığınız dönem gösterdikleri aşırı ve lüzumsuz samimiyet. Onların “canım”, “bebeğim”, gibi kelimeleri tanışmanızın beşinci dakikasında kullanmaya başladığını görebilirsiniz. Buna en iyi örneklerden biri; Seda Sayan’ın “bacım” nidası olabilir. Bu tehlikelidir çünkü birebir ilişkilerde önce kendilerine ait hiç merak etmediğiniz saçma konuları anlatırlar, hemen ardından sizin mahremiyetinize girmeye çalışırlar. Onunla paylaşmayı hiç de düşünmediğiniz konular hakkında fütursuzca soru sorma hakkını kendilerinde görürler. Paylaşmazsanız, onlara göre ya ketumsunuzdur, ya kibirli. Simbiyotik yaşamayı ilke edindikleri için, sizinle de aralarındaki sınırı korumayı bilmezler. Paylaşmadığınızda da alınırlar. Dostluğuna güvenmeyin çünkü onun dostu olmak ışık hızıyla gerçekleşir. Bu size özel değildir.

Avam kişiler genellikle bir imaj, bir kişi veya bir tarza öykünürler ve ona uygun yaşıyor gibi davranırlar. Bu bir insanın günlük alışkanlıklarını taklit etmek olabilir. Sınıf atlama kaygılarını, zaten atlamış gibi göstermeye çalışmak olabilir. Bazıları solculuk oynar mesela. Hiç anlamadıkları yazarları okur ve yine anlamadıkları için hangisi neyi anlatıyor bilmeden üzerine konuşurlar. Bal yapmaz arı der ya büyükler, işte aynı ondan. Vızvızvız. Ne bileyim, mahalle parkında ucube aletlerde her sabah üç kere sallanmayı “sporu seviyorum” olarak size sunabilirler. Bu Hülya Avşar’ın tenis oynaması ve dergi çıkarmasına benzetilebilir. Olmayan bir alışkanlığı var gibi göstermek. Mesela; burhan altıntopun “ben de Nişantaşı çocuğuyum beni de aranıza alın” feryatları bunun biraz abartılmış halidir ama durumlarını tam olarak anlatır. Ona sorarsanız o da, diğerleri gibi dergide çalışıyordu hatta müdürdü, o da eğitimliydi, o da artık şehirliydi ama biz dışarıdan ne kadar garabet göründüğünü fark edebiliyorduk. O ise farkında değildi! Kilit nokta burası.

Size bir konu hakkında fikir sorar, sonra hemen o elbiseyi üzerine giyer ve hatta kendi dikmişçesine gururla taşır. Unutur, çünkü o sizi taklit etmeyi o denli içselleştirmiştir. Kopyala yapıştır onun mottosudur. Saçınız pembedir, size “aa nasıl yaşıyorsun o saçlarla dikkat çekmiyor musun” gibi bir soru sorabilir. Sonra siz içtenlikle “işte önce rengini açtılar sonra bik bik” diye anlattıktan iki gün sonra; siyah saçlı fotoğrafının altında “pembe saçlarım ve ben… Pembe saçlı olmak öyle bir şey ki...” diye şiirsel yazılar yazabilirler. O hakikaten saçlarını pembe sanıyor, kızmayın. Ve asla saçlarının siyah olduğunu hatırlatmayın, bunu duymaktan hoşlanmayacaktır.

Ayrıca en büyük ortak özellikleri, eleştirildiklerinde aldıkları hal. O canım cicim ve “hadi her şeyimizi paylaşalım” samimiyeti birden tamamen çirkinliğe dönüşür. Acayip hakaretler, açıklanamaz davranışlar, ancak mahalle kavgasında ağza alınabilecek cümleler. Şaşırmayın. Tabi ki ondan bir İngiliz asilzadesi olmasını beklemiyordunuz ama yine de hazırlıklı olun. Bu kadar öfke hangi arada birikti şaşarsınız, ama unutmayın onun bütün derdi siz olmak, gerekirse bunun için sizi yer bile.

Eğitim durumları genelde benzerdir. Ya yeterli eğitimi alamamışlardır, ya da almışlardır ama bunu bir baltaya sap edememişlerdir. Bunun verdiği aşağılık duygusuyla kendilerine bir uzmanlık alanı seçerler. Bu uzmanlık alanı aslında herkesin bildiği ve vakıf olduğu bir konudur. Ama olsun, o eşsiz bir insan olduğu için, eşsiz bir öğrenci/kadın/eş olacaktır. Mesela; eğer anneyse çocuk eğitimi; eğer evli ve çocuksuzsa; mükemmel eş olma gibi. Bunlar değişir; alışverişe meraklıysa ve güçlü bir sponsoru varsa; stil uzmanı kesilebilir, yeşil seviyorsa, sağlıklı yaşam konusunda ahkâm keser, çiçek seviyorsa, botanikte bir numaradır, düğme dikebiliyorsa tasarımcıdır, photoshop’u açabiliyorsa grafik konusunda dehadır, iki kere radikal gazetesi almışsa da siyaset uzmanı ta kendisidir. Eğitimli olduklarını iddia ederler fakat dikkat edin genelde çalışmazlar. Çalışmayı deneseler de iş hayatları uzun sürmez, bunu da kendi tercihleri, özgürlüklerine düşkünlükleri veya hiç olmadı “beyim istemiyor”la açıklayabilirler. Ve yaratıcı işlerle meşgul olduklarını iddia ederler. Hayır, tek neden, profesyonelliğin olduğu ortamlarda onun gibilerde yer olmamasıdır.

Bir adımlık işi on adımda anlatırlar. “Bugün vapura bindim” Hayır o önce, jeton alır, tanrım çocukken de böyle vapura binerdi onu anımsar, sonra ağır ağır insan kalabalığına karışır, sonra saatine bakar; aa vapur gelmiştir. Yavaş yavaş adım atar, kolunun altındaki gazetesini hatırlar ve vapura biner. İşte bu, maksat zengin dursun. Öyle ki; eğer yanında erkek arkadaş/ezik bir kız arkadaş gibi bir şey varsa, o sırada onu da kişisel fotoğrafçısı ilan eder ve yüzlerce vapura binme fotoğrafı çektirir. Bu küçük şeylere anlam yüklemek değil, fındık kabuğunu doldurmayacak meselelerle zaman öldürmektir.

Bu insanlar apartman kavgasında bağıra bağıra kapıcıya hep kendisinin su verdiğini söyleyen kişilerdir. Pazar günü siz balkonda kahvaltı ederken tepenizden halı silkeleyen ve bunu “bir Pazar evdeyim ne zaman yapayım canım” diye açıklayandır. Trafikte “canım kardeşim” diye parmak sallayarak konuşan adamdır. Lokantada garsonu “biliyoruz bu işleri bir siparişi karıştırmamak ne kadar zor olabilir ki” tavrıyla azarlayan insandır. Haksızlığa uğradığını hissettiğinde, eğer kadınsa, direk kocasına/sevgilisine sığınır; “beni çok mağdur ettiler çok üzüldüm aşkitom” der ve adam onu pohpohlar; “bırak ya onlar senin attığın tırnak olamaz, ne kendini üzüyorsun” minvalinde laflarla kırılan egosunu tamir eder. Ayrıca yine onların o samimiyet döneminde kazara birkaç şey paylaştıysanız, bu tartışma döneminde ortaya döküleceğinden emin olabilirsiniz. Aranızdaki bir mektubu herkese okumak, özel bir paylaşımı genele yaymak… Her şey olabilir. Amaç bellidir; şov yapmak. Herkese “bakın haklıyım o çok iğrenççççç biri ve beni ağlattııı” diye duyurmak. Çünkü bilirsiniz, mağduru oynamak hep işe yarar bizim buralarda. Bunu da “onun seviyesine inmiyycemm yorum size kalmışşş” havasında yapar. Seviye nedir rakım mı ben hala bilmiyorum, ama konumuz bu değil.

