2012

Dün gece biri sağımda, biri solumda, uykumun arasında sırayla onları yumuştururken, mis kokularını içime çekerken, gelecek yıla nasıl gireceğimizi düşündüm ama hayal bile edemedim. Geçen yıla hastanede girmiştik biz, sahiden oluyor mu nasıl girersen öyle devam eder denen inanç? Çünkü en çok oraya gittik tüm yıl. Neyse unutalım bunları, yeni yıla bir mektup yazdım;

Sevgili 2012;

Kardeşin 2011 zor bir yıldı, ama biz onu hep getirdiği müthiş armağanla hatırlayacağız; Güneş'imiz.

Senden,

Büyük oğluma; daha hızlı adımlar, daha çok neşe, daha çok muzurluk, yeni kelimeler, boya kalemleri, arkadaşlar, şakalar, düşen tırnağın yenisini
Küçük oğluma; büyüme enerjisi, uzun saçlar, pirinç dişler, mutluluk, kemirilecek meyveler, iştah, keyif
Her ikisine de; bol bol oyuncak, hayalgücü, kahkaha, sevgi, şefkat, kardan adam, yaz mevsimi, çiçekler, çakıl taşları, mırnav kediler, uslu köpekler, şarkılar, salatalık, gıdıklanma, çizgi filmler, kartpostallar
Sevgilime; dinçlik, kuvvet, kazanç, severek okuyacağı kitaplar, filmler, yeni kıyafetler
Bana; zaman genişliği, güç, bilgelik, yeni yemek tarifleri, spor yapma isteği, yapmak istediklerim için vakit

Ve hepimize, sağlık, huzur ve aşk getirmeni istiyorum.

Akıllı ve uslu ol, bizi yorma, yıpratma olur mu?

Az Kural, Çok Sevgi

"...Ah sevgili Mürşide Hanım, sevgili babaannem, sizden iki kuşak sonra Türk kadınları arasında mesleklerini, eğitim ve özben-lerini, anne olmaktan daha çok önemseme fırsatı bulan ve bundan utanmayanlar çıktı. Müsterih olun, rahat uyuyun."
Kumral Ada Mavi Tuna/Buket Uzuner

Kedimiz Duman geliyor aklıma sık sık. Doğum yapışı, lohusalık süreci... Evet, bence kediler de lohusa olabiliyor:) Sahiden yorgun ve huysuzdu biraz. Ama onlar etrafta yorum yapan ve anneliğine müdahale eden kimse olmadığı için daha kolay atlatıyor. O ilk halleri hep aklımda; yavrularına sarmaş dolaş oluşu, çok nadir yanımıza gelip biraz dinlenişi, sonra yeniden onlarla kucak kucağa oluşu ve tabi o aslankaplan hali. Yaklaşmamıza izin verişi ama hep gözünün üzerimizde olması. Hiç unutmuyorum bir kere süpürge açtım ve bebekleri korktu diye beni yiyecekti neredeyse.

Kendi anneliğimi onunkine benzetiyorum düşününce. Ve ikinci bebekle katmerlendi, şekillendi iyice. Çok okudum, hala okuyorum, ben kitapların faydasına çok ama çok inanıyorum. Ama beslenme listesi yapmayı bıraktım mesela. Zaman içinde hem kendimin hem bebeklerimin iç güdülerine güvenmeyi öğrendim. İlk bebekte daha gürültülüydü zihnim, şimdi sakinleşti her yer, onları ve kendimi duyabiliyorum. İkisi de yatak ve uyku yerini öğrendiler ama canları istediğinde birlikte uyuyoruz. Hala ağlatarak bir şey öğretmeye inanmıyorum ben. Çaresizlik duygusuyla kendi yatağında uyumayı öğrenmiş bir çocuk durumunu, hangi metod olursa olsun, hiç bir şekilde anlamıyorum. Zorlama hiç bir şeyin insan ruhuna faydalı olduğuna inanmıyorum.

Evet delice bir telaş evde. Bazen zor yetişiyorum, bazen gerçekten bütün kemiklerim ağrıyor. Bazı şeyler aksamıyor mu? Elbette aksıyor. Ama asgari düzeni sağlayabiliyoruz. Onlarla vakit geçirmek ve yemek meselesi öncelikli. Temizlikse; yerden bir şey alıp yutmayacakları ölçüde:)

Ben hala bebeğe anne ve babanın dışında birilerinin bakmasını anlayamıyorum. Tamamen benim düşüncem, benim anneliğim bu tabi. Hayat o kadar kısa ki, bir kaç yıl sonra okul zamanları, arkadaşları derken, bu sarılıp koklaştığımız, uzun uzun uyuduğumuz zamanlar geride kalacak. Belki çok ilkel gelecek ama; "kendim bakmayacaksam niye doğurayım ki?" diye düşünüyorum.

Az kural, çokça sevgi... Aksi şekilde büyütülmüş biri olarak, bunun insanın ruhunda açtığı yaraları görmemem imkansız olurdu. Salon olarak belirlenmiş kısım onlara ait. Karıştıramayacakları hiç bir şey yok. Olumsuzluk eki içeren kelimeler yok. Hayır var sadece, çok net bir hayır, o da prize dokunmak istediğinde, televizyona tırmanmak istediğinde sadece. Ağlatana kadar hayır değil, net bir hayır. Sadece güvenlikleri için kullanılıyor hayır kelimesi. Mesela en sevdiği oyuncaklardan biri; süpürge. "Bununla oynanmaz" demek mantıksız geliyor, çünkü bir nedeni yok. Onun merakı, büyüklerin gereksiz ve sebepsiz kurallarından, evin kirlenmesinden, dağılmasından değerli. Deliler gibi oyun oynuyoruz. Müthiş bir enerji ve keşfetme hali. Ben o "hadi oğlum küpleri dizelim" annesi olamadım, genelde o karar veriyor ve başlıyor, ben katılıyorum. Çocuk dünyası o kadar eşsiz ve sonsuz ki, aslında hiç bir yönlendirmeye ihtiyacı yok bu anlamda. Artık sürekli konuşuyor, konuşuyoruz. Kardeşle birbirlerine bayılıyorlar ve bu beni mutluluktan uçuruyor. Bazen sinirleniyor, ağlıyor, hemen ilgisini dağıtmak doğru gelmiyor, ağlamak istiyorsa ağlıyor, onu anladığımızı hissedince sakinleşiveriyor. Yemek yaparken ayağımın altında geziyor, dolapları boşaltıp dolduruyor, çöpü karıştırmaya kalkamadıkça sorun yok. Blender'ı çalıştırdığımda kikirdiyor mesela, çamaşır makinesine bakakalıyor. Kendi eliyle yiyebildiği her şeyi seviyor. Öğünlerin devamı banyoda son buluyor. Yemeye itiraz ettiğinde üstelemiyorum, bir diğer öğünde telafi ediyor, ya da en geç ertesi gün. Havaya aldırmadan sokağa çıkıyoruz, kestane falan alıyoruz. Sokakta ıvır zıvır yemek ayrı bir eğlence. "Üşümez mi?" diye muhakkak soruluyor, üşümez evet, ya da üşüse dünyanın sonu değil, burnu akar geçer. Açık hava kesinlikle şifalı bir şey. Ben bu üşüme ve aç kalma korkusunu anlamıyorum :) Oyun grubu, oyun ablası çok araştırıp, üzerine düşünüp bir türlü içime sinmeyen bir şey. Parayla sosyalleştirmek tuhaf geliyor. Park var bizim için, yakın arkadaşlarımız var. Onlarla bir araya geliyoruz, birbirlerinin saçını çekmek, oyuncakları değiş tokuş etmek ve kıkırdamak tüm yaptıkları. Sokağa çıktığımızda gördüğümüz insanlarla merhabalaşmaktan ala sosyalleşmek mi olur? Tek tük çeviri bile yapıyorum bazen, mutlu ediyor beni. Slingi hala kullanıyorum, sokakta daima ve bazen de evde sarılıp uyuyoruz. Ben anne olarak gece boyunca onları özlediğime ve sarılmak istediğime göre, onların da buna ihtiyaç duyması bana çok doğal ve normal geliyor. Kocaman yatakta dördümüz uyuyoruz bazı geceler.

İşte böyle.

me and my boyz

Bazı günler yorgunluktan hangi arada uyuyakaldığımı unutuyorum, öylesine bir telaş. Ama çoğu zaman kendi içinde düzenli bir delilik. Zamanı iyi kullanmak diye bir şey olduğuna eminim.

Şu aralar yine o "sanki kasım'a nisan kaçmış" günlerden. Dışarı çıkıyoruz. Kuşlarla simidini paylaşıyor Abi, Kardeş şaşkın şaşkın bakıp bana sokuluyor. Bazen parka gidiyoruz. "Üşümez mi bu?" diyen teyzelere aldırmıyoruz. Kırmızı burun oğluma pek yakışıyor hem. Arkadaşlar ediniyoruz, hatta bu hafta aşıda miniğimle adaş, sadece bir gün büyük ve üst sokakta oturan bir bebekle tanıştık, tam bir süpriz. En sevdiğim arkadaşlarımdan biri yakınıma taşındı, bu en güzel süpriz, benim haşarı oğlum onun prenses kızının saçını falan çekiyor, sonra kucağıma gelip ters takla atmaya çalışırken, küçük hanım kikirdiyor sadece, gülmekten ölüyoruz.

Hala süt sağmanın dünyanın en müthiş icadı olduğuna inanıyorum çünkü mesela bu sayede formül süt kullanmamıza gerek kalmadan dışarı çıkabiliyoruz. Ama bir yandan emzirmek de şahane bir şey. Minik karıncamla birlikte uyuyoruz, çok tatlı bir bebek oldu, o pek minik hallerden gürbüz bir bebek olmaya doğru gidiyor.

Bazı akşamlar çıkıp tek başıma yürüyorum, banka oturup denize bakıyorum, kestane falan yiyorum. Kısa bir süre sadece ben olmak iyi gelir sanıyorum ama uyudukları halde, bir işim olmadığı halde koşarak eve dönüyorum. Bir anda çok özlüyorum evimi, bebeklerimi, sevgilimi.

Öyle güzel geçirdik ki çocuksuz zamanları, şimdi hayatımızın burasında, böyle olmak çok güzel geliyor. Çocukları bırakıp eskisi gibi geç vakitlere dek dışarda olmak, "başbaşa yemek yemek" gibi klişelere hala ve henüz ihtiyaç duymuyoruz. Yapabildiğimiz herşeyi onlarla yapmayı seviyoruz sadece. Bana çocuklu hayatla yaşanan değişim normal ve doğal geliyor. En sevdiğim elbisemdeki kusmuk lekesini seviyorum, yorgunluktan tabanlarımın zonklamasını seviyorum, sevgilimle -evet hala sevgiliyiz- sarılırken koşarak gelen Pompikle üçümüz sarmaş dolaş olmayı seviyorum.

Bu aralar her akşam bir film izliyoruz, tv tamamen çıktı hayatımızdan. İyi de oldu, televizyondaki en bir izlediğim dizi olsa dahi yoruyor, film izlemekse sahiden zihnimi tazeliyor. Parmak uçlarımıza basarak sofra hazırlıyoruz, miniklerin uykuları o saatlerde derinleşiyor, yemek yiyoruz, film izliyoruz bebekler uyuduktan sonra. O film benim için ciddi heyecan, çünkü sevdiceğim seçiyor, getiriyor yüklüyor falan, sanki gerçekten gong sesini bekliyorum öylesine pırpır ediyor içim. Gecede bir kaç film izlediğimiz, pizzaları yuttuğumuz o eski günlerdeki gibi. Film tabi bölünüyor arada bazen, minik mıkırdamalarla.

Film faslı da bitiyor, ben mutfağı ve evi ertesi güne hazırlıyorum, kafamda bir liste sanki tek tek tik atılıyor. Biberonlar yıkanıyor, makinelerden birini çalıştırıyorum, belki ekmek makinesi, belki bulaşık-çamaşır, ertesi gün için birşeyler indiriyorum belki buzluktan ve ardından uyku.