Sürekli saflık edebiyatı yaparlar. “Ben çok iyi niyetli olduğum için…” diye başlayan cümleleri onlardan duyabilirsiniz. Üzerilerinde böyle gereksiz bir neşe, samimiyetsiz bir pozitiflik vardır. “Hayat işte yara ala ala öğrenicem” geyikleri anlatırlar; sakın “bundan bana ne” demeyin. Bu kişiliklerini oluşturan en temel özelliktir. Sosyal hayatta insana yardımcı olacak birçok erdemden bihaberdirler ama bu “iyi biriyim ben” sıkı sıkıya tutunurlar. Ha bir de; “dobra”dırlar. “Aaa ben yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi arkasından söylemem tatlım” derler; yani dedikodu ama daima inkâr. "Konuşsam ortalık sarsılır" kadar sır tutma yetisi. Patavatsızlığı açık sözlülükle karıştırmak.

En sevdikleri şey atasözleridir. Affedersiniz, atasözü bilmek bile bir görgü ve kitap okumak sonucu gerçekleşir, bunlar daha çok minibüs arkası sözlerle yaşarlar. “beni çekemeyen anten taksın”, “Çok da tınn”, “kalbinde yer yoksa güzelim korkma ben ayakta da giderim”, “kimseye hak ettiğinden fazla değer vermiyycekksin” gibi sözler. Bunları başlarından geçen olaylarda mutlaka kullanır, sürekli bu şekilde mesaj verirler. İlahi adaletin daima kendilerinden yana olduğuna emindirler. İlahi adalet ne de olsa işi gücü bırakıp onun ezilen gururunun tamir etmekle uğraşacaktır tabi, dünyadaki savaşlardan falan daha önemli bir konu. Bunun altında kendilerine âşık olmaları yatar. Kurtlar vadisi ve ezel karışımı bir felsefeye sahiptirler.

Afilli olması için bazı kelimeleri seçerler. Örnek verelim; mütevellit, binaenaleyh, velâkin. Bunlar genellikle edat/bağlaç olur ve kesinlikle yanlış kullanırlar. Örnekleyelim; portakaldan mütevellit meyve suyu. Bence pazara gidelim binaenaleyh. Seni çok seviyorum velakin sen çok iyisin. Bunlar gibi tamamen alakasız durumlarda şık bir edat veya bağlaç kullanıverirler.

Tavsiyem; bu kişileri yukarıda bahsettiğim özelliklerinden teşhis etmeniz ve derhal kapsama alanlarından uzaklaşmanız.

Şimdilik bu kadar.

Bir insan türünü daha gördük ve tanıdık :)

gribal

Güne hasta başlamak kadar berbat ne olabilir?
Boğazım uzun zamandır bu kadar acımamıştı. Bademciğim yok benim, şişmek de değil, daha beter bir his. Ayrıca evin tek hastası da ben değilim, sevdiceğimle senkronize hasta olmayı başardık. E şahane bir haftasonunun ardından ancak bu gelebilirdi. O işe gitmek zorunda kaldı, ben biraz çeviri yaptım. Bizim ailede nesilden nesile aktarılan deva karabiberli bal olayı boğazımı biraz kendine getirdi. Şimdi cuppa yatak, umarım o da eve gelebilir. Birimizin akşama çorba yapacak gücü toplaması gerekiyor.

Alice'i izledik. Hayatta en sevdiğim kitaplardan biridir. Film neden dublajlıydı, altyazılısı neden yoktu ayrı bir sorun. Bence tek başarılı yanı müzikleriydi, ki Danny Elfman as always.
Tim Burton'un en ölü filmiydi bence. Bir ara o ejderhayla boğuşma sahnesinde uyuyakaldım. Benim gibi bir sinefil için bu ölümcül vaka. Sonu ayrı bir felaket, herkese ayar çekmesi sonra işlerin başına geçmesi falan. Gerçekten kötüydü. Kötü. Hoş detaylar yok muydu, elbette vardı ama o kadar da olsun lütfen.

Eve bisiklet almayı düşünüyorum. Evet, bir yere varmadığın sürece pedal çevirmek manasız ama buna ihtiyacım var.

kelebek

Ne söylesem az kalacak, ne kadar şımarsam az.

Evde çiçekler, çiçekler. En bir kalpten notlar. Hapşırıyorum pek sık ama buna değer. Cebimde hediyeler.

*

Yoğun ama pek güzel günler. Şimdi bir kere benim artık silikon tabancam var. Matkap gibi pahalı bir şey sanıyordum, değilmiş. Sonra; benim keçelerim var. Puantiyeli kurdelelerim. Deryik hanımla bir sürü craft hayalimiz var. Bazıları için sponsor gerekiyor, bazıları için biraz vakit. Ne eğlendik cumartesi, bir sürü gevezelik, orada sakince oturulabilecek tek yeri bulması. Dünyanın en beyefendi yaşlı amcası. Bir an dedemlerde bayram ziyaretindeyim sandım, öyle bir özen. Tek sorun onun hep yağmur bulutlarıyla, rüzgarlarla gezmesi. Sonra ben minik yaka iğneleri yaptım, minik tamiratlar yaptım. Anaokulu faaliyet saati gibiydi. Bu hafta daha bir verimliydi gezimiz:) Şimdi devasa el işimiz için ilk ilmekleri atıyoruz. Aa fotoğraf bile çektik!

*

Eminönünde doğumdan ölüme kadar gelişen kilit olaylar için ne lazımsa var; doğum, lohusalık, sünnet, mezuniyet, askerlik, nişan, düğün, hac ve nihayet ölüm! Çeyiz cenneti. Kâbuslardan kâbus beğen. O ne acayip yataklar, ne korkunç elbiseler, gelin görümce alışverişe çıkan asık suratlı terli teyzeler. Küstüm yastığı nedir çözemedim. Bu teyzelerin hepsi mi asık suratlıdır bilemedim. Gelin kızlar kurbanlık koyuna benziyordu daha çok. O kadar acayip şeyi eve doldurmak sanırım sonra da; "aldılar bari kullanayım"ı getiriyor. Bilemedim. Onca delilik içinde, bana uygun olan tek şeyi kaptım; taze kahve.

*

Evde en sevdiğim eşyalardan biri mini mini mutfak alarmım. Ben çok dalgınım. Çok. Yemek yapmayı severim ama bende şöyle yürür: malzemeler, baharatlama, doğrama bilmem ne, bu işlemler pek bir neşeyle. Fakat tencereye/fırına atılıp bekleme aşamasına geçildiğinde, eğer başında durmamı gerektirecek bir şey söz konusu değilse; unuturum. Ki zaten başında beklemek dünyanın en anlamsız şeyi olur sanırım. Unuturum yani çok basit. Unutmaktan da garip, benim için o iş bitmiş oluyor, kafamda tik atılıyor ve tamamen aklımdan çıkıyor. Önceden bin bir tuşa basarak cep telefonumu kuruyordum. Bu şahane basit kronometreyle mesela 20 dakika mesela 10 dakika sonra bir sesle kalkıp altını kapıyorum, fırındaysa yönünü değiştiriyorum. Hayatımı kurtarıyor.

*

Bu arada ekmek makinesinde gayet kabaran, şapşahne kekler yapıyorum zahmetsiz. En pratik bir şey.

*

En son çim adam vardı evde. Onu bile öldürmeyi başardım. Evdeki çiçeklerden biri saksılı falan bakılası bir şey, ismi bile var. Bakalım, bu sefer becerebilecek miyim?

*

Ben birkaç gün önce, bir kelebek olup kozamdan çıktım. Bu sadece kendime not. Çünkü, kozadan çıkış sürecim sancılıydı, zordu, güzeldi. Ve şimdi kanatlarım çok güzel. Unutmayayım diye.

*

Ve teşekkürün en şahanesi bu hafta sonu evi “çinnnk” diye ses çıkacak kadar pırıl hale getiren sevdiceğime. Böyle şu an yere basmaya kıyamıyorum diyebilirim. Ayrıca her zamankinden fazlaca şımarmama izin vermesi ve ortam sağlaması da takdire şayan:)

*

Evden çalışıyor olsam da, pazartesi’nin bir sendromu var ne yazık ki, haftalık planlar, önceki haftanın geri dönüşleri, yeni haftanın planları… Ve bu haftanınki başarıyla atlatıldı. Hop bugün Salı. Mart ayı şahane başladı.

*

Artık gece uykusuzluklarını bıraktım. 12de uyku, 5te güne başlamak. Hoş bir durum, öğleden önce sokaklara dökülebilmek, belki biraz kestirmek, akşama zıpzıp bir denizkızı olmak.

*

Bir de benim artık, bana özel yapılmış bir şarkım var, serenadım bile var, bana özel bir pastam var, beyaz çakıllı çiçeklerim var, en sevdiğim bir kupam var, dehşet renkte bir ojem, benden başka kimsede bulunmayan bir kolyem var, mis kokulu mumlarım, pofuduk mor havlularım var. Daha neler neler.

*

Ayrıca; gerçek bir mucize görmek isteyenler için; yasemin çayı.

*

Bir de en harika ve “beni seven onu da sever” bir blog: http://a-little-penny.blogspot.com/

25

25.

Acayip bir rakam. Pek yuvarlak. Düz hesap. 25 çubuk, 25 çentik, 25 kelime, 25 kibrit çöpü. Hop. Ben en son 18’i hatırlıyorum onda bile böyle hissetmemiştim. Çeyrek asırlık bir ömrüm oldu, bir bu kadar daha geçince 50 olacağım, hayat pek hızlı o zaman. Sanırım artık sabah vakitleri bitti benim için, öğlen oluyor, gün dönüyor.

Doğum günümü çok seviyorum. Bundan olsa gerek; 3 yıl önce bugün bu saatlerde, beyazlar içinde sevdiğim adama evet diyordum. Doğmaktan sonra yaptığım en iyi şey için, doğumgünümü seçtik. Ve en az yaşım kadar kutlamaya değer bir şey, sevgililiğimizin evlilikle taçlanması. 3 de sihirli bir rakam bugün.

Evet bu sene “İyi ki doğduuum la la laaa, gördün mü 25 oldum!”u döne döne, bağıra çağıra söyleyebilirim. Kutlamalar başlasın. Bundan sonrası için şahane planlarım var. Korkularımı, endişelerimi, büyüme sancılarımı ilk çeyreğe bıraktım. -Hayır daha büyümedim tabi, sadece sancılarımı bıraktım.- Şimdi mucizeler, süprizler, maceralar.

Amaaaa; ben bir müddet 25 kalacağım, mümkünse bir sonraki yuvarlak sayı; 30’a kadar falan. E artık başlamalı bu hesap kitaplara. Hem çıtı pıtı görüntüm benim, kurtarır:)

Yihhu ben 25 oldum!

keçekeçe

Bahardan bir gün. Sahi, çünkü cemreler düşüyor. Önce vapur. Sonra biraz yağmur. Çünkü o yağmur bulutlarıyla geziyor. Kadıköy, Moda. Sonra yine vapur, vapurda bir kitap. Kitap pek özel ve tanıdık, çünkü hediye. Ayrı bir postun konusu. Sonra Deryik ve Eminönü. Yürümek, geveze haller. Hayatımda gördüğüm en gerçek crafty! Yok böyle bir şey. O boncuklardan neler yapıyor, neler biliyor ve dahası insanı komplekse sokmuyor. Kelimelerle yaptıklarını boncuklarla da yapabiliyor. Aa keçe de var! Aaa Deryaaaaa şunlara baaak. Bak tabi, bunlardan alabilirsin. Sahi mi? E çok da ucuz, ay renk renk. Üşenmiyor, “tasar”layıveriyor orda bir şeyler, neyi nasıl yapacağımı gösteriyor. Neşe doluyorum. Alıyorum alıyorum. Rengarenk. Rengarenk. Başım dönüyor. O ne aradığını biliyor, ince zevkiyle bir bir seçiyor. “Pirinç yoksa nasıl pilav yaparsın, bulunsun” diyor. Ben dağınık. O zarif küçük bir kadın, takıları kendisine kafiye, bir sürü noktacık yüzünde. Uzun zamandır kendime ayırdığım en güzel vakitlerden. Yolda meyve suyu molası. Onun tansiyonu, benim tıkanık nefesim iyi bir ikiliyiz. Halden anlıyoruz böylece. Mısır çarşısının önünde duruyoruz; “derya bu taraf diyorum ama…” “hayır bak köprüden geçeceğiz”… Yön duygum yok ki benim. Sahiden biraz eksik. Neyse sonunda benim onu uzun zamandır götürmeyi planladığım gizli yeri buluyoruz. Tozlar, eşyalar. Hooop kelepir bir kirpi ona ve dünyanın en şahane teneke kutusu. Ve uzun zamandır istediğim parfüm şişesi bana. Ben yüzlerce kere geldiğim, fotoğrafladığım bu yeri onunla paylaşıyorum, sanki gizli mağarama girmesine izin veriyorum. Bolca toza, kelimeye, güzelliğe bulanıyoruz, burun kıvırıyoruz bazılarına, gülüp duruyoruz, hatta bir ara sevgilim bile uğruyor ayaküstü bir şeyler alıyoruz veriyoruz, üç dakikaya birkaç öpücük sığıyor, sonra hop kayboluyor. İyi ki gün bitmiyor. Tavuklu pilav, kazandibi, tavuk göğsü. Bolca sözcük, keyif. Bir sürü şey daha. Aramızda. Ve biz yine fotoğraf çekmeyi unuttuk.

/

Salı günüydü bunlar. Onca karmaşanın içinde kendime çaldığım bir gün. O günden beri toplam 7-8 saat uyudum-uyumadım. Yorucu bir çalışma hali. Ama daha doğrusu yazmaya kıyamadım. 3 gündür masamın üzerinde duruyor o renk renk keçeler. Bir de o incecik minicik narin parfüm şişesi. Pıspıs sıkıyorsun hani eskiden olduğu gibi. Ve tabi cebinden çıkardığı kitap. Sanki hissetmiş, alıp kaybettiğimi, okumayı pek istediğimi.

/

Önümüzdeki hafta doğum günüm. Sakin bir çalışma programı yaptım; çünkü biraz heyecanlıyım. Çokça şaşkın. Bu rakama pek fazla anlam yüklemişim meğer. Kısacık hayatım çeyrek asrı tamamlıyor, yuvarlak hesap bir rakam oluveriyor. Hem aynı gün, tek çatı altında geçirdiğimiz süre 3’leniveriyor.

up!



Mart’ın kıyısı en güzel mevsimlerden. Hem de benim doğduğum ay. Balık mevsimi :) Yılın en sevdiğim zamanları, şubat, mart, nisan mayıs. Sonra yaz eh işte, sonra eylül, ekim, kasım yine şahane. Hep aynı duygu, yeniden başlamak gibi, okulların açılması gibi.


En son -detoks diye kibarlaştırdığım- hastalık sürecinden önce makarna yemiştim. Makarnadan nefretteyim. Fakaaat Deryik Hanım sayesinde daha iyi bir lezzet buldum; kuskus. Çocukluğum boyunca zorla yediğim bu garip şeyi, şimdi en şahane soslarla deniyorum. Sos demek az kalır çünkü basbayağı bir yemek eşlikçisi oluyor kuskus. Asıl olay kilit maddeyi keşfetmiş olmakta. Bu kilit madde sayesinde, krema olmadan –çünkü çok ağır oluyor- daha hafif bir lezzet elde ediyoruz. Makarna sosu aynı şekilde kaldırmıyor, sebzelerin baharatların tadı alınmıyor. Altı hamur üstü lapa bir sos gibi kalıyor. Muş. Kuskus keşfedince anladım bunu. Şimdiye dek 3 ayrı içerik geliştirdik, bravo bize!


Bir kuskus mevzusuna bu kadar güzelleme yapmamdan da anlaşılacağı gibi, evet ben yemek yemeyi çok seviyorum. Yapmayı da bu nedenle öğrenmiş olabilirim. Yemek yemek bütünüyle neşe kaynağı benim için. Güzel yemek yapan sevgili bu nedenle çekici, nasıldı o laf “Basit yaşayanlar karın doyurur, mürekkep yaşayanlar yemek yer.” İşte öyle.


Bir hafta sakin geçti, şimdi her şey yeniden hızlandı. Birikmiş kelimeler. Pencereden ışıl ışıl bir ışık. Camıma çarpan kuşlar. Parmaklarım eskisine oranla daha hızlı. Uykular daha dinlendirici.

Bloglardan sıkıldım. Yok galiba insanlardan. Bazıları hala çok özgün, çok mutluluk verici, “iyi ki var”lardan. Bazıları hep kendini tekrar, öğrenilmiş üç beş kelimeyi sürekli cümle içinde kullanma hali. Özgün bir şey, farklı bir insan tanımış olma neşesiyle iletişim kuruyorsunuz ve; hooop nakarat.