İşte o anlar mükemmel. Yatağa yatıyorum, belki biraz kitap okuyorum, ya da bazen bir kaç dakika öylece durup evi dinliyorum. Ev sessiz, herkes uykuda. Bir günü daha sağlıkla, güzellikle, huzurla bitirmenin sakinliği. Gece kimse yokken denize girmek gibi bir şey. Öyle mutluyum ki o anlar. Dünyanın en mutlu yorgunu. Ve bu duyguyla uyumak ertesi güne tam bir enerjiyle, coşkuyla uyanmama yetiyor.

haberler

Her yere o kadar çok şey yazıyorum ki, yeniden kalemi sever oldum. Kağıtlara, defterlere, çocukların defterlerine... Bloga yazacak bir şey kalmıyor pek.

Çılgınca bir telaş, tempo. Sabahın ilk ışıklarında uyanma ve akşam geç vakte kadar aynı şenlik hali. Oyun, eğlence, küçük kardeşle ilgilenme, süt dengeleri, yemek, içmek, şarkılar... Ev sahibimiz, bebek viyaklaması değil, şarkı sesleri geldiğini söyledi bize, pek sevindik tabi.
Burada, evimize on dakika yürüme mesafesinde bir park var. Kocaman bir park, yürüyüş alanı var, havuzu var, tertemiz bankaları var. Hani filmlerde olur ya, anne kitabını okur, bebek arabada sakince etrafa bakar, ya da çocuklar mutlulukla oynar, anne oturduğu yerden onları izler sakince... Hayat şahanedir. İşte tam da o parklardan. Oraya gidiyoruz sıkça. Salıncağa bayılıyor Abi. Kardeş henüz sadece temiz havanın keyfine varıyor. Parkın yanında bir ilkokul. Birden hayaller kurarken buluyoruz kendimizi, işte çocuklar bu okula gidiyormuş, ilk yıllar sevdiceğim ya da ben götürürüm tabi, sonraki yıllar kendileri yürüyerek gidebilir, okul çıkışı bu parkta takılıyormuşuz biraz, sandviçler getirmişim, onları yiyip oyuna dalıyorlarmış. Sonra hoplaya zıplaya ev. Neden olmasın? Şimdiye hayal ettiklerimiz hep oldu. Çocuklara vermek istediğimiz hayat, burada, böyle bir evde, şehrin bu yakasındaydı. Biz hiç site içi ya da şehre bilmem kaç kilometre, ya da o karman çorman semtlerde yaşamak istemedik. Sokak çocuğu olsunlar, güvenli bir yerde büyüsünler, yan komşunun ağacından erik istesinler, sokaktan kedi getirsinler eve, iskelede balık tutsunlar... Yaşadığımız yerde tüm bunlar mümkün.
Kitaplar okuyorum, her bulduğum aralıkta. Zihnim bu telaşta eskisinden de iyi çalışıyor galiba. Mükemmel kitaplar buldum, içiyorum sanki. Yeni yeni hobiler ediniyorum, küçücük vakitlere sığıyor seviniyorum. Leziz çorbalar yapıyorum, eskiden çorba sevmediğime inanamıyorum. Gördüğüm her sebzeden çorba yapabilecek kıvama geldim, kendime gülüyorum. Hala her detayı doktora danışıyorum, bazı şeyler iki bebekli olmaya rağmen değişmiyor.
Bazen üçümüz çıkıyoruz sokağa, işte o halimiz tam komedi. Burada bizi tanıyorlar artık ama uzaklaşırsak biraz, bir bakan dönüp bir daha bakıyor. Bazen turist zannediyorlar, bazen deli sanırım. Yaşasın baby wearing, küçük kardeş slingle bana yapışık, abi ise arabada. "Orada da mı bebek var?" diye soruyolar, evet orada, cebimde, kapşonumun içinde, her yerde bebek var:)
Büyüyorlar. İlki doğumgünü pastasını kestik bir kaç gün önce. Bebeklikten çocukluğa geçiş ilginç bir süreç. Abi artık parktan dönerken mızıldıyor mesela, ben "hayır" deyince bir şeye, dudak bükebiliyor. O dudak bükmesi içime dökülüyor. Kollarını iki yana kocaman açıyor, onu kucaklamamızı istediğinde. Uyurken kendi kendine gülüyor, sabah uyandığında yatağında o incecik sesiyle şarkı söylüyor. Kardeş o ilk üç ayın klasik sorunlarını yaşamaya başladı. Rezene çayı, çeşitli karışımlar içiyor. Hala kundak seviyor. Ama gözler görülür şekilde büyüyor; aldığımız ilk tulumlar küçülüyor. Ayakları bebek kokuyor. Kafasını çeviriyor, gözleri cin cin bakıyor. Ağlaması bir kaç saniye içinde ciyaklamaya dönüşüyor.

Öyle tatlılar ki, ikisini de alıp sonsuza kadar içimde saklayasım geliyor.

bu kasım

Bu yıl kasım ayı pek şenlikli. Minik kardeş kırkını çıkardı, abi bir yaşına basacak, sevdiceğim bir yaş daha alacak, bizim birlikteliğimizin beş yılı bitti... Pek çok eşikten geçtik hep birlikte. Günler müthiş bir telaş, yorgunluk ve neşeyle geçiyor. Abi en arka dişini çıkarmayı başardı mesela, ve ona diş buğdayı da yaptık nihayet. Kardeş artık çevresiyle ilgilenmeye başladı, ve ona özel şarkılar da uydurmaya başladık. Çok güzel bir mevlüt yaptık, varlığı için, aramıza sağlıkla katıldığı için Yaratıcı'ya şükrettik. Kocaman pofuduk bir sevgi yumağı içinde yaşıyoruz sanki, her gün kendi minik evrenimizin güzellikleriyle. Tarihleri unutur haldeyim, çünkü önemini yitiriyor eğer özel bir gün değilse. Ama saatleri iyi biliyorum, bakmadan bile söylerim, mama saati, uyku saati, muhallebi saati gibi... Her günümüz yeni bir macera, biraz daha büyüyorlar, not ediyorum, fotoğraflıyorum, kaydediyorum. Sanki yine de yetmiyor. Bu günleri öyle eşsiz ki, onlar hiç hatırlayamayacak ama ben hiç unutmayacağım ve onları hep bu halleriyle hatırlayacağım sanki. Ve öyle garip ki, şimdiden özlüyorum, mümkünse içimde saklayıp tekrar tekrar yaşamak istiyorum. Annelik sahiden bir delilik hali.

Sevgili küçük mucizem;
Hayatının ilk kırk günü sana iyi bakmayı, seni mutlu etmeyi başarabilmişizdir umarım. Dudak büken, içli bakan değişik bir bebeksin sen. Bize sanatçı ruhlu olacakmışsın gibi geliyor, öyle bir sakinliğin var. Eldiven sevmemen abine benziyor, ama onun aksine emzik seviyorsun. Büyüyüp abinle ve bizimle oyun oynayacağın günler için heyecanlanıyoruz.

Seni öyle çok, öyle çok seviyoruz ki, tahmin bile edemezsin.
Annen.


Sevgili yaramaz sincabım;

Bir yaşına basmak üzeresin. Hayatımın en eşsiz, en güzel bir yılı için sana teşekkür ederim. Herşeyi merakla ve neşeyle kucakladığın bugünlerin çok güzel bebeğim. Hep böyle enerjik ol, hayat dolu ol istiyorum. Uçsuz bucaksız büyü... Büyümene heyecanla tanık oluyoruz babanla. Sana filmler, oyunlar, kitaplar hazırlıyoruz. Son günlerde "küçük primatım" diyor baban sana. Kardeşine yaklaşıp sesini incelterek "ayyyy" yaptığın anlar sevgiden kalbimiz duracak zannediyoruz.

Seni her gün artan bir sevgiyle seviyoruz.
Annen

Masalların Masalı

Nasıl anlatsam, nereden başlasam?

Son iki ay hep sancıyla geçti, ve ebeveyn olmak iki kişilik bir durum, genelde sancıları birlikte çektik sanki. Devamı sıklıkla doktora gitmek, sürekli tetkikler, bir hafta hastanede yatmak, gözüm saatte sıklık saymak, ilaç yutarken "durdursun tanrım" demek içimden, ilaçların yan etkileriyle savaşmak, çok ama çok yorulmak, bir yandan neşe küpü oğluma bir şey hissettirmemek, onunla gün boyu hoplamak zıplamak, giderek ağırlaşmak ve en kötüsü de endişeler... Ne kadar duracak, nasıl olacak, küveze girecek mi vesaire... Zor günlerdi.

Ve Güneş'imiz doğdu.

O kadar şanslıydım ki, bu süreci en uzun ve olabilecek en hafif şekilde atlatmama yardım eden bir doktorum oldu. Çok tedirgindim bu kez ameliyata girerken, insanın çocuksuzken anestezi almasıyla, çocukluyken alması arasında kesinlikle fark var. Oğlumla vedalaşıp, kardeşi getirmek üzere ameliyata gitmek daha bir zordu ilkinden. Ama hastane mükemmel. Herkeste sanki beni riskli bir sezeryan ameliyata değil, solaryuma götürüyormuşçasına bir neşe, bir rahatlık. Anestezi yayılırken, "oh" diyerek gözlerimi kapadığımı hatırlıyorum, öyle bir rahatlama. Güleryüzlü hemşireler ve mükemmel tedbirler, öyle ki, geçen seferki gibi astım sorunu yaşamadım mesela... Ödem bile kalmadı, şimdiden alyansım parmağımda. Doğurmamış gibiyim desem, abartmış mı olurum? Ama öyle hissediyorum. Çok daha farklıydı herşey bu kez ve hatta bir doğum fotoğrafçım bile oldu süprizden. Odada bizi bekleyen armağan sabunlar, kapıda yine neşeli harfler, kalbimde bir heyecan, dualar...

Güneş doğdu.

Aramıza ne zaman ve nasıl katılacağına kendi karar veren mucize bebek. İnatçı. "Tutunamaz" dediler, tutundu. "O kadar beklemez" dediler, bekledi. "Küveze girer, dayanamaz" dediler, dayandı. Şimdi sakin, munis bir bebek. Abi muzur bakardı, kardeş daha içli bakıyor. İlk görüşte aşk denen şeyin ta kendisi bu. İlk aşk gibi, ilk öpücük gibi. İlk göz ağrısı, her ikisi de. Sanki kalbim büyüdü, büyüdü ve içinden bir kalp daha doğurdu. Ve kalplerim öyle güçlü atmaya başladı ki, içimden bir anne daha çıktı, anne kare oldum. Daha güçlü bir kadın, daha çok anne oldum. Hayatın planların dışında aktığını ve bunun muhteşem bir heyecan olduğunu, suyun akışına müdahale etmemeyi bu yaşımda öğrendim.Ve sevgilim mükemmel bir kahramandı, hepimize yetişti, işe gitti, hastaneye geldi, refakatçilik etti, abi'ye baktı. Baba oğul öyle büyük bir aşkları var ki, 11 aylık kısa bacaklı bir pompik onun geliş saatini anlayıp heyecanlanıyorsa, yorgun argın işten gelen baba ellerini bile yıkamadan -"dur oğlum bir dinleneyim" ne nefret bir yaklaşımdır sahi- onunla oyuna oturuyorsa, hayat güzel demektir. Doğru bir adama "evet" dedim ben... Kendime bir baba seçsem, onun gibi olmasını isteyeceğim bir adama...

Güneş doğdu.