Dün ben karşıya geçerken tesadüfen devasa –hayır suhulet değil- bir vapura bindim. Kocaman camlar, geniş koltuklar. Ve martılar şenlik halindeydi. Fotoğraf çekmeye kıyamayacağım kadar güzeldi.


Yeni oyuncağım dvd player. Yepyeni filmler aldım, çok heyecanlıyım. Film indirmekten, dvd alarak/kiralayarak izlemeyi unutmuşum.


Lost. Hakikaten bu kadar keyifle izlediğim ve sevdiğim bir dizi olmadı. Sürükleyici olması bir yana, gerçekten yapılan işi de hayranlıkla izliyorum. Ayrıca da Richard’ın kimi/neyi temsil ettiğini bulduğumu düşünüyorum, çok mutluyum:) Lost demişken: http://bobiler.org/m_156967



Bu arada; Up! Gördüğüm en sahici, en etkileyici aşk filmiydi. Evet, klişeler çokça vardı. Ama hem çok güldüm, hem de ağladım. İkisi bir arada haller en çok sevdiğim. Ve bence artık hep animasyon olsun. Kötü oyunculuk, kötü ışık riski , devamlılık hataları yok. O köpekler, o tombalak yanaklı velet, afacan dennis’in komşusuna ve tabi walter mattahu'ya benzeyen amca, uçan ev, balonlar, "kevin is a girl?" sorusu, kadın ve adamın koltukları, kumbaraları -ki bizimkine pek benzettim-, çocuksuz ama mutlu aile, turuncu diken saçlı kız, "squirrel!", dug'ın sevgi gösterileri, Russel'ın izciliği, filmin tamamındaki müzikler ve kullanımları, "it's like america- but south!" komikliği, kadının hayalleri, fotoğrafları, üzerine düşünüldüğü hissedilen her bir detay… Hepsi çok güzeldi. Çok kahkaha, çok gözyaşı. Yüzlerce kere daha izlerim. Bence hayatta en güzel şey olmalı; birine âşık olmak ve onunla yaşlanmak.



Bir de ben Üsküdar’ı çok özledim, oradaki ışık bile farklı, sesler başka, adımlar değişik, hava ılıman. Bence gökyüzü bile değişik. Gece yarısına uzamış bir akşamın sonunda, Beyoğlu’ndan dönerken, vapurdan inip “oh evdeyiz” demeyi, avare yürümeyi çok özledim. Vapur saatlerini ezbere bilmeyi, iskeledeki bayiden dergi almayı özledim. Ben Üsküdar’ı çok özledim.




sakın!




Bugün;
Gül satan yapışkan teyzelerin,
Yanındaki adama, “acaba gül alacak mı” diye yan yan bakan tiplerin,
Bu yıl hatırlayacak mı kaygısıyla karın ağrısı çekenlerin,
“Aşkııııım bana hediye almışşş” diye ince ve cırtlak bir sesle zıplayarak peluş hayvanına sarılan kızların, -bu kızların bir ortak özelliği de dipboyası gelmiş bir halde gezmek, balayı fotoğraflarını facebook’a koymak, hediye olarak istediği şeyi önceden belirtmektir-
Evli olduğu için, sevgililer gününe nasıl yaklaşacağını bilemeyenlerin,
Sevgilisine olabilecek en gerzek isimleri takan -bazıları var ki kediyi öyle çağırsan dönüp bakmaz- ve "sefkilim" diye bahseden dişilerin,
Elmyra'nın hayvan sevgisi gibi, sevgilisini boğum boğum boğanların,
Kalpli ayıcıklara tapanların,
Kendi kültüründe, doğasında, alışkanlığında hiçbir şeyinde olmayan bir tüketim çılgınlığına kolayca kapılanların,
Sevgilisine kredi kartına on taksit parfüm alan adamların,
Kendisine alınan hediyeyi hatun arkadaşlarına göstermek için sabırsızlananların,
365 gün içinde, yalnızca bugün sokaklarda el ele dolaşabilecek/öpüşebilecek cesareti bulanların,
Yatağının üstüne gerzek kalpli yastıklar döşeyen az gelişmiş ergenlerin,
Akşamki yemek için kuaförde fön sırası bekleyenlerin,
“Ay ben çok karşıyım, insan sevgilisini bir gün mü hatırlar” diye eleştirdiği halde gizli gizli hediye bekleyenlerin,
Battaniye-altında-romantikkomedi-izlemek isimli klişeyi yaşamaya heves edenlerin,
Bunun yanına da illa ki sıcak çikolata ekleyenlerin; (buraya dikkat, çay çekirdek gibi basit abur cuburlar asla olmaz)
Romantik bir akşam yemeği anlayışı, mum, şarap, keman olanların,
Birbirine duvar yazısı düzeyindeki Can Dündar yazılarını fwdlayanların,
Evde bir sofra hazırlayıp iki de mum yakanların bayramı.
Doya doya kutlasınlar.

Yeri gelmişken; en saçma hediyelerin başında; parfüm ve mutfak eşyası geliyor. “Bu mikseri al karıcığım ve bana güzel kekler yap” insanı. İhtiyaç maddesi hediye olmaz çok basit bir kural bu. Bir şeyi yapıyorsunuz bari layıkıyla yapın. Evet, hemen ardından peluş hayvanları sayabiliriz. Bu devasa toz toplayıcıları kocaman dolaplarının üstüne yerleştiren süper zekâ kadınları hiçbir zaman anlayamadım. Nedir? İri, naylon, yumuşak ve tüylü şeylere mi sarılıp uyuyorlar? “Ay erkeğe hediye almak zor yaa” diye yakınan kadınların yine yine yine gömlek alması. Hayır efendim, hiçbir cinse hediye almak zor değil, belli ki karşınızdaki insan hiçbir hobi, zevk, merak, ilgi alanına sahip olmayan ilkel biri. Bir de çikolata. Amanın kalpli de olunca tadından yenmiyor:) Kendinize gelin. Kadınların alışveriş ve çikolata delisi beyinsiz bir yaratık olduğu düşüncesine neden olan bütün hemcinslerim, diziler, dergiler yanılıyor bilginiz olsun.

Gerçek sevgililere tavsiyem,
Bugün sakın evden çıkmayın. Saklanın!

sınıf başkanı

Günlerdir iki çocuğun videosu dolaşıyor internette.
Herhalde bir şey icad ettiler, bir şey var diye izledim. Sonra beyaz’a çıkmışlar internetten onu da izledim. Dayanamadım sonlara doğru, kapadım.

Bunu “yürü be, çocuğa bak, yoruma bak, helal olsun, aferin be, tepki budur” diye yorumlayan herkesin zekâsından şüphe ediyorum. Bunu çeken öğretmenin, internete koyan hasta ruhlunun insanlığından şüphe ediyorum. Buna gülebilen herkesin vicdanından şüphe ediyorum. Bunu paylaşan, dağıtan, tekrar tekrar izleyen, kendi ortamına (tv programı, facebook vb fark etmez) misafir eden herkesin ruh sağlığından şüphe ediyorum. (aynı düşüncelerim; bir kadın programında acınası durumunu paylaşan bir kadının kelimelerinden şarkı yapan, dinleyen, dinleten, sloganlaştıranlar için de geçerli)

Rica edicem, okuyan paylaşan, yayılmasına katkıda bulunan ve “aferin” diyen biri varsa bu yazıyı okuyanlar içinde, benden uzak dursun. Bu kadar kıt bir algıya sahip biriyle tek kelime paylaşmak istemiyorum. Olay anında miniklere “aferin alkış” diyen bünyeyle aynı gezegende yaşamak bile istemiyorum.

Basbayağı çocuk pornosu bu, üzerine de yoksulluk eklenmiş, acı pornosu.
İzlerken kötü olmadınız mı? İçiniz oyulur gibi? O iki çocuk, çocuk işte adı üzerinde, insan. Hani anime değil, çizgi değil, animasyon değil bir şey değil. Siz tvyi kapatınca ölmüyorlar, hayatları sürüyor. Beyniniz mi yok, kalbiniz mi yok, yoksa büsbütün kötüsünüz farkında mı değilsiniz? Hangi duyguyla izleyebiliyorsunuz, hani kendi haline şükrederek ve o kötü durumun başkasının başına geldiğine için için sevinerek mi? “Bunu da bulamayanlar var” hissiyatı mı, “herkesin başına gelebilir” insafıyla mı? “Ah yavrum erken büyümek zorunda kalmış” takdiriyle mi? İzlerken duyulan acımayla mı tatmin oluyor ruhunuz? “Pis mendilci çocuk almıyycamm aa ısrar etme” dedim insanısınız hepiniz. Nasıl bir acı fetişi bu, ne zevk alıyorsunuz? Küfreden çocuğa gülen “eşşolueşşeek de oğlum ekikiki” ilkel mağara adamı mı var içinizde? Hep birlikte mi delirdiniz nedir yani? Ruh hastası bir yetişkin gibi davranan zavallı bir çocuğun nesi komik?

Her açıdan sakat bir durum, bir de tvye çıkartılıp, “anlat çok mu fakirsiniz” muhabbeti nedir yahu?
O reytinglerinize tüküreyim ben asıl.
Hepinizin canı cehenneme.

love who you are








Ben 2010’a dün girdim, Şubat 1’de.
Güneşli ama serin Kadıköy gününde. Çünkü pırıl pırıl bir sabahtı. Ben neşeli ayçiçeği. Hop bir mucize, hop bir telefon, hop bir güzellik. Hayat cömert davranıyor. “Topla kendini” diyor. Ne yorgundum oysa. Şimdi ne güzelim. Ve bu yılın defterini nihayet edindim ve yıla 1 şubat pazartesi başladığımı yazdım.

Zor bir aydı, üzüntüler, kayıplar, hastalıklar, telaşlar, ama geride kaldı. Geçen haftaki zorunlu detoksla sonuçlanan hastalık hali, ruhen de arınmamı sağladı. Demek ki lazımdı. Hop toparlanalım, önümüzdeki maçlara bakalım.

/
Cumartesi günü.

“Sana anne diyebilir miyim been?”

Karşımdaki ses; neşeli bir ses, anaç, genç, mutlu.

Şımarık bir anımda “bana da reçeeel” diye sızlandım diye, kapıma kadar reçel. Bence kariyerini bırakıp “zarifvegüzelşeylerdükkanı” açmalı. O nasıl bir kavanoz, nasıl bir kart, nasıl bir kurdele, nasıl bir kese, nasıl bir el yazısı… Yolladığı çay bile mucizevî. Telaşla Pazar kahvaltısına yetiştirme düşüncesi annece. Üç gündür ona batıra döke saça yiyeyim diye simitle besleniyorum ben.

Ne kadar teşekkür etsem az.

/

Lost’u en baştan izlesek mi derken, 104 kadar bölüm, 70 kadar saat hesaplaması sonucu vazgeçtik. Şimdi yeni sezona hazırlanıyoruz. En sevdiğim dizi bu.

/

Özlediğim kitaplar var. Bence yetişkin olmak veya çocuksuz olmak engel değil çocuk kitapları rafı edinmeye. Çünkü benim okuduğum en güzel kitaplar onlardı. Hayır çocukluğa özlem değil bu. Küçük Vampir’i kim sevmez? Anton’la Rüdiger’in maceralarına bayılıyordum, o zavallıcık küçücük odasında, sıradan evinde pencereden gelen vampir arkadaşını beklerdi, kimsenin bilmediği maceralar yaşardı. Bir gün benim pencereme de gelir mi diye bekledim hep. Okuduğum en eğlenceli seriydi, hala da öyledir. Enid Blyton’ın kitaplarını peki? Koca bir yaz o serileri okumuştum, okumayı söktüğüm ilk yazdı çok iyi hatırlıyorum. Minik boylu sarı sayfalar. Uzun öğleden sonralar hep o kitaplarla güzelleşti. “Uyumasan da dinlen” talimatlı öğle uykularının rüyaları onlarla demlendi. Tesadüfün en güzeli, yıllar sonra o serinin filmlerinin çevirilerini yapmaktı. Okumayı bana okudukları karton masallarda Rapunzel’e baka baka sökmüştüm. Okuldan çok önceydi, ve ondan sonra en büyük eğlencem masallar oldu. Öylece okula gidince, minyonluktan sınıf atlamam da uygun görülmeyince, Cin Ali dönemim kısa sürdü, diğerleri fiş yazarken sıranın altında Grimmleri, Andersenleri ve daha nicesini o yıl okudum bitirdim. “Canı sıkılmak” deyimini bilmezdim ben. Pippi Uzunçorap’ı bile bilmiyor şimdikiler ama? Uçan Fil Dumbo’yu, Bambi’yi peki? Oz Büyücüsünü? Pıtırcık’ı kim unutabilir, Toraman’ı, Çarpım’ı, Lüplüp’ü? Hepsi arkadaşımdı benim. Pinokyo’yu? Hiç de hafife alınacak bir kahraman değildi oysa. Matilda’yı… Yoksa Çarlinin Çikolatası Fabrikasıyla mı tanıdı şimdikiler Roadl Dahl’ı? Salzburg diye bir şehrin varlığını öğrendiğim macera kitaplarını, Brezina serisini nasıl unuturum? Gittiğimde kaybolmayacak kadar canlandırmıştım gözümün önünde. Öğrendiğim tüm kent isimlerini atlasta arayıp hayallere dalardım. İki yıl okul tatilini, Jules verne’in bütün kitaplarını. Arzın merkezine seyahat, 80 Günde Devrialem, Kaptan Grant’ın çocukları, Denizler Altında 20000 Fersah… Hani kalın kaplı altın yayınlar serisi, ne severdim her birini. Tom Sawyer, Peter Pan, Gulliver, Siyah Lale, Küçük kadınlar, Küçük Prenses. O kız için az mı ağlamıştım. Her birini en az iki üç kez okurdum. Demiryolu çocukları. Kitabın ilk cümlesi dahi hala aklımda. Resimlerini çizerdim okuduğum kitapların. Kokusunu hatırlıyorum. Kapak resimleri gözümün önünde. Muzaffer İzgü’nün Ökkeş serisi. Gülten Dayıoğlu’nun kitapları. Yapa’nın hareketli kitapları. Doğan Kardeş dergilerini. Benim çokça vardı, yetişemediğim zamanlara ait olanlar ciltlenmiş halde. En sevdiklerimdi. Çizgi romanları, mickey’inkileri, dergileri, Donald amca’yı, Tenten’i, Red Kit’i ama en çok ve daima Asterix’i. Daha aklıma gelmeyen binlercesi. Hayal gücü yüksek bir çocuk için define sandığı gibi. Bu yüzden hiç "kitap okumak" meli malı eylemlerden biri olmadı benim için. Bunları birer birer tekrar edinmeli. Çünkü çocuk edebiyatı en güzel şey ve şimdikileri de denedim, okudum ettim, yok aynısı değil, bir şeyler eksik. Tatsız, tutsuz, bir garip.

/

Ve ruhlar arasında var olduğuna kesinlikle inandığım bir bağ. Yoksa uzun zaman üzerine düşünüp, yüksek sesle söylediğim bir cümle, nasıl gelebilir ki bir zarfın üzerine yazılıp? Gerçek mucize işte bunlar.

/

Tanıdığım güzel insanlar... Kalbi, kalbime yakınlar…
Cebimde çokça teşekkür var.

/
Hamiş: Yukarıdaki resmi hatırlayan kaleye mum diksin.

25102010

Uykular dolusu yorgunluk. Akşam vakti bir telefon. Kötü bir haber. Hop aniden yolculuk, vazifeler, üzüntüler. Soğuk. Ama nasıl bir soğuk. Zaman zaman kar, ama kardan daha zor bir soğuk. Abartmıyorum, bir ara sırtımın kitlendiğini hissettim. Telaşa bir mola. Kuzine, filmlerdeki gibi, maşınga diyorlar orada. O odada 2 saatlik uyku. Sanki fizik tedavi. Bütün kemiklerim yumuşadı, yavaş yavaş açıldı. Nasıl bir şey. Kaloriferler onların yanında sıcak su torbası gibi bir şeymiş sahiden. Her an eve bir kuzine kuralım diye tutturabilirim.
Döneceğimiz akşam, cenaze havasından kaçmak için, pek sevdiğimiz biriyle kahve molası. İlk kez damla sakızlı kahve içtim. En çok sevdiğim şeyler bir arada. Öyle iyi geldi ki.
Zor bir haftanın ardından kar. Tamam ben de seviyorum karı ama, soğuk güzel bir şey değil ki. Bu neşeyi de çok anlayamıyorum o yüzden. Kar istanbulda, -2 derecede olağanüstü hal ilan edilmesi demek, trafik demek, aksamalar demek. Dün uzun uzun uzun yürüdük, merdivenlerden indik çıktık ve sonunda geziyi fondüyle taçlandırdık. Çilek harika bir şey. Camdan karı izlemek de güzel. Limoncuğum üşümüş müdür, içeri alsak mı?