Ve işte o yeni bir insanın dünyaya katılmasının verdiği heyecan.  Bunun tarifi yok. Gerçekten yok. Katlanarak artan, çoğalan bir sevgi, aklını kaybetme hali. Tebrikler, duygu yoğunlukları, yemekler, hem de en sevdiklerim, lohusa şerbetleri, armağanlar. Yine emzirmek, yine rezene çayları, mükemmel yemekler yemek. Çok güzel ve bir yıla sığan iki doğuma rağmen özlemişim. 40 gün 40 gece şenlik hali. Hayat bana çok büyük bir kıyak geçmiş gibi. Öyle şımarıyor ki insan, sonsuz bir teşekkür isteği. Dostlarıma, yakınlarıma, meleklere, yaşam sevincime, 4 kişilik aileme, tabi en çok Yaratıcı'ya. O kadar büyük bir güzellik ve mutluluk ki bu, ancak sevdiklerimize, yakınlarımıza yer var kendi minik evrenimizde. "Kalbinde kötülük olan kimse yaklaşamasın evimize, bebeklerimize" duamın kabulü olmalı bu. Ve o kadar iyiyim ki, bu kez unuttum o ameliyat sonrası nekahat dönemini, çünkü bu çok büyük bir kavuşma, hayata hızla dönülmeli, beni bekleyen iki minik sevgilim var. İyi ki.

Bugün 9 günlük, mükemmel bir Pazar geçirdik. Yolda "ilk bebeğin mi?" diye soran hanıma, mutlulukla "hayır ikinci" dedim, sanırım uzaya gitsem ancak bu kadar gurur duyardım kendimle. Fiziksel yorgunluklar dışında hiç bir zor tarafı yok. Ve biz hala ikimiz bakıyoruz bebeklerimize ve eminim bir kaçı daha gelse, yine öyle yapacağız. Hayat o kadar güzelleşti, sevgimiz o kadar katmerlendi ki.

Güneş doğdu.

/

su başında durmuşuz

çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.

su serin,

çınar ulu,

ben şiir yazıyorum,

kedi uyukluyor,

güneş sıcak,

çok şükür yaşıyoruz.

suyun şavkı vuruyor bize

çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Nazım Hikmet Ran




















"ey özgürlük"

"okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını
okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara, yazarım adını
yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, krallarin tacına
en güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını
tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
gölgede değirmene yazarım.
uyanmış patikaya, serilip giden yola,
hıncahınç meydanlara adını, ey özgürlük."
/

Taşındık, nihayet.
Ben hem bebekli, hem hamile halimle -bir önceki yazıda bahsi geçen doğum-, sevdiceğim hayatının en yoğun çalıştığı döneminde...
Ama taşındık.
Tabi bu süreçte melekler faktörü etkili oldu. Biri ev buldu, biri yemekler pişirdi getirdi, biri topladı, biri yerleştirdi, biri bebek baktı, biri bana baktı... Çevremi saran ve ben söylemeden yanımda bitiveren melekler sayesinde, yorularak ama yıpranmadan bu zor dönemi rüya gibi atlattım.

Şimdi, deniz kokan bu sokakta, penceremin önünde bir bahçe... Evdekiler öğle üzeri uykusunda, ben tıkır tıkır yazıyorum, ah bir de sigara yakabilseydim diyorum. Bedenim gerçekten çok yorgun ama ruhum yepyenilendi.

Burası bizim yeni evimiz, adresi ancak sevdiklerimin kalplerine fısıldıyorum.

Şehrin aşkımızın başladığı yakasındayız. Burada eğik tavanlı bir evde geçirdik ilk yıllarımızı. Çocuksuz ve kedili. İş nedeniyle, taşındık ama hep özledik ve sevgiyle andık. Bu tarafa her geçtiğimizde, vapurdan indiğimizde eve geldiğimizi hissettik, hep.

Bahçeden köprünün ışıkları görünüyor, sokağım deniz kokuyor. Hayatın tatlı bir yavaşlığı var, sanki hep yaz mevsimi. Sabahları iskelede yürüyüş, taze simitler ve gazete, akşam güneşi yine iskelede batırmak. Çiçekli bir elbise günü geçirmeye yetiyor. Püfür püfür esintide, çay içerek gazete okunuyor. Oğlum alıştı buraya, kahvaltıyı açık havada etmeye, yolda herkese gülümsemeye, günde üç kere küvete girmeye, akşam yemeğini denize, kuşlara bakarak yemeye... Gezmekten yorgun düşüp bahçede uyumaya.

Çocuklarımın evin bahçesinde birbirlerini kovaladıklarını düşünüyorum, pencereden bakıp "kek pişti, hadi bakalım" dediğimde koşup geldiklerini... Sonra bir telaşla yine oyuna döndüklerini. Ya çok şanslıyım, ya da hayatın bir yerlerinde doğru bir şeyler yapmış olmalıyım, bütün bu güzellikleri başka türlü açıklayamıyorum.

Aklımdan pek çok düşünce geçiyor, hayatım boyunca çok iyi öğrendiğim bir şey var, onu farkediyorum. Kötülük, tıpkı iyilik gibi sonsuz bir kaynak. Nasıl melekler hep aynıysa, şeytan da öyle. Değişmiyor. Onun bir iddiası var biliyoruz; "ben üstünüm, bana secde edilecek", iş hayatınızda, hatta belki de ailenizde, etrafındakilerin onun "ayaklarına kapanarak özür dilemesini", "ona muhtaç olup sürünmesini" bekleyen insanlara bakın, işte saf kötülük. Şeytanla uzlaşamıyorsunuz, o ıslah olmuyor, onunla mantık çerçevesinde iletişim kuramıyorsunuz, çünkü nasıl iyi insanlar, iyilik yapmadan duramıyorsa, ne bileyim nedensiz bir şekilde susamış bir kediye su veriyorsa, işte kötü insanlar da, böyle nedensiz bir şekilde, o su kabını deviriyor, kediye tekme atıyor. Hep aynı şeyleri tekrarlıyor. Kötülük bir ahlak ve ne yaparsanız yapın, değişmiyor. Bu yüzden kesip atmak lazım, hastalık taşıyıcıyla bağlantıyı tamamen koparmak lazım. Çünkü nasıl iyi insanlar iyilik neşrediyorlar, kötü insanlar da kötülüğü saçıyorlar. Bağışıklık sisteminiz güçlü olabilir, ama gerek yok, çünkü pis bir şey işte ve bir şekilde sızıyor. Bu yüzden, hayatınızdaki kimlikleri her ne olursa olsun, tamamen yok olmalılar. Çünkü haketmiyorlar, çünkü virüs yaymak dışında bir amaçları yok. Unutmayın; onlar ölü ve ölülerle konuşulmaz. Kutsal bildiğim herşeyin; özgürlüğümün, aşkımın ve anneliğimin üzerine yemin ederim, çocuklarım bu tür kötülüklerin gölgesinde büyümeyecek. Onlar daha küçük yaşta, iyilik ve kötülük arasındaki, dolayısıyla iyi insan ve kötü insan arasındaki farkı ayırd edebilecek, kötüden uzak durmayı, iyiye yönelmeyi seçecekler. Belki biraz yalnız olacaklar hayatta, ama çok mutlu.

Neredeyse bir hafta olacak, ama aylardır buradaymışız gibi yerleştik, meleklerin yardımıyla. Hayatımızın bu yeni ve iki çocuklu dönemine, burada başlıyoruz. Şimdi bu oturup bu çayı içene kadar uzun bir yolculuk yaptık tabi. Kalbim yoruldu, ben yıprandım, sağlığımla ilgili tehlikeler atlattım, öfkelendim, neşelendim, savaştım, sakinleştim, umutlandım. Ama şimdi çok iyiyim, çünkü sadeleştim.

İyi ki aşık oldum Ona, iyi ki evlendik, iyi ki aramızda açtı bu çiçekler, iyi ki çoğaldı aşkımız bu minik adamlarla.

Bu evde dinlediğim ilk şarkı bu oldu. Öyle manidar ki şu günlerde...

/

"kapimin eşiğine, kabima kacağıma, içindeki aleve,
canlarin oyununa, uyanik dudaklara yazarim adini.
yikilmis evlerime, sönmüs fenerlerime, derdimin duvarina,
arzu duymaz yokluga, çirçiplak yalnizliga, yazarim adini.
geri gelen sagliga, geçen her tehlikeye,
yazarım ben adını, yazarım.
bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata,
senin için doğmuşum, haykırmaya.
ey özgürlük"

güneş

Gerçekten çok mutluyum.
Ben hayatımın burasında, yine ve yeniden, hayatın planlanabilir bir şey olmadığını tecrübe ettim. Tam da cc'leri not ederken, beslenme chartları hazırlarken, minik oğlumun her gününü detayla şekillendirirken, hayatın planlanamadığı gibi, anneliğin de tüm planların ve bilgilerin ötesinde bir durum olduğunu deneyimledim.

Daha önce hiç yaşamadığımız dönemdeyiz. Zor zamanlar geçirdik, dev dalgalar atlattık. Sonra, gemimiz rotasında ilerlerken, minik bir sapma yaşadık. Tabi biraz sallandı gemi, şaşırdık, çevremize bakındık. Etrafımızdan hızla uzaklaşan kayıklar da gördük, Kaptanın savaşması gereken korsan gemileri de. Ama bizimle yüzen yunuslar, yanımızda neşeyle kanat çırpan kuşlar, sihirli değneklerini dokunduran periler de...

O milimlik sapma, hayatımızı baştan aşağı yeniden biçimlendirdi. Bu rotanın bizi cennet kadar güzel koylara götüreceğini bilmiyorduk. Kaptan yine telaşsız ve kendinden emin. Miçolar heyecanlı.

Bugün babalar günü. Bu bana anneler gününden anlamlı geliyor, çünkü anneler gününe nice güzellemeler yapılırken ve annelik olabildiğince kutsanırken, sanki bu gün atlanıyor. Oysa ben mesela, babalığından gurur duyduğum bir adamla evliyim. Tıpkı annelik gibi, babalığın da biyolojik bağların ötesinde bir şey olduğunu büyük bir mutlulukla izliyorum.

Oğlum büyüyor. Emekliyor, minik pirinç dişler çıkarıyor, her geçen gün daha da güzelleşiyor onunla olmak. Babasıyla ilişkisi de bu oranda katmerleniyor. Başbaşa vakit geçiriyorlar, çıkıp dolaşıyorlar, birlikte oyun oynuyorlar. Artık muhakkak babasının geliş saatinde uyanıyor, onu bambaşka bir heyecanla karşılıyor. En kolay ve en kısa sürede babasıyla uyuyor.

Şimdi sakin bir limanda, Güneş'in doğmasını bekliyoruz. Hem biraz dinleniyoruz, hem de hayaller kuruyoruz, gemimizi hazırlıyoruz, yeni kamaralar yapıyoruz. Kısa bir süre sonra, yolculuğun daha büyük bir heyecanla ve daha kalabalık devam edeceği günleri merakla bekliyoruz.

Teşekkür ederim hayat, bana verdiğin herşey için.

doktorculuk

Twitter'da çok tatlı bir taze anne ekibi var. Onlarla genelde annelik, bebek, bakım gibi konularda bilgi alışverişinde bulunuyoruz. Bu gayet üstü kapalı gidiyor. Üstelik bu insanlarla biz özel hayatımızda da görüşüyoruz. Sanal bir arkadaşlık söz konusu değil. Dolayısıyla diyalogların bir başı, sonu, devamı var.

Fakat bir de, acayip bir kaç kişi var ki, mesleği örneğin; marangozluk, avukatlık, mühendislik vesaire. Ayrıca arkadaş ya da bir yakın değil. Yine de utanmadan ve tamamen orta yerden; diyet, anne sütü, bebek bakımı, ilaç gibi konularda tavsiye veriyor. Hem de kendisine sorulmadığı halde. Nedense uzman konuk olarak kendine bir yer edinmeye çalışıyor. Bu iki kişi sohbet ederken yan masadan konuya dahil olup, bütün sohbeti batırmak oluyor.

"Kilo vermek zor" yazın hemen otomatik bir yanıt: @bikbik evet emzirirken zordur, bilmem ne yiyin, bla bla için"
Kimsin sen pardon?