Bir de; bigbangtheory en gülmeli dizi, Fraiser'dan, Seinfeld'den sonra ama.

şu sıralar...

Ennn çok içtiğim şey; elma çayı. Nasıl bir mutluluk. Ve ben herşeyi abartırım. Geçen gece devasa bir bira bardağına doldurmuştum. Bıkmadan önce ara versem iyi olacak sanırım.

Enn çok dinlediklerim; soundtrack albümler. Heyecanla indirirken cici bir arşivim oldu.

Ennn çok yediğim şey; kırmızı biber. Közlenmiş haline bayılırdım, şimdi sadece yıkayıp yemeye fena dadandım. Kahvaltıda, ara öğünlerde, yatmadan, hop yıka lüplet.

Ennn eğlenceli besin maddem; sevdiceğimin nasıl bulduysa bulduğu ev yapıma yoğurda çok benzer yoğurtla, değişik reçellerimi karıştırarak yemek. Meyveli yoğurt çok severdim, ama bu daha da güzel bir şey. Hafif, katkısız, süper.

Duyduğum ennn garip mazeret; afm sinemaları görevlisinin şikayetim üzerine somut bir açıklama yapmak yerine; konuyu "afm bu değil" cümlesiyle bağlaması.

Yediğimiz en faydalı abur cuburumuz; sevdiceğimin keşfi bayatlamayan kurabiyemsi şeyler; kahke.

Yeni keşfim ekmekler, damlasakızlı, zeytin ezmeli -dikkat zeytin değil, ezmesi:)- ve domatesli. Çekirdekli ve bir de francala. Hepsi birbirinden şahane. Hep "aa bak bunu sevdik hep yaparız" diyorum, bir diğerini denerken anca sıra geliyor. Kuruüzümlü de vardı ama tadını bilmiyorum:)

Duvarıma enn çok yakışan şey; Susan Miller takvimi.

En şikayetçi olduğum şey, yılbaşıyla gelen 5-6 günlük tatil halimizde, uyku düzenimin tamamen bozulmaya başlaması, ve bunu durduramayışım. Bugün itibariyle yeniden yerel saate geçeceğim.

Aklımdaki planlar; deryik hanımla Horhor'a gitmek, antikalar bakmak, sonra bana kapalıçarşıdan cadıkazanı malzemeler aldığı yerleri öğretmesi, sonra yemek yapıcam ona ben, o da bana o şahane renk ojelerini nerden aldığını öğretecek.

Bir de, evimizde artık yeni bir canlı besliyoruz. Bir kefir tanesi. Tanya gönderdi. Ardından yaklaşık 1547 adet sorumu sabırla yanıtladı. Nihayetinde, kendisini güzide bir cam kavanozuma yerleştirdim, uslu uslu oturuyor. Onu sütle besleyeceğim, umarım yerini sever, büyür, serpilir ve şifa verir. -bir şeyin aynı anda hem bozuk yoğurt, hem kesik süt, hem de küflü peynir kokabilmesini, iyimser bir yaklaşımla bir mucize olarak değerlendiriyorum-

Şu sıralar böyle.

Hamiş: The Story of Maths. Mutlaka izlenmeli. Çin İmparatorunun haremindeki matematik danışmanları, -haremdeki kadınlarla birlikte olması sırasını ayarlayalım derken neler buluyorlar-, Sudoku'nun kaynağı, Hintlilerin hiçlik duygusunun onları sıfırı bulmaya götürüşü, islam'daki namaz saatleri ve kıble gibi matematiksel konuların onların matematikte çığır açan şeyleri geliştirmesine yardımcı oluşu, Hayyam ve matematik, hikmet evi, cebir, Fibonacci sayıları ve tavşanların ilişkisi gibi konularla, doğunun oyunu olan matematiği, batının nasıl kendine mal ettiğini itiraf eden, akıcı bir belgesel.

The Good Wife's Guide


En son izlediğim bir belgeselde, kadın kendine harika bir mutfak önlüğü alıyordu.
Üzerine deryik'in son yazısı tuz biber ekti, aklımdaki bu yazıyı yazayım dedim.

Yukarıda gördüğünüz “the good wife’s guide” 1955 yılından. Daha net okuyabilmek için linki tıklayabilirsiniz. Maddeler gerçek üstü gibi gelmişti okurken, ama sonra üzerine biraz düşününce, hiç de değil. Şu an hala bunları düstur edinmiş hatun kişiler var. Hem de daha geliştirilmiş hallerini.

Benim durumumdaki gibi, etrafınızda yoksa eğer, kadın bloglarına bakmanız yeterli. Erkeğinizi elde tutma ipuçları. Yukarıdaki zamazingoyu günümüze uygulamak mümkün. Bir özet geçeyim.


The Good Wife's Guide, 2010

Yemeği bir akşam önceden hazırla. Tanrım ya o geldiğinde yemek hazır olmazsa?! Aynen yukarıda söylediği gibi “Most men are hungry when they get home and the prospect of a good meal is part of the warm welcome needed.” Bu işi sevmiyorsan da, sevmeyi öğren, hayatının geri kalanının büyük bir kısmı mutfakta geçecek, alış. Bunun için de; ankastreler, şık mutfak gereçleri gibi şeyler edinmekle başla. İşini kolaylaştıracak bilumum aleti satın al. Hem hamur yoğur, hem manikürün bozulmasın, bunu esas al. Hey bu işi hafife alma; “kalbine giden yol…” Organiksin, not et bunu lazım olacak. Bu dönemin modası bu, ona göre. İçinden üç kere “sağlıklı beslenmek” de, aferin. Öyle hep et, kurufasülye falan olmaz, sıkıcı ve garip sebzelerle farklılık yarat. "Biz brokoliye bayılırız" ailesi. Manavda falan pahalı sebzeleri tercih et. Aş kendini. Adını bilmediğin bir ülkeden ithal, nasıl pişeceği meçhul sebzeler alarak onu da zengin et. Saksıda dereotu yetiştir. Kocanı kötü besinlerle beslemek istemezsin. Hem bak bu ilerde kafasına kakmak için de bir koz senin elinde, “bir günden bir güne…” diye başlayan uzun nutuklar atabilirsin. Devamını “saçımı süpürge ettim…” diye sürdürebilirsin. Unutma bunlar çaresiz ev kadınlarının ortak dili. Ne kadar çabuk öğrenirsen, o kadar iyi. Ayrıca "ay hiç beceremem şekerim" elektriği vereceksin. Hani ilkokulda, hiç çalışamadım dediğin sınav için gecelerce uykusuz kalırdın ya, aynı mantık. Veya şimdi eşofman, dağınık saç, spor ayakkabı, "evden öylesine çıktım" imajı için saatlerini harcayanlar gibi. Ev işlerine takık değil gibi görüneceksin ama mükemmel olacaksın, hem şaşıracaklar hem iki kere hayran kalacaklar.

Kendine de dikkat et, gün içinde bilmem ne kadar su, şu kadar yeşil çay. Bir litreden çok, iki litreden az. Yetersiz beslenme ama çok da yeme. 34 bilemedin 36 beden sınırın, yine de kilo alırsan doğumdan falan mazeretin hazır; “beni böyle beğeniyor.” Bir yere not et unutma. Formda kalmak istiyorsan da “masraf çıkarma”, sabahları sizin tarikatın başkanı ablayla pilates yap.

Kremlerin, jellerin bitmeden hemen yenisi ısmarla. 1955’ten bu yana çok şey değişti, kafaya kurdele takmak yetmez bebek. Pratik ol, artık internet alışverişi diye bir şey var, yorma adamı. Aa hesaplı da olmalısın bak, indirimleri takip et, “ek” kartını bilinçli kullan, karttaki puanları harca, bedava kampanyaları kovala, bravo sana. Yaşın geçiyor kırışmaman gerek, onu da sakın atlama, zamanı geldi mi gözaltı kremleri. Yine de çok talepkar olma. Ne derdi annen; “elindekiyle yetinmesini bil”. Bunu günümüze şöyle uyarla; havuçtan krem, salatalıktan maske falan yarat. Bunun için televizyondaki öğle kuşağından veya internetten faydalanabilirsin. Yemekten artan malzemeler hop cilde, mantık bu.

Bütün bunları yap ama yorgun olma. Onu güler yüzle karşıla. Evi hazırla. Unutma, bu konularda iyi olduğun oranda ödüllendirileceksin. Öncelikle senin gibiler tarafından. Gıptayla bakacaklar sana. “Ay nasıl yetişiyorsun şekerim” Zaten asıl önemli olan, hemcinslerinin yaptığı baskı ve koydukları yazılı olmayan kurallar. Onları esas alacaksın. Ve ona gelince; belirli şeylerle ödüllendirecek işte; takı, parfüm, çok cömertse seyahat falan. Kızsal hediyeler. Bunları bonus toplayan mario gibi biriktir, gerektiğinde toplu ödeme yapması için uyar. Bir kız arkadaşına şöyle anlat mesela o anlar; “bla bla yaptı ama gönlümü aldı.” İşte bu içi geçmiş evliler arasında bir şifre ve “hata yaptı ama ödemesini yaptı” anlamına geliyor. Bu hesap, hatanın büyüklüğüyle doğru orantılı sayıda gül olabilir. Sonra “benimki hiç çiçek almıyor” deme. Kendi düşünemezse kapris yap, yoktan sorun falan çıkar hatırlat.

Arada kültürel aktiviteleri unutmayalım. Evdeki recep ivedik entel berk'e dönüşmeli. E bu kimin işi, bildin; tabi ki senin. Onu yontacaksın. Yer yer, tiyatro aktiviteleri, belli filmlere git, ama ev kadını kendi başına gitmez, adamı da sürükle. Unutma, ev hanımı kültürlü olur, ilerde çocuğunuzu kurs kurs gezdirirken bunlar hep lazım olacak. Kızımız Biriçimsu piyano çalıyor, at biniyor, hatta yetmedi devekuşuna geçti. Bunlar hep gurur vesilesi, o yüzden o kütükten bir sanat eseri doğurabilmek için, onu da biraz yontman gerek. Çocuğun notları 90'dan 80'e düştüğünde tutacağınız öğretmeni seçmek için donanımlı olman gerek.

Bak ne diyor yukarıda, soğuk aylarda şömineyi falan hazır etmeli. E şimdi farklı durum ayak uydur, evi bile ısıt, gerekirse kendini yak ama bunu ihmal etme. Sakın! Gerektiğinde ondan önce yatarak yatağı ısıt, gerektiğinde sıcak su torbası yap, ona iyi bak. Hastalanırsa, "ah çocuk gibi çok nazlanıyor" geyiğini illa ki yap ve "bensiz yapamaz bu"yu da ucuna ekle. Neydi atasözümüz: “Yuvayı dişi kuş yapar.” Unutma. Hani vardı ya reklam, mutlu kadınlar delirmiş bir halde şarkı söylüyordu “evimde mutluyum beeen” Hayır canım, tabi ki senin hayatın “monoton” değil, kim demiş? Hatta çok “yoğunsun”. Bu cümleyi içinden tekrar et, mantra yap, kendin de inan. Seninkinden farklı bir yaşam seçen hemcinslerine hep bu mesajı ver; “bilmemkimgillerin oğlu evleniyor, ajandama yapılacakların listesini yazdım” falan de. Yani sen de en az onun kadar önemli bir şey yapıyorsun, hatta daha önemli. Gece yatarken ertesi günkü işleri planlayarak kendini hipnotize et ve yorgunluktan uyuyakal. Çok bunalırsan, perdenin desenlerine dal git, hatta üşenme kalk yıka ütüle, olmadı nevresimlerde hayatın anlamını ara, bornozların kokusunu içine çek, halılarında tarzını yansıt. Bul işte bir şeyler. Bugün kendin için bir şey yap, bir çılgınlık yap ve yumuşatıcını değiştir mesela. Veya her hangi bir “marjinal” mutfak objesine histerik bir tutku falan duy. Ne yap ne et onu aldır. –fiile dikkat, al değil, aldır, hani bir reklam vardı yine; “beni otomobillendir” işte öyle-

Zaten söylememe gerek yok, bütün dekorasyonun kendi zevkine göre olması, seni “yansıtması” için elinden geleni yaptın mutlaka. Sen seç hepsini ve “her şey istediğin gibi olsun dedi” diye girdiğin ortamlarda gururla paylaş. Anlaşıldı mı?

Onu gördüğüne sevin! Evet! İşin bu senin! Yukarıya dikkat; bak ne diyor: Let him talk first- remember, his topics of conversation are more important than yours. İşte bu kadar. Onu rahat ettir. Bunu da fark ettirmeden yap. Gözüne sokma yani olmaz. Baskı hissetmesin. “Dört dörtlük” ol. Kendi sorunlarını kendine sakla veya kuaförüne anlat. Ya da nadiren senin gibi evli kadın arkadaşlarınla buluş, buluş dediysem ev ziyaretleri veya bir kahve içimi. Ve o eve dönmeden eve dönmüş ol, asli görevlerini unutma. Sorun dediysem, sakın kulağına küpe olsun; "kimse yoğurdum ekşi demez." Kendi evliliğinden bahsetmeyeceksin, sorun mu o ne ki, senin hayatın mükemmel, bahsetsen de "bir arkadaşım anlattı" sendromuyla paylaşacaksın. Kuaför ve alışveriş başlıca "outdoor activity" senin için. Alışveriş diyerek geçme, indirimler takip edilecek, en yeni alışveriş tapınakları belli sıklıklarda ziyaret edilecek, kampanyalar, yeni açılan yerler kaçırılmayacak. Bu arada evin patronunun verdiği elektriğe göre, yer yer bonkör yer yer tutumlu davranılacak.

Romantizm! Mutlaka "evliyiz ama biz hala aşığız" mesajını vereceksin. Bunun için yapman gereken şey basit, evdeki malzemelerle bile olur: mum! Evet. İki mum yakmak, loş ışık, belki şarap, saçma saçma birbirinizin gözlerine bakıp, tanıştığınız gün kim ne giymişti gibi şeyleri anmak evlilikte romantizmin gereklerinden. Bu anları mutlaka fotoğrafla. Kendin için değil, unutma hiç bir şeyi sadece kendin için yapmayacaksın, "çocuklarınız için" İlerde bakıp "annemiz babamız ne mutluymuş" demeleri için yap bunu. Ve bunları facebookla duyur; "balayımız" , "evlenme teklifi ederken" gibi acaip albümler yap, bunlar yıldönümlerinde güncelle ve status olarak da bunları yazarak herkese ilan et. Hatta tek başına isim bile alma, ben-kocam-soyadımız şeklinde hesap aç.

Dergileri takip et, tarifleri biriktir, mutfakta da harikalar yarat, yanılma payın yok sakın ha. Bazen “eline sağlık” diyebilir, tabi yemek yeterince iyiyse. Asla sadece emeğin takdir görmesini bekleme, emek yetmez; mükemmel olacaksın sen! Hatta “mutfak masrafından arttırıp” para bile biriktireceksin. Zorlanmayacaksın korkma, kendini bildiğin zamandan beri arkadaşların sokakta düşüp kalkarken sen hanım hanım bir kız olarak evcilik oynamayı tercih ettin, şimdi ektiğini biçeceksin. Barbi’ydi senin idolün! Ondan iş bekleme, hayatı paylaşmak falan unut bunları, seninki bir tür şirket. En fazla Amerikan filmlerinde gördüğün, sen mutfaktayken, salataya yardım etme sahnesini yaşarsın, o bile çok sana. Bunları yap ki, eve koşar adım gelsin. Seni sevdiği için falan değil, kaçıncı yüzyıldayız, bu bir yarış, ev mükemmel olsun ki, o da seni seçsin. Seni seçerek seni onurlandırsın. Aferin anladın.