Bu yetmiyor, doktoru puanlıyor mesela, "iyi doktor şöyle yapar, kötü doktor bikbik der, hmm doktorun doğru söylemiş" Nasıl yani? Sen hangi sıfatla bunu söylüyorsun? Mesleğin doktorluk ya da hemşirelik mi? Tabipler odasından mı bildiriyorsun? Veya herhangi bir tecrüben var mı? Açık seçik bir şekilde ilaç adı paylaşmak yasal mı? Tvde reklam bile doğru değilken. Sen hangi bilgine güvenerek ilaç öneriyorsun? Bizim doktorumuz mesela telefonda anlattığımız herhangi bir konuya "tabloyu tam olarak görmem mümkün değil, getirin bir muayene edeyim" der". Daimi hastasıyız, ama telefondan tek bir kere ilaç önermedi.
Kimse onunla ilgilenmiyor, hatta durumunu fark edip üzülüyor ve nezaketten terslemiyor ama o bunu farketmiyor bile, özel mesajlarla aynı tacizi sürdürüyor. Çünkü çok emin, en doğruyu -her nereden öğrendiyse- o biliyor.

Teşhis alanı, çiçek bakımı, ev temizliği falan olsa tamam, ne bileyim kitap önersin, içtiği kahveyi paylaşsın harika. Ama yok nedense, her nedense ilgi alanı sağlık işleri olmuş ve şifa dağıtmayı kendine görev edinmiş.

İlkokuldaki basit ilk yardım talimatlarında dahi son madde "en yakın sağlık kuruluşuna..." diye biter. Evet, o tekdüze yaşamında yapacak daha iyi bir şeyinin olmadığının farkındayım, ama "bir genç kızın gizli defteri" dünyasında yaşamıyoruz.
Gerçekten bu tip insanların kafasına vura vura "sen doktor değilsin ve 3 yaşında olmadığın için doktorculuk oynaman da doğru değil" demek istiyorum. Sonra "şimdi bu yarılmış kafana kezzap sür, biraz acıyacak ama hem mikrobu kırıyor hem de kesinlikle iyi geliyor" demek ve hatta bunu izlemek istiyorum.

Not: Bu tür yazılarda genelde "yoksa ben miyim" yorumu gelir, ama soranların bu tür davranışlarla ilgisi yoktur. Keşke gerçekten üstüne alınması gereken hadsizler alınsa. Hem belki lokman hekimliği bırakılar, ne dersiniz, hoş olmaz mı?

Roaaaaar :)

anne sütü üzerine

İnternet çok zengin, gerçekten. Bir çok anne-bebek blogu ve deneyimleri çok şey katıyor. Ama herhangi bir doktor tavsiyesinin son derece rahat bir şekilde paylaşılmasını garip buluyorum.

Doktor konusu zaten başlı başına çok çok derin bir mesele. Ben doğumda çocuk doktoru olarak seçtiğim doktoru, birkaç hafta içerisinde değiştirdim. Telefonda ilaç önermeye kalktığında, birkaç sorumu geçiştirdiğini hissettiğimde, bir hastanın sorusunun hafife aldığını gözlemlediğimde yeni doktor araştırmalarına başlamıştım bile.

Gerçekten önemli, çünkü bir nevi bebeği birlikte büyütüyorsunuz. Benim kişisel tavsiyem; yenidoğan uzmanı bir doktor seçmek. Bu ilk dönem için ideal oluyor. Ve doktor konusunda turnusol kâğıdı olduğuna inandığım birkaç konu var;

Örneğin; emzirme konusuna yaklaşımı. Evet şaşırmayın, doktorların emzirme konusundaki yaklaşımları değişebiliyor. 2 yıla kadar emzirmeyi hangi tıp bilgisiyle anlamıyorum ama gereksiz bulan hekimler var. Rahatlıkla mama öneren, hızlı bir şekilde ek gıdaya başlatan, her şeyi kilo alımıyla hesaplayanlar var. Oysa bebek gelişimi, boy, kafa çapı vesaire gibi dengelerle bir bütündür, ve tek gösterge kilo alımı olmadığı gibi, yegane çözüm de mama desteği değildir. Çok kesin konuşuyorum çünkü bu konuda bir çok uzmana danıştım ve kendim de deneyimledim. İnanamıyorum mesela çekmecesinden promosyon mama çıkarabilen doktorların varlığına. “Sütünüz yaramıyor, zaten artık faydası yok” diyebilen doktorlara sıkı bir tokat atmak istiyorum gerçekten. Bu yaklaşımdaki bir doktorun muayenehanesini hızla terk etmenizi öneririm. Normal doğum konusundaki savaşı emzirmek söz konusu olduğunda da sürdürmek zorunda olmak çok acı değil mi?


Anne sütü büyülü bir şey. Sihirli bir iksir. Hiç unutmuyorum, ağrı kesici özelliği olduğunu okumuştum ama bebeğim 3 aylıkken, bronşit geçirdiğinde, gerçekten de emzirirken yapılan iğneyi hissetmediğinde çok şaşırmıştım. Ve bebek dostu bir hastanede olmamızın avantajıyla doktorumuz ve hemşireler emzirirken uygulamayı önermişlerdi.

Dünya sağlık örgütü’nün konuya yaklaşımın okumak isterseniz; şu linke tıklayabilirsiniz. Kabaca çevirirsek, 2 yıl ve daha fazlasında talebe bağlı emzirmeyi öneriyor. Gece ya da gündüz fark etmeksizin, bebeğin talebi doğrultusunda emzirmek. Evet kulağa zor geliyor değil mi? Bu doğal ebeveynlikte de uygulanan bir şey. Doğal ebeveynlik, birlikte uyumak, slingle gezmek gibi eğlenceli şeylerin beraberinde, emzirmeyi de şart koşuyor. Üstelik anneye de kanser riskini azaltmak başta olmak üzere birçok faydası var.

Ek gıda dönemi hakkındaki şu kitaptan alıntılar;
"Scientific rationale: Breastfeeding continues to make an important nutritional contribution well beyond the first year of life. Breastfed children at 12-23 months of age whose intake is similar to the “average” amount of breast milk consumed at that age (about 550 g/d in developing countries; WHO/UNICEF, 1998) receive 35-40% of total energy needs from breast milk (Dewey and Brown, 2002)."
"A longer duration of breastfeeding has been linked to reduced risk of childhood chronic illnesses (Davis, 2001) and obesity (Butte, 2001)"
"During illness, the need for fluids is often higher than normal. Sick children appear to prefer breast milk to other foods (Brown et al., 1990), so continued, frequent breastfeeding during illness is advisable."

Hızlı bir şekilde çevirirsek: “Bilimsel gerçek: Anne sütüyle beslenmek yaşamın ilk yılının devamında da önemli bir besin kaynağıdır. 12-23 aylar arasında anne sütüyle beslenmeye devam eden çocuklar, ihtiyaç duydukları enerjinin yüzde 35-40 arasını anne sütünden almaya devam ederler."


"Daha uzun bir emzirme dönemi, çocukluktaki kronik hastalıklar ve obezite riskini azaltır."

"Hastalıklar esnasında, sıvı ihtiyacı artar ve hasta çocuk anne sütünü diğer gıdalara tercih eder. Dolayısıyla, hastalık sırasında düzenli ve devamlı emzirme önerilir."

Ben ilk 2 ay pompadan faydalandım. Çünkü toraman bir bebek değildi ve gerçekten pompa sayesinde mama desteği olmadan güzelce toparladı. Mastit sorununu ve burada detaylandıramayacağım pek çok sorunu onunla çözdüm. Ayrıca anne bir anda olunmuyor, aslında hem öğrenilen, hem de içgüdüsel bir şey –who aynı betimlemeyi emzirmek için kullanıyor- bu nedenle, pompa aracılığıyla, 2 saatlik döngüde nöbeti babaya devrederek uyuyabiliyor ve çalışabiliyordum. Şu anda hala, uyku öğününü muhallebi yaptığımız ve uyumadan önce az emdiği için, kalan sütü sağıyor ve başka bir öğünde kullanıyorum.

Kısacası, pompa gerçekten harika bir icat fakat emzirmek tamamen tanrısal bir şey. Evet bazı anneler için meşakkatli ve hatta acı verici olabiliyor, fiziksel sorunlar var, zor bebekler var, ama bu kadar güzel bir şey için emek vermeye değmez mi? Üstelik bu bebeğin en birinci ve doğal haklarından biri değil mi? Kafasını çevirmeyi bilmeyen bebek, emmeyi bilerek geliyor dünyaya. Bu zamanlar öyle hızlı geçiyor ki, inanın hatıralarınızda uykusuz geceler değil bebeğinizle paylaştığınız bu özel anlar kalıyor. Ben doğum sancısını, mastitteki acıyı, ilk günlerdeki ağrıları, miktar hesaplamalarındaki endişeleri çoktan unuttum bile. Doğumla ilgili heyecanım ve kahkahalarım, ilk emzirme günlerine dair de; acıktığında nasıl hırsla emdiği, komik suratı ve tarifsiz kokusu kaldı aklımda. Ve daha şimdiden o anları bile özlüyorum.

Emzirme süreci öyle enteresan bir hal ki; gerçekten insanın ruhundaki belki de en ufak bencillik kırıntıları bile yok oluyor. “Sen iyi ol yeter, bebek de mutlu olur”dan ibaret bir durum olamaz annelik, bazı vazifeler var. Kabul etmek istemeseniz de bu böyle. Sadece alışveriş yapmak, tokalar takmak, oyun oynamak, yalnızca neşeli anlarda var olmak ve zor olan her şeyi bir başkasına devretmek ya da başka bir şekilde çözmek bir nevi annecilik oynamak oluyor. Tekkelerde bin yılda öğreneceğiniz bir şeyi, dakikalar içinde öğreniyor egonuz annelikle. Nirvanaya giden en kısa yol.

Ben emziremeyen kimseyi eleştirmiyorum, bilakis üzülüyorum ama bilinçli bir tercih olarak emzirmemeyi asla anlamıyorum. Ve bunun örneğini gördüm; 10. günde bilinçli bir şekilde emzirmeyi kesen anne gördüm. Yaşamının ilk saatlerinde "canım yanıyor mama verin" diyen anne gördüm. Bunu anlamıyorum işte. Çünkü bu normal doğum-sezaryen gibi bir seçim değil, çünkü emzirmek bebeğin ihtiyacı ve size ona bu konuda fikrini sormuyorsunuz. Size en çok ihtiyaç duyduğu ve bunu dile bile getiremediği dönemde onu yalnız bırakıyorsunuz. Ve bunu ileri bir davranış zannediyorsunuz, oysa "ileri" bulduğunuz bir çok ülkede yaptığınız uygulamayı hekimler asla onaylamıyor.

Doktor konusuna dönecek olursak; emzirme meselesi gerçekten ayırd edici bir özellik. Çünkü zaten zor bir dönem ve tabi ki sütünüz olmayabilir, bu durumda çözümler çok. Doktor bu konuda baskıcı olmalı demek istemiyorum ama sizi teşvik etmeli. Kesinlikle etmeli.

Çünkü mesela; Birleşmiş Miletlerin mamalar hakkında bir kanunu olduğunu biliyor muydunuz?

Maddeler şöyle;

1- Halka yönelik hiçbir mama reklamı yapılamaz.


2- Annelere ücretsiz dahi olsa numune dağıtılamaz.


3- Hiçbir sağlık kuruluşunda ürün promosyonu yapılamaz, servislerde kullanılması için ücretsiz veya düşük ücretli mama verilemez.


4- Hiçbir firma yetkilisi annelerle görüşme yapamaz.


5- Sağlık personeline hiçbir hediye veya ürün verilemez.


6- Etiketlerde suni beslenmenin üstünlükleri diye hiçbir resim veya cümle kullanılamaz, bebek resimleri konamaz.


7- Sağlık personelinin bilgilendirilmesi ilmi ve gerçekçi olmalıdır.


8- Etiketlerde anne sütünün üstünlüğü anlatılmalı, ayrıca suni beslenmenin yan tesirleri, maliyeti ve zararları belirtilmelidir.


9- Bebekler için uygun olmayan şekerli kondense sütler tavsiye edilmemelidir.


10- Bebek maması imalatçıları ve dağıtımcıları bulundukları ülkelerde bu kanun uygulanmasa bile bu kanuna uyumlu çalışmalıdırlar.

Aynı şekilde fikir alışverişi yaptığınız annelerde de benzer ayırd edici özellikler söz konusu.  Ben bilgi alışverişinde bulunduğum hiçbir arkadaşıma, kullandığım herhangi bir ilaç adı önermedim mesela. En fazla “doktorumuz bir damla önermişti, faydasını gördük, doktorunuza danışın benzer bir şey önerebilir” diyebildim. Geri kalanı haddime düşmüyor çünkü. Önerenlere de kulağımı tıkadım. "Babam doktor, bence bilmem ne kullanın", "teyzem çocuk doktoru, bu durumlar şu kullanılır", "iki çocuk büyütmüş halam diyor ki..." diyen insandan kaçın. Asla ruh sağlığı iyi durumda olamaz çünkü.

Bu nedenle, “biz hep mamayla büyüttük şekerim, hem rahat ettik hem bak sapasağlamlar” savı tamamen saçmalık. Ayrıca yapmışsınız tamam bizi ilgilendirmiyor ama bari bir de doğruymuş gibi tavsiye etmeyin. Mama kutularının bile üzerinde “ürün ilgili sağlık personelinin önerisiyle kullanılmalıdır" benzeri uyarılar var, tesadüf değil. Ve ayrıca anlamıyorum doğumdan sonra eskiye dönme konusundaki bu telaşı. 6 ay bitti, ben hala iriyim, emzirmenin verdiği bir orantısızlık da mevcut ve bundan memnunum. Telaşa gerek yok, zaman lazım. Çünkü ben anneyim.

Bunları yazmak istedim, asla ahkam kesmek için değil. Yazıda şahsi fikirlerimden çok bilimsel gerçekler ve alıntılar bulunuyor. Ama "ıyyy emzirmek mi çok banel" pervasızca yazılabiliyorsa; bence emziren anneler de deneyimlerini paylaşmalı. Bu "ayyy organik tulumlar aldım"dan daha mühim bir mesele çünkü.

Yaşasın bebek dostu hastaneler. Yaşasın o hastanelerdeki ferah ve temiz emzirme odaları.

Yaşasın emzirme yanlısı doktorlar. Anneye kilo alım baskısı yapmayan, bebeğin mutluluğunu cc’lerle ölçmeyenler. Ve yaşasın emzirme hemşireleri, emzirme gönüllüleri.

Ve tabi en büyük alkış; emzirmek için gayret eden, emek veren annelere. Herhangi bir nedenden sütü azalmış ya da kesilmişse bunun acısını ta kalbinde hissedenlere… Kulaklarınızı tıkayın ve yaşamakta olduğunuz mucizenin tadını çıkarın. Size gerçekten dünyada pek az insanın sahip olabileceği bir ayrıcalık tanınmış. Ve kesinlikle dünyanın en gurur duyulacak işini yapıyorsunuz. Yapıyoruz.

Yaşasın anne sütü! Yaşasın emziren anneler!


-----
Emzirme konusunda uzman doktordan detaylı ve net bir yazı: http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/424/anne-sutu-ve-rakipleri

Dünya sağlık örgütünde emzirme:

Ek gıdalar üzerine bir kitap:

Anne sütünün faydaları:



bombilibilibilibooom!

Bugün nihayet geldi bahar. Uzun beyaz, fırfırlı elbiseler aldım, bir kaç çift de ayakkabı. Artık yaza hazırım. Heriflerimle adaya gitmeye, yüzmeye, çimlere yayılmaya kesinlikle hazırım. Oğluma da bir sürü kısa paçalı komik şeyler aldım. Tamamız ailecek.

/

Doktora gitmelerle geçiyor şu sıralar vakit. Geçen hafta pompikle gittik. Sıra bende. Önce göz. Sonra diş. Diş acildi. Eski bir doktor, çok fena bir diş. Son üç gecedir uyumadım diyeyim. Doğum aslında büyük bir travma, hele ki planlanmamış bir sezeryansa. Ruhtaki izleri sonradan çıkıyor, insanın canı gerçekten fark etmediği kadar yanıyor. Koltuğa oturdum, o zamana kadar onlarca kere diş tedavisi olmuş ben nasıl gerginim. Ve koltuk nasıl rahat, adeta bir "çocukluğunuza inelim" koltuğu. Doktor bulutlarımın biriktiğini görünce, ağlamamı tavsiye etti, kırmadım. Oracıkta yağmur yağdı, rahatladım. Şimdi ağrısız dişlerim, etrafı pırıl gören gözlerim ve ben çok daha iyiyiz.

/

Anlamadığım bir kaç aktivite var şu hayatta. Baby shower bunlardan biri. Amaç? Hediyelerinizi alın gelin demek olsa gerek. En güzeli de aktiviteyi asla türkçeleştirememeleri "bebek için toplaşın, gelirken de hediye alın" günü düzenliyoruz denmez tabi ayıp, kelimeyi türkçe'ye katamadan olayı hayatına katmanın saçmalığı işte.


Mesele bu da değil tam olarak, çünkü yurtdışında yaşamış, çevresi bu arkadaşlarıyla dolu bir çok insan var. Onlar için bu normal olabilir, çünkü yaşanmışlık var, bir kök, bir alışkanlık ve deneyim var. Peki ya orta yerden yaşayanlar? Güngören'in göbeğinde "it's a girl" yazılı pankart açanları ne üzerinden değerlendirmeliyiz? Çok film izlemekten mütevellit, belli bir yaşam tarzına özenmek mi bu? Ve bu yaşam tarzını, kendininkine uydurmaya çalışmak mı? Ama en hafif tabirle; kitsch oluyorsun.

Bekarlığa veda olayı da benim için aynı. Ama bir fark var orada şuna da vurgu yapılıyor; kına çok avam, bekarlığa veda mı, ah çok çılgın ve bir o kadar elitiz bebeğim.

Açık konuşayım ben bunları en çok müslüman kesimde görünce yakıştıramıyorum. Aşırılığın onaylanmadığı bir inanç sisteminde, hayatında "baby shower" şımarıklığına yer vermek tamamen aptalca geliyor. Çünkü "ben de zenginim, ben de nişantaşı çocuğuyum" demek istiyorsun.

Bu nedenle insanların 40 mevlüt yapması ve onda da cupcake dağıtması komik geliyor bana. Bir sürü kağıt israfına sebep anlamsız süslerle metrekareleri donatması. Bu bir tercih tabi ama bana ısrarla tuhaf gelen bu karışım.  Amerikan banliyölerinde yaşar gibi kutlama yap ve sonra kutsal kitaptan ayetler okut. Hiç bir şeyden geri kalma. Her şeyden olsun, ver bir ortaya karışık. Düğünde çıkkıdıçık semazen oynatma hali. Bir karar ver neredesin.

/

6 ay bitiyor. İzin çıktı nihayet. Evde artık bir bisiklet, bir dönme zımbırtısı var. Kiloların çoook büyük bir kısmı gitti ama emzirme işi bitince geri gelebiliyorlar. Sporsuz olmuyor, emzirmeye güvenmekle olmuyor, diyet de yapılamıyor. Demek ki; hareket edeceğiz. Neyse ki Ebruşallıyla pilates'den başka seçenekler de var. Atalet kötü bir şey. Çok şükür bende yok. Fakat spor salonu insanı olamadım ben, o solaryumlu çubuk krakerler gibi fön bozulmadan hoppidi koşamadım. Olmuyor, olamıyor. Fakat bu bisiklet işi, işe yarayacak gibi. Zaten gün içinde 1 saat yürüyorum en az. Haydi bakalım hop!

/

Geçen seneki ahırkapı bayağılığı, bu yıl olmayacakmış, sevindim. Biz hıdırellezi her türlü kutlarız, siz açık hava görünce sapıtmaya alet etmeyin yeter ki. Sevinelim; o çakma çingeneleri, zara etekli ellerinde tef olan kızları görmeyeceğiz bu sene.

Geçen yıl, oradayken, hamileydim, yeni hamile. Daha pek kimse bilmiyordu bile. O gün pompiğimin parmaklarını saymıştık çok boyutlu görsellerde. Ve harika resimler çizmiştim, dilemiştim. O kadar güzel bir yıl geçirdim ki, hepsinin gerçekleştiğine eminim.

/

Şu aralar en sinir olduğum insan tipi, bebek olayına vakıf olmadan her şeye karışanlar. Cin olmadan adam çarpmak. Geçen alışveriş sonrası taksiye bindim mesela, mama hazırlamıştım oğluma, içireceğim, içene kadar evdeyiz uyuyacak. Doktor onayı olmadan yaptığım tek bir şey yok, 24 saat ulaşabildiğim ve sorduğum her ayrıntı soruya dahi detayla ve özenle yanıt veren bir doktorum var. Ayrıca taksicilerle muhabbet kurmak gibi bir alışkanlığım yok. Neyse, taksici şöyle girdi konuya "mama mı veriyorsunuz? Çocuğun hayatını bitirmişsiniz. Yazık, çok yazık. Benim hanımın ikizleri vardı, 1 sene sütle besledi". O anda içimden "sizin inek bayağı iyiymiş" demek geldi ama tuttum tabi kendimi. Ben sana anlatmak zorunda mıyım, hayatımın dengelerini, süt verimliliğimi, sağlık sorunlarımı vesairemi. Ayrıca ne biliyorsun, belki verdiğim mama değil, sağdığım süt. "Branşınız ne?" dedim sadece, kapadı konuyu. Rica ediyorum, tıp eğitiminin gugıldan öğrenilebilen bir şey olmadığını kabul edin artık. Bizim komşu şu ağrı kesiciyi kullanmış da iyi gelmiş kadar tehlikeli bir şey bu.

/

Hayat güzel, uyurken yan dönüp uyumayı seven fakat bir süre sonra her nedense yüzüstü oluveren ve "ne işim var benim buradaaa" çığlığıyla uyanan minik bir adam güzel. O minik adamın, beni görünce gülümsemesi güzel. Aramızda ortak bir dil oluşması güzel. Herşeyin planladığım gibi gidiyor olması güzel. Salatalıkları kemiren bir bebek güzel. Digitürk'ün radyoları güzel. Oyun oynamayı öğrenmesi güzel. Şakadan anlaması, gıdıklanması güzel.

Bombilibilibiliboooom!

mom time

Bu blogun bir anne-bebek blogu olmasından neden böylesine kaçındım bilmiyorum. Ben anne oldum yahu. Evet şu ara, Pıtıpıtı'nın yemeği, suyu, bezi kadar önemli bir şey yok gündemimde. Yazmaya elim gidip yine bebek bebek bebek diyecek olunca bırakıyorum nedense:)

5.5 ay bitti, emzirmek hala dünyanın en güzel şeyi. Pompadan çok faydalandım, süt arttırdım sayesinde, ilk ayın tecrübesizliğinde doyup doymadığını anlayabildim, sık acıktığı zamanlarda bir nefes mola verdim. Kolaylık gibi görünüyor ama bir sürü ıdı bıdı ıvır zıvır, yıka, sterilize et, tekrar içir, bikbikbik. Yine ilk dönemler ve ihtiyaç olduğunda işleri kolaylaştırıyor. Ama gerçekten emzirmek bambaşka. Çok başka bir şey. Tarif etmek zor. Daha önce bildiğim hiç bir şeye benzemiyor. Gözlerimden yaşlar geliyor bazen mutluluktan. Komik suratı, cin cin bakması, muzur bakışları, dişlerini kaşıması, babasına bakması, gülmesi, sonra dönüp emmeye devam etmesi. Ara verdiğinde gıdıklayıp güldürmem. İkimizin bildiği bir dünya sadece. O komik ayakları. Onları öpmek. Minik bezelye parmakları yemek. Daha çoraplarını çıkarmaya başlarken gülmeye başlaması. Çok çok güzel.

İçeriden gelirken bile, "çooook seviyoruuum" diye seslenince kakırdayarak gülmesi. Yazarken bile kalbim fırlayacak oluyor yerinden.

Çok çok okuyorum, kafa dengi çok tatlı arkadaşlarımla konuşuyorum. Ama muhakkak yanlış yaptığım şeyler de vardır. Ama içim rahat çünkü bence herşeyin temeli; sevgi. Gerçekten bebekler -ve henüz tecrübe etmediğim için bilmiyorum ama muhtemelen çocuklar da- sevgiye en net, en doğru karşılık veren, sevginizin en güzel şekilde karşılık bulduğu varlıklar. Sevgi varsa, bpa olmayan biberonun falan her şeyin telafisi var.

Ve çok garip, hayatımdaki pek çok insanı koyduğum yer değişiyor. Kendi içimde kırılma noktaları yaşıyorum. Ne bileyim, geçen hafta minik bir hastalık geçirdi oğlum ve acemi annenin telaşlı anlarıydı. O dakikalar yanımda olanlar öyle kıymetli ki gerçekten. Ne çok sevenimiz varmış diye bir duygu sarıyor insanı :) Ama sevgisiz insanlar da var tabi, o halle, telaşla ve endişeyle özdeşlik kuramıyorlar, bütün görebildikleri "çocuktur geçer" kadar olabiliyor, çünkü -çocukları varsa bile- bu tür bir yakınlık tatmamışlar. Hayatlarında hiç kimse için kalpleri bu denli çarpmamış. Bu çocuksuzlar, çocukluların halinden anlamıyor gibi bir şey değil. Çünkü benim pek çok arkadaşım bekar ve gayet de her şeyden anlıyorlar. Sevgisizlikle ilgili. Çok yazık işte.

İyi yönü; fark etmeden aldığım bir çok yükten kurtuluyorum, arınıyorum. Vakit kaybından, yıpratıcı hallerden, gereksiz diyaloglardan kurtuluyorum. Hakikaten kısa cümleler kurmak gibi bir şey.

İki hafta kadar önce pek sevgili Deryik'e gittim, hem de oğlumla. Büyük bir deneyimdi:) Daha önce pek çok yere, kuzene, arkadaşa gittik ama burada farklı bir şey vardı. Ondan değil ama doğrusu ev arkadaşından çekiniyordum. Derya hikayenin ta en başından beri yanımızda olan biricik bir peri. Minik adamımı seviyor. Ve dahası muhteşem abla olmasından mütevellit bebekleri tanıyor. Gözü kapalı emanet dahi edebileceğim biri. Ama ev arkadaşıyla ilk kez tanışıyordum, haliyle böyle bir durumu ve tahammül mecburiyeti yok tabi ve mesela açıkçası ben çocuksuzken, bebek insanlarına çok tahammülsüzdüm. Hala da öyleyimdir. Hiç bir zaman bir bebeksever olamadım. Yolda gördüğü bebekleri seven insanlardan değilim. Sokakta tepinerek ağlayan çocuk-bebek ve çaresiz anne karesine pek şefkatle bakamadım, olay yerinden hızla uzaklaştım. Hala da tanımadığım insanların bebeklerini hiç sevmem, şirin de bulmam. Şimdi yolda görüp baktığımda, sadece ay tahmini yapmak için oluyor bu. Bu nedenle, bebekle birlikte olduğum anlarda, bir insana rahatsızlık verme durumu en imtina ettiğim şeylerden biri. Fakat Pıtıpıtım çok efendiydi. Zaten zor bir bebek değil ve o gün bunu hepimize ispatladı. Kendi kendine yedi, uyudu, uyandı, sohbet dinledi, yerde yuvarlandı, kokoş yastıkları kemirdi. Gülücük saçtı.

Ben ne çok istemişim anne olmayı meğer. Yıllarca istemiyorum zannederken ve nihayet istediğimde hazır olup olmadığımdan endişe duyarken. Ne kadar da hazırmışım ve beklermişim.

Çok mutlu ediyor onunla vakit geçirmek. Bir anını bile kaçırmamak. Evet çalışmak hala çok zor ve yorucu. Çünkü evde olduğum müddetçe öncelik hep ona ait. Dışarıda olsam, evet çok özlerim tabi ama özellikle de gözüm arkadan kalmadan emanet edebilmişsem birine, o an saniye iş olur öncelik. Evde bu mümkün olamıyor. Kesinlikle olamıyor. Ona yaptığım çorba, o dakikalardaki oyun ihtiyacı herşeyin önüne geçebiliyor. Bazen teslim tarihleri gecikiyor ve işler aksıyor ama buna değiyor. Herşeyden önce anneyim ben. Ve bunu, bu gerçeği çok seviyorum.

aslan kaplan anneler

Bir ve iki nesil evvelki kadınların, yani annelerin ve dahası ananelerin "bizim zamanımızda çok zordu..." diye başlayan şikayetlenmelerini zerre anlamıyorum. Daha kolaydı, itiraf edin kurtulun işte.

Bir şekilde dünyaya getirdiğin çocuğu, yine öyle kalabalık içinde hop hop büyütmek çok başka bir şey bizim durumumuzdan. Tamam bir şekilde dünyaya getirmek ağır oldu belki ama, bizim kadar planlılar mıydı sahiden? Pek sanmıyorum. "Doğan büyüyor nasılsa..." lafı bu yüzden onlara ait. "Yuvarlanıp gitmek" de öyle. Biz yuvarlanamıyoruz, köşelerimiz var bizim.

Bizlerin aynı anda herşeye yetişmesi gerekiyor. Etrafımızda bir kadın topluluğu yok. Şimdiki ananeler -babaneler ya uzak, ya pek meşgul, ya da zaten biz beğenmiyoruz onları. Üzgünüm ama beğenmemekte haklıyız da. Bir garip o kuşak, ya çok sertler ya "arkadaş anne" ekolünden. İkisi birbirinden beter. O yüzden ancak oyun arkadaşı olabiliyorlar bizim için. Hem ihtiyaçlarımız farklı. Düşüncelerimiz, çocuk yetiştirmeye bakışımız farklı. Hayır birimiz diğerimizden üstün değil elbette, ama farklı. Mesela onlar öyle garip ki, hiç itiraf edememişler zorlukları, gerçek zorlukları sanki hiç yaşamamışlar, ya da basit şeyleri çok abartmışlar. Daha doğrusu; "düşün bir de çamaşırı elimde yıkıyordum..." düzeyinde yaklaşmışlar zorluklara. Aslında bu tip bir zorluk bize eminim vız gelir. Asıl mesele zor kelimesinin sözlüklerimizde farklı kavramlara tekabül etmesi belki de.

Ve mesela, ne yazık ki, benim için, bizler için film seyretmek, kitap okumak gibi şeyler yaşamsal ihtiyaçlar kategorisinde. Çıkıp tek başına yürümek, bir kız arkadaşla tiyatroya gitmek, bir üniversite daha bitirmek, bir dil daha öğrenmek hayali... Bunlar yoktu o zaman. Kabul etmeliler ki, evlilikler de farklıydı. "Koca" iş çıkışı gelir, biraz çocukla oynar, sonra uyku. Şimdi "sevgili"ler var, seçerek, aşkla yapılan evlilikler var. Bunun sonucunda birlikte zaman geçirme isteği var, aynı evin içinde çok özlemek var, o evlendiğin insanın aynı zamanda en iyi dostun olması durumu var. Koca için gerçekleştirilmesi gereken sorumluluklarla, sevgiliye gösterilmesi gereken özen çok ayrı şeyler. Bu "sevgili" deyimi içi geçmiş evliler için dalga konusu olsa da; "karı-koca" evlilikleriyle, iki sevgilinin nikah yoluyla birbirine bağlanması arasındaki açık farkı bence ancak bu kelime ifade ediyor.

Öncekiler bulaşık ve çamaşır makinesinin icadıyla kadınlığın tüm sorunu çözüldü sanıyorlar. Oysa hiç öyle değil. Biz çalışıyoruz, çalışmıyorsak endişesini taşıyoruz. Hep bir ikilem içindeyiz. Sanmayın ki çalışma meselesi sadece mecburiyetten, aslında büyük oranda ruhsal ihtiyaç, çünkü başka türlüsünü düşünemiyoruz. Süt sağmak diye bir mesele onlarda yoktu. Lohusa kadın aylarca yatardı, süt yapardı. Biz işe dönmek zorundayız, aylarca yatmak gibi bir şey yok. Üstelik bu "yatma hali" her nedense bizim çiplerimizde yok. Sorumluluklarımızdan arta kalan vakitlere yeni sorumluluklar ekliyoruz. Niyeyse yetmiyor bize bunlar, eğer çalışmıyorsak da, kişisel gelişime vakit ayrıyoruz mesela. Adı duyulmamış hobiler ediniyoruz. Bütün bu telaşede "ilk battaniyesini ben ördüm"/"çok güzel bir elbise diktim"in de peşindeyiz üstelik. O zamanlardaki gibi, "anne" veya "balık etli", "e doğurmuş kadın" diye bir vücut tipi yok mesela günümüzde, biz kilo vermek için de acele ediyoruz. Süt dengesini etkilemeden eski forma kavuşma gayreti. Ayrıca işe ya da eski kiloya dönmesek dahi, süt meselesini planlamak ve hesaplamak zorundayız. Eskisi gibi değil şimdi yediğimiz gıdalar, her yediğimiz süt yapmıyor, öyle "emdikçe gelir" olmuyor.

O kadınlar hep bir aradaydı. Birlikte hallediyorlardı işlerini. Biri pişiriyor, biri yediriyor, biri oynatıyor, biri uyutuyordu. Akşamları topluca yemekler, zıp zıp kucaktan kucağa gezerken uyuyan bebeler. Ve yine bu yüzden, "hiç yardımcı kadınım olmadı benim..." diye övünme hakkı buluyorlar kendilerinde. Oysa biz mecburuz. Matematiksel bir hesapla 24 saate baktığımızda, bir çok angarya iş için vakit yok. Gerçekten yok. Bunları bölüşecek bir kadın ekibi de yok. Şimdi mesela bir çok arkadaşıma bakıyorum, hepsinin hayatlarına bebek girdikten sonraki dönemde minnetle andıkları yegane insan; eşleri. Evet bir erkek. O zamanlar erkekler bile işten daha az yorgun geliyordu. Ama "kadın işi"ne karışmıyorlardı, kadınlar bir şekilde "çekip çeviriyor"lardı. Şimdikiler daha çok yorgun, ve kesinlikle daha fazla çalışıyorlar ama daha fazla naz çekiyorlar. Bu konuda, kesinlikle çok daha şanslıyız.

Sokakların güvenli olduğu o zamanları tercih edebilirdik belki çoğumuz? Hem böylece deliler gibi, o oyun grubu, bu aktivite ekibi araştırmamız gerekmezdi. Bu bebekler kadar bizlerin de gereksinimi, çünkü yalnızız. Evet bebeğin başına telsiz koymak gibi bir kolaylık var bu dönemde, hatta görüntülüleri falan dahi var ama o telsiz dalgaları zararlı mı endişesi beraberinde geliyor. Ben cesaret edip alamadım örneğin.  Rota aşısı var, çünkü böyle yeni bir mikrop var, ve bir de tabi uygulatmayan anneler-önermeyen doktorlar da var. Herşeyi internetten öğrenebilme lüksü ve her bildiğin ayrıntının sana kaygı olarak dönmesi durumu var. Anne sütü arttırıcı bir sürü malzeme ve "belli bir dönem sonra anne sütünün faydası kalmıyor" diyebilen doktorlar var. Yedirdiğin elma zerreciğinin organik olma, olmama ihtimalini hesaplama var. Baby tv diye bir şey ve tvnin bebekler üzerindeki zamazingosu üzerine yazılmış sayfalarca veri var. Çamaşır makinesi var, ama deterjanın organiği için saatlerce kafa patlatmak var. Bulaşık makinesi var ama parlatıcı yerine sirke mi koysam üzerine düşünmek var. Epidural diye kolay bir yöntem ve bunu kullanarak doğum yapanlara burun kıvıran hemcinsler var. Bin türlü oyuncak ve bunların içinde faydalı-faydasız, şiddete teşvik eden-etmeyen, çin malı olanı-olmayanı ayıklama derdi var. Bunların hepsi için vakit ayırmak, zamanı planlamak var... Daha sayabilirim.

Yalnızız biz işte. Camdan bakıp iki çift laf edecek komşumuz yok, doğrusu bizim cama çıkacak vaktimiz bile yok. Ama birbirimizi anlıyoruz, arkadaşlarımız var. Çok mu romantik kaçar, yalnızız ama tek başımıza değiliz bu yolculukta desem? Çünkü güzel olan şu ki; benzer şeyleri yaşıyoruz ve bizler itiraf ediyoruz. "Delirmek üzereyim bak şimdi...", "Blenderla mı yaptın, tel süzgeç mi?" diye uzun uzun konuşabildiğim arkadaşlarım var. Eskiler gibi "ay hep yaşadık kızım bunları..." diye kestirip atmıyorlar. Ve benzer şeyler yaşıyoruz, "insan kendine benzeyene yaklaşır" yüzünden ya da kuşak olarak yakın şeyler tecrübe ettiğimizden.

Kısacası, bize "daha zordu o zamanlar"la gelmeyin. Asıl şimdi daha zor, ama bir o kadar güzel. Daha yorgun ama güçlüyüz biz. Sadece "anne" değil, hem anneyiz, hem daha bir çok role sahibiz.

Yaşasın bütün zamanların aslan kaplan anneleri:)

şükran günü yemeği

Şöyle bir şey; hani Amerikan filmlerindeki Şükran günü yemeği vardır ya. Tek tek herşey için şükrederler, sıralayarak. Evet, minik elleri için, güzel kokan boynu için, o tombik ensesi için, kat kat gıdısı için, gülümsemeleri ve sağlığı için, boncuk bakan gözleri, minik burnu, bezelye parmakları için. Babasına benzeyen yanları, bana benzeyen yanları ve kimselere benzemeyen eşsiz halleri için. Kikirdemeyi öğrendiği ve gıdıklandığı için. Aksi aksi homurdandığı için. Ağlamak yerine bağırmayı tercih eden bir bebek olduğu için. Yatakta döne döne ilerleyip bizi güldürdüğü için. Emzirmek diye şahane bir şeyi, onun sayesinde yaşadığım için.

Gerçekten çok garip bir şeymiş annelik. Gözlerin doluyor sevgiden, aklını falan kesinlikle kaybediyorsun. Tam bir meczupluk. İçinde bencillik diye bir şeyin zerresi varsa, ölüveriyor. Evet, kendini de önceliyorsun ama yine onunla ilgili bu. Ben, iyi olmalıyım ki; ona faydam olsun. Ben, mutlu olmalıyım ki, onu mutlu edeyim. Ben önemliyim ve değerliyim, çünkü bu pompiğin annesiyim. Hem hiç olmadığım kadar öncelikli oldum kendi içimde, hem de hiç olmadığım kadar önemsiz.

Aşık olduğun adama bakıyorsun, o da başka bir alemde, deliler gibi seviyor ilgileniyor, bu yeni tanıdığın yönünü ayrı bir seviyorsun. Sürekli bir "daha fazla ne yapabilirim"in peşinde olmak. Minik bir adam. Bu kadar mutluluk nasıl getirebiliyor? Bu kadar koşulsuz hizmet ve sevgi hali nasıl olabiliyor? Mantık dışı kesinlikle.

Hani böyle devletin her çocuğa maaş bağladığı o ülkelerden birinde olsak, kocaman bir bahçesi olan bir evimiz olsa, angarya işlerimi paylaşabileceğim insanlar olsa, sanki 10 tane falan doğurabilir, hepsine rengarenk atkılar örebilir, kekler pişirebilirmişim gibi geliyor.

Uyurken güzel şeyler düşünür ve uykuya dalarsın ya bazen. Dün kitap okudum ben, sonra bir şeyler düşündüm. Minik ayakları ve nasıl gıdıklandığı geldi aklıma, gülmeye başladım sesli sesli. Sonra öyle daldım uykuya. Aşktan da öte bir şey varsa dünyada, işte bu o.

teyze terörü

Hayatımıza son günlerde giren "teyze terörü" kavramını hep beraber inceleyelim:)

Mesela almışım tontin oğlumu, ana kucağını tekerleklere takmışım, minimal arabamızla caddede yürüyoruz. Yürüyüş huzur ve dinginlik getirir. Hele ki, kış bebeğiyse. Kış boyu pek az çıkabildik biz, yani çıktık aslında ama böyle açık hava değildi. Artık her öğle öğününden sonra dışarı çıkıyoruz, uzun yürüyoruz, dönünce oğlum güzellik uykusuna geçiyor. Yorgunlukla mahmur oluyor ve derin derin uyuyor. Ve benim o “e.a.s.y”deki “your time” olayım başlıyor. Sevgilim eve geldiğinde ikimiz de dinlenmiş, tok ve mutlu oluyoruz. Güzel bir rutin tutturduk.

Evet, yürüyüş huzur getirir. Ama teyzeler asla. Onlar asla rahat vermez, nefes aldırmazlar. Bahsettiğim teyzeler genelde her şeyi eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen cıkcık teyze olduklarından ötürü “ay minicik bebeği çıkarmışşş” diye başlar “yüzünü örtseneee” diye devam eder. Biz kendi ailemizden insanlarla dahi belli bir mesafeyi koruduğumuz için, bu tür müdahaleleri bir de tanımadığımız birilerinin yapmasını asla anlamıyoruz. Yahu bebeğin yüzü neden örtülür? Kar kış falan değil, gayet bahar geldi ve etrafa bakması, renkler görmesi, eğlenmesi için dışarı çıkarıyorum. Yoksa kafasına cam bir fanus takar, evde yürütürüm arabasıyla. Laboratuarda büyütürüm ne bileyim. Ayrıca sana açıklamak zorunda mıyım? “Sizi ilgilendirmez” net bir yanıt olsa da onları kesmiyor. Geçen bir tanesi eliyle yüzünü örtmeye bile kalktı.

Ve bu süper fikirlerin sonu gelmiyor. “Kaç aylık bu?” Yanıtlıyorsun, ama kurtulamıyorsun, yorumlar başlıyor; “çok küçük daha”, “çok büyük ne yiyor?”, “ah yazık daha bu kadarcık bebek sokakta…” bikbikbikbikbik. Ardından seni küçümser ve acır bir tavırla gelen sorular; “kaç yaşındasın sennn ayyy” Bunu yanıtlamak yetmiyor, ardından kaç yıllık evli olduğun ve diğer sorular gelebiliyor. Özellikle de kısa saçlı “modern” teyzeler oluyor bunlar. Ben buna otomatiğe bağlanmış bir yanıt veriyorum; “26. Okulumu bitirdim, 4 yıllık evliyim, aynı zamanda çalışıyorum” Ancak böylece kafalarında çalan “ünzileee kaç koyun ediyor” şarkısı son bulabiliyor.

Sonra alışverişte mesela, bu kez slingle bağlamışım ama etrafa bakması için öne doğru duruyor adamım. "Etrafa bakması için." Kilit nokta bu. Manyak teyzeler yüzünden hep bana dönük gezmek zorunda değil ya. Ellerim serbest neyse ki. Aman tanrııım, karşıdan elini kolunu sallayarak gelen bir teyze timi görünüyor. Önce “bunda rahat mı ya, sanki boynu rahatsız” diye o güzide fikirlerini paylaşıyorlar. “Rahat.” Kesin ve net. Yok, rahat değil ben kötülük dolu bir insanım, çocuğum mutsuz olsun diye yapıyorum. Her adımı doktora danıştığımdan falan bahsetmiyorum bile. Çünkü o zaman da kesin doktor önerecek. Dokunacak olan bir tanesini uyardığımda, “bir şey yapmayız kızım” dedi, “siz değil mikroplarınız yapar teyzecim” dedim, anlamadı.

Genelde neşeli ve güleryüzlü bir insan olsam da, anne aslan olarak "groaaaaaaaar" tonunda savaşıyorum ben bu teyzelerle. Nihayet bugüne damgasını vuran son olayımız; genç bir kadın kaşla göz arasında yanaklarını sıktı. Sen kimsin ve hangi hakla dokunabiliyorsun, ayrıca en son neyi elledin mesela? Sinirden kulaklarımdan duman çıkmaya başladı. Ve kadın yanımızdan geçerken kalçalarına dokundum. Evet, ben bir kadını taciz ettim bugün. Kadın bir hışımla döndü “ne oluyor” dedi. “Nasıl, hoşunuza gitti mi ellenmek?” dedim, “işte bebekler de tanımadıkları insanlar tarafından ellenince böyle hissediyor. Taciz tacizdir.” Kadının “ama… ama…” bakışları ve kemkümleri sürerken uzaklaştım. O anki bakışlarını görmenizi isterdim.

Bence bu teyzelerin genel amacı, “sen küçüksün, bilemezsin, bakamazsın, bu dünyada bebek bakabilecek tek nesil biziz ve bizi dinlemelisin” mesajı vermek. Hayır, olay sevgi değil, çünkü sevse bebeğe dokunmaya kıyamaz. Sevgi sessizce anlatılır, sakin bir gülümseme, hoş bir bakış gibi. Ama yok teyzeler eleştirmek ve rahatsız etmek için vardır. Onlara ne yapsanız yaranamazsınız. Yanınızdan geçerken hala “minicik bebek o daha” diye söylenmeye devam ederler. Biraz yumuşak davransan, her konuda akıl vermeyi, anne sütünden mamaya binbir konuda fikirlerini beyan etmeyi sürdürürler.

Sen tanrı olabilirsin teyzecim ama gördüğün bebeğin annesi benim. Sadece ben. Ve onu kimse benden daha çok düşünemez, koruyamaz, sevemez. Anlaştık mı?

anne çizmesi

Yaşasın! Bahar geldi klişesini binlerce kere yazabilirim. Çünkü en çok bize geldi sanki. Hooop dışarı. Kedi oldu bugün, armut yedi ve etrafa şaşkın şaşkın baktı adamım. Bugün biz pompik oğlumla yürüdük yürüdük. Ve de benim ve onun en yakın arkadaşları da yanımızdaydı. 5 yaş çocuğu da ilginç bir şey, duruyor, karar veriyor, balon falan alıyor seviniyor. Çizme bile aldık, hem de "anne çizmesi" değil. Var öyle sıkıcı şeyler. Düz, tatsız, renksiz, ışıksız. Biz şahane bir şey aldık. Hem ben konversler, catlerle yürüyebildiğim kadar ince topuklarla da şahane yürürüm dimi sevgilim? Hani Çınaraltındaki gün gibi, o uzun, dik, arnavut kaldırımlı yokuşta hoplaya zıplaya yürüdüğüm gibi. :)

Hayatımız tepetaklak bu aralar, bir şeyler değişiyor, benim kıpırdayacak halim yok bazen ama ayak uydurmaya çalışıyorum. Uydurabiliyorum da galiba. Sıfırdan başlamak hep iyidir ve iyi gelir. Evet yaptım biliyorum. Ama öyle bir dönem ki; bittikten sonra sadece bu süre içinde yanımızda olanlara yer kalacak hayatımızda.

*Bir de; imkansızı istemek olacak biliyorum ama, bir önceki postuma o öfke dolu yorumu yazan zeka ve sevgi yoksununa, akıl fikir, izan ve kendine ait bir hayat, kompleksten uzak bir kişilik, dahası çeşitli meşguliyetler diliyorum.

Bu arada; markette "bebeğin ablasısınız herhalde" diyen teyzeye kucak kucak sevgiler :) Yaşımı göstermem hiç :)Öyle bir gururla "hayır annesiyim" dedim ki, hehe.

Bizimki sahiden büyük aşk :)

sıradan

Nasıl sıradanım nasıl sıradan şu sıralar:) Bayılıyorum mesela şu günlerde beni arayıp "bikbik şu sergiye gittim, bikbik şu toplantıyı kaçırmadım, ay sen evde misin?" şeklinde anlatan meşgul insanlara. "Sen ne yapıyorsun?" Yoğun bir gündem bekliyor belli ki, ama benimki çok özel, ulu orta saçılmayacak elmas taneleri. "Hiç." diyorum o yüzden ben de. Çok seviyorum "hiç" demeyi böylelerine.

Hava soğuk, oğlanla öğleden sonra yürüyüşlerimiz iptal. Burnumuzu bile çıkartamıyoruz günlerdir, "aman hasta olur" diye değil, basbayağı üşüyoruz.

Zaman zaman sıkıldığım oluyor tabi ki, yalan yok. Nefes alınca geçiyor neyse ki. Evdeyim, ev kuyu gibi, sanki ayrı bir organizma bu aralar. Çevirileri azalttım; sürekli bir aktivite, bir eğlence peşindeyiz, sesler, agular, sıkılmalar, bir neşeler, bir komiklikler. Ama konuştuğum yetişkin sayısı pek az, dahası kendimle kaldığım anlar giderek azalıyor. Ara ara kitap okuyorum o kadar.

Sonra bu akşam, Baba geliyor, ihtiyacımı anlıyor akşam rutinini devralıyor. Hava buz gibi, karanlık. Çok severim. Hadi dışarı. Uzun yürüdüm, düşündüm, düşünmedim, yürüdüm, yürüdüm.

Hava soğuk avm'ye giriyorum. Aklımı kaybediyorum. Bebekken almamıştım böyle şeyler, şimdi alabilirim, bakıyor, ilgileniyor. Şunu da alalım, bu küpleri, bu renkli halkaları, evet şunları da. Daha alırken hayal ediyorum görünce vereceği tepkiyi, şuraya bastığında ses çıkınca nasıl sevineceğini. Saklayıp nasıl tek tek ve hangi zamanlarda çıkaracağımı planlıyorum. Bildiğin hayal kuruyorum oracıkta.

Birkaç dakika sonra, görevli kadınla arkadaş olduğumuzu fark ediyorum. Tanrım, o otobüs teyzeleri vardır ya, hani çenesi düşük olur, cüzdanından çıkarır fotoğrafı "bak bu benim torunum" diye, işte onlardan beterim. "Bakın bu da benim oğlum, -cep telefonumda var fotoğrafı- sizin kız 13 aylık mı, benim oğlum 4 aylık, bakın fotoğrafı, çok neşelidir, çok tatlıdır, homur homur bir adam, yok hayır evde çalışıyorum ben, tabi sizinki de çok zor, aaa babanesi mi bakıyor, o dediğiniz biberon hangisiydi..." Kadın da anlatıyor aralıksız. Kendimi dürtüklüyorum içimden "sus" diye. Yok durduramıyorum, "ay babasıyla şimdi, evet benimki de, bu akşam işim bitmedi geciktim ama içim rahat, tabi benim de, yaşasın babalar."

Nihayet susuyoruz, kasadaki işler bitiyor, elimde koca torbalar, önce buraya girdim çünkü buradaki işlerimi halledip kendime bir şeyler bakacaktım. Ama yok yeterince zaman harcadım, oğlumu göreyim, bekler beni. Pofpofpofuduk uyanır, sarılırız yeniden uykuya dalar.

Sonra eve geliyorum, Baba yorgun savaşçı, ev sessiz, minik sevgilim uyumuş. Gidip öpüyorum onu, "seni seviyorum" diyorum, yandan çarklı gülümsüyor. O her gülümsediğinde güneş bir başka parlıyor. Bir anını bile kaçırmadığım için ne şanslı olduğumu düşünüyorum ben. O uyumaya devam ediyor.

Bizimki büyük aşk.

4 x 4

4 Mart bugün; ben bugün itibariyle 26 yaşımı bitirdim, 4 yıllık evliyim ve 4 aylık pompik yanaklı bir oğlum var. Bu yıl bana çok güzel şeyler getirdi. Çok güzel bir yerindeyim hayatımın.

Akşama minik bir yemek yiyeceğiz. Hayatımın erkekleri, kahramanlarımla bizbize.

Sevdiceğim, oğlum ve babam.

İyi ki doğdum ben!
Tabi ki zor bazen. Olmaz mı? Uykusuzum çoğu zaman. Çoğu zaman hayal meyal geçiriyorum bir kaç saati. O uykusuzluk insanda acayip bir halsizlik ve mutsuzluk yaratıyor. Evet dayanıklıyımdır ben uykusuzluğa ama dayanmak ayık kalabilmek demek, ayık kaldığım saatleri kaliteli geçirebilmek değil. Bildiğin sinirli huysuz bir kadın oluyorum. Dünya başıma yıkılmış gibiyim o anlarda ve çekilmezim. Yorgunluk çok bezdirici bir duygu oluyor.

Herşeyi bir arada yapabilmek zor. Bazı şeyleri kimseler itiraf edemiyor. Sezeryanı "ay süperdi valla, hiç bşy hissetmedim" diye aktarıyorlar. İlk bir kaç epiduralin etkisiyle mutlu olunduğunu, sonra o acıların bir anda insanı gümlettiğini söylemiyorlar mesela. Bu zaten anneler arasındaki en büyük geyik konusu. Ben normal doğurdum en bir anneyim, ben kesildim süper anneyim, ben ikisini de yaşadım tanrı sayılırım. Doğum sancısı ayrı bir şey; tren seyahatleri gibi, hani inersin ama o ilk gün hala trende gibi sallanacağını zannedersin, o his işte, her an hala sancı gelecek sanıyorsun falan bir süre. En kötüsü de; hiç birini yaşamadan ahkam kesen insanlar. Ne bileyim mesela sezeryanı "şimdiki nesil sıkıya gelemiyor" diye yorumlayanlara müthiş bir yumruk atmak istiyorum ben. Üstelik kimse yapmak istemediği bir şeye mecbur değil hayatta.

İçsel olarak çok değiştim ben. Ağlamazdım öyle çocuklara, sevmezdim de zaten. Hala bayılmıyorum ama değişti işte bir şeyler. Geçen akşam yürüyüş yaptım, dönüşte yemek bir şeyler aldım dışarıdan. Mutfakta paket yapıyorlar görüyorum, bir oğlan çocuğu 11-12 yaşlarında. Saat 8 falan. Çalışıyor orada. Evde sütünü içip çizgi film için ağlaması gereken saat. Eve ağlaya ağlaya döndüm. Ne hayalleri vardır, annesi ne çabayla süt vermiştir'den başlayarak. Sonra dünyanın bütün doğuran-emziren-lohusa kadınlarını sarıp sarmalayasım var. Öyle büyük bir şey yapıyorlar ki kadınlar, farkında bile değiller. İçinden insan çıkarmak, yaşam vermek. Ne bileyim yetmiyor kelimeler.

akord

Değişik bir devinimli hal. Tam bir "yuvarlanıp gidiyoruz" durumu. Bisiklete binmeye benzetiyorum bazen. Dikkatimi tam olarak vermem gerek, yoksa dengemiz bozuluyor. Tabi hep dikkat de gerekmiyor, bazen pedallar kendiliğinden dönüyor, sen çevreyi izliyorsun. Bazense işler rayından çıkıyor. Benim o zamanlarda herşeyi bırakıp, akort yapmam gerekiyor.

Şimdi o zamanlardan biri. Evde herşey uyumlu, kötü bir ton, bir ses yok. Hayır masam yine dağınık, bahsettiğim böyle bir şey değil. Bebeklerin de var zaman zaman buna ihtiyacı, mesela uykusunun yoldan çıktığı, ne yapacağını bilemediği anlar var. Değişikler. Belli çizgiler çekersen, ne yapacağını mini mini aklıyla kestirebilirse rahat ediyor.

Büyük konuşmayayım ama anlamıyorum çile dolu anneleri, hiç uyumadığı söylenen bebekleri, ilk üç ayı hatırlamak bile istemeyenleri, hayatlarını süt meselesiyle zehir etmelerini... Benim baktığım yerden herşey öyle basit ki. Biz sürekli bir şeylere sevinme ve kutlama halindeyiz. Evde daimi bir şenlik, şarkılar, kahkahalar. Zaman zaman zorlandığım anlar var, gerçekten pilim bitiyor dediğim günler, geceler, gözlerimin altında mor halkalar... Ve bunun tek nedeni uykusuzluk oluyor. Uykusuzluğumsa, çalışan anne olmaktan, her işini kendi halleden bir insan olmaktan, sevdiceğine vakit ayırmak isteyen bir eş olmaktan, öğle uykusu yerine yürüyüş yapmayı ya da kahve içmeyi tercih eden bir kız olmaktan, oğlunun her anında yanında olmak isteyen, onunla ilgili hiç bir şeyi bir başkasına emanet edemeyen ebeveynler olmaktan, kendine de vakit ayırmaktan geri kalmak istemeyen bir insan olmaktan ve yaptıklarının hiç birini eksik yapmaktan hoşlanmayan biri olmaktan kaynaklanıyor. Bunlar içinse feda edebileceğim ilk şey uyku olunca, evet bunu yapıyorum. Sonra telafi ediyorum tabi. Uykusuzluğa direnç en önemli yeteneğim oldu şu dönem diyebilirim.

Herşey o kadar tıkırında gidiyor ki; detay versem nazar değeceğinden korkuyorum. Bebekli hayatın bu kadar kolay ve güzel olacağını tahmin etmiyordum.
İlk üç ayın ardından şimdi bambaşka bir dönem başladı. Daha bir katmerlendi ballandı annelik. Minik adam dünyaya ve bize alıştı.

Ve benim bir tanecik sevgilim. Bu "babalık çok yakıştı" klişesi değil, daha başka bir şey. Aramızda bazen konuşularak, çoğu zaman konuşulmadan yapılan bir iş bölümü var. Onun sanki şimdiden bir ebeveynlik tarzı var. Çok neşeli, çoğu zaman rahat. Sağlık meseleleri ve bazı uygulanması gereken kurallar devreye girdiğinde pürtelaş sadece. Şu anda tamamlıyoruz birbirimizi, ileride de böyle olacağına eminim. Bazen ben telaşta o sakin, bazen tam tersi. Onun soğukkanlı olduğu konular başka, benimkiler başka. Bazı konulara ben hakim, bazılarına o. Hazır olmak diye bir durum var mı bilmiyorum, biz sadece çok istemiştik, ama hazırmışız sahiden.

Ve ben bu üç kişilik ailemizle gurur duyuyorum. Olması gerektiğine inandığım gibi bir aile kurabildiğimiz için ikimizle de gurur duyuyorum. Kimseye ihtiyaç duymayan halimizle, insanlara yük değil, neşe olabilmemizle, sakin sakin büyük işler halletmemizle, birbirimize uymamızla övünüyorum. Şimdiden o kadar uyumlu bir bıdık ki, hiç bir akşamımızı, gezmemizi zehir etmedi. Hiç bir kriz yaşatmadı. Geçen akşam çok sevdiğimiz arkadaşlarımızda yemekteyken, biraz bakındı bize katıldı, sonra pıtpıt uyudu mesela.

Buraya kadar herşeyi doğru yaptığıma inancım tam. Kendimi sıkça kontrol ediyorum. Evet Pıtıpıtı mutlu, ben mutlu, baba