Bir de bu dönemin modası; sürpriz yapmak, şaşırtıcı olmak. Beklenmedik şeyler. Ne bileyim işte, çok yaratıcı olmana gerek yok, sevdiği bir yemektir, arkadaşlarını eve davet etmektir falan öyle şeyler. Ya da en fazla cebine notlar falan koymak. Öyle abart ki, ofiste post it görünce, seni hatırlasın. Sen de kendi dünyan çerçevesinde onu ödüllendir. Gömleklerini hep ütüle mesela. Öyle iyi ol ki, "benden başkasının ütüsünü beğenmiyor caanım" desin.

Modayı takip et ama masraflı olma. Birkaç hobi edin kendine ama sakın bunlar yelkencilik, satranç, yamaç paraşütü falan gibi şeyler olmasın. “Evli barklı kadın”sın sen unutma, ahşap boyama olur, takı olur, en fazla bir hovardalık yapar seramikle ilgilenirsin, o kadar. Bu konuda da gündemi takip et, nasıl annen zeki müren kirpiği örneği için çabalıyordu, sen de yapacaksın bunu. Baktın herkes topraktan tırtırbitör yapımı dersleri alıyor, ne yap et sen de al. Spor yapacaksan bile, illa ki fitness amaçlı olacak. Sınırını bil ve aşma. Eve koşu bandı gibi çözümler düşünebilirsin. Sadece kendin gibilerle görüş, çemberin dışına çıkma ve onlarla yarış, birbirinizi aşın hep. Kazara çalışma hayatı deneyimi yaşasan bile, -ki bunu da yine hobi düzeyinde yapacaksın- sakın evi ihmal edeyim deme.

Yine bu günlerin moda bir mevzusu var; geri dönüşüm. Şimdi geri dönüşüm dediysek çok fazla bilinç beklenmiyor senden. Korkma. O erkek işi. Ülkede plastik geri dönüşümü durumu, çöp ayrıştırmak, atıklar, nükleer santraller gibi konulara kafa yormana gerek yok. Kafa yormak demişken, siyasi mevzularda da “üç çocuk yapın” üzerinden, seni ilgilendiren mesajları al, ufak tefek zam haberlerinden enflasyon hakkında ahkam kes arada, gerisine karışma, kime oy vereceğini falan sen bilmezsin, beyin bilir zaten. “Biz bilmem kimi destekliyoruz” diyeceksin, unutma simbiyotiksiniz.

Geri dönüşüm diyorduk; yapacağın şey basit, kilometrelerce öteden bir sürü yakıt harcayarak gelse bile adı “organik” olan kozmetikleri tercih edeceksin. Ve daha önemlisi; evdeki her şeyden başka bir şey yapacaksın. Bunlar kesinlikle birbirinden alakasız ve saçma olacak. Aa, senin o yaratıcı insanlardan ne farkın var; adına da tasarım diyeceksin. Örnekliyorum, pet şişeden gazetelik, kutu koladan çanta, çöp torbasından kitaplık, sigara paketinden bardakaltlığı, şişe kapaklarından kolye… Bak bir sürü örnek var. Yapabilirsin!

Bunlara nasıl yetişeceğim diye sorma, zamandan bol neyin var ki? Boş zamanın çok senin. Yetişemediğin yerde “kadın” alırsın. (O yardımcı ablalara neden “kadın” denir sahi?) Oh dört koldan temizlersiniz. Evin tanrısının toplamda 3 saat ve onu da aynı koltukta oturarak –tabi ki çünkü çalıştı geldi, yorgun, dinlemesi gerek- vakit geçirdiği evin her köşesini pırıl pırıl yapmalısın. O elinde kumanda maç izliyor olabilir, kendi geğirme sesinden seni duymuyor bile olabilir, hemen bir önceki maddelere dön, “onun anlattıkları daha önemli”, derhal gülümseyen bir ifade takın ve tvnin önüne attığı çorabı kirli sepetine alfabetik sırayla yerleştir. Ha televizyon demişken, gün içinde izliyorsan bari faydası olsun Derya Baykal izle, sınıf atlayasın varsa, Martha teyzene takıl. Gündemi takip et, senin gündemin diziler, yoksa arkadaşlarının sohbetinde sınıfta kalırsın.

Kitap okuyacaksan, dizinde battaniyen, yanında kahven, ev içinde bir konsept yarat ve dışına çıkma. Tabi öncesinde işlerini bitirmiş ol ve bunu “dinlenmek” için ayırdığın vakitte yap. Kitabın da aklını çok yormasın, bestsellerları takip et, hem diğer “evli” arkadaşlarınla konuşacak bir şeyler olur, hem de aklını asıl düşünmen gereken şeyler yerine onlarla meşgul etmemiş olursun tamam mı? Naz, niyaz, ağırdan satma mevzularına hiç girmiyorum, işini bildiğine eminim. "Zamanında peşimden çok koştu" diyebilmeni sağlayacak adımlar at. Olmadı git kendine bir cosmopolitan al, en sevdiğin kahveni “yudumlarken”, öğretileri yaşamına adapte et. –kullandığımız fillere dikkat, kahve içmek değil, yudumlamak-

İşte bütün bunları mükemmel bir şekilde yaptıktan sonra, neredeyse mükemmel kadın olacaksın! Ve o zaman eskilerin “ev hanımıyım” diyerek geçiştirdiği o şeyi üstü kapalı söylemek yerine, vurgulayarak söyleyebileceksin, sen müdür karısı olma vasfını göğsünü gere gere taşıyacaksın, çok sıkıştığında “her başarılı erkeğin arkasında…” kartını kullanacaksın.

Sakın “nasıl, neden ve ne uğruna var olmak istediğin” gibi detaylar üzerine kafa yorma. Birey olmak gibi amaçların yok, çıkar aklından. Aslında senin bir amacın da yok. İlk gençliğin boyunca, baban karar verdi her şeye, şimdi de hayatının bir bölümünü bir erkeğe endeksli yaşayacaksın, sonra çoğalacaksınız, “ona iki çocuk verdim” başlığı altında, yaşamının geri kalanını başka bir kaç canlıya –evlat önce gelse de, kocanın pabucu dama atılmayacak unutma- adayarak geçireceksin. Yukarıda da söylendiği gibi; a good wife always knows her place.

İşte, Good Wife’s Guide 2010.

Başta belgesel demiştim; işte belgeseldeki kadın üzerinde “sexy women have messy kitchens” yazan bir önlük alıyordu kendine. Gülen, mutlu, bir sürü çocuğuyla kocaman bir evde şen şakrak yaşıyordu. Karman çorman. Yaşayan bir ev. Capcanlı. Dağınık bir evde yaşanmışlık vardır çünkü, evi temizlemek ruhunuzu temizlemekle aynı kapıya çıkmaz, veya evini düzeni oranında düzenli değildir hayatınız, geleceğiniz.


Ben mi? Ben dağınık mutfağım, yarım battaniyem, benden iyi yemek pişiren sevgilimle çok mutluyum. İyi ki, birbirimize beklentiler listesi sunmuyoruz ve tabi hayal kırıklığı da yaşamıyoruz ve iyi ki, bu alışveriş hallerinden uzak bir yaşam kurduk.








05012010

Sanki yumuşacık bir bulutun içindeydik. Pofuduk.
Ve orada zamanı unuttuk. Gece ve gündüz karıştı.
Dinlendim, harika filmler izledim, kitaplar okudum, uyudum, uyandım, sevgilim şahane şeyler pişirdi ben yedim. Sürekli evde olması çok tatlı bir durumdu. Biz minicik kutumuzda, binlerce yıl hiç dışarı çıkmadan yaşayabiliriz sanırım.
5 gün boyunca toplamda 1 saat bilgisayar kullandım. Bolca ve sakince uyudum. Cici kurabiyeler pişirdim.
Emekli olmuşuz da, balık tutmaktan yeni gelmişiz gibi. Dışarda mevsimler değişmiş, biz hiç fark etmemişiz gibi.
Yeni kelimeler özleyecek kadar dinlendim. Çalışkan arı olmaya hazırım.

Yeni yıla harika başladık.

Lalalalalaaaaaaa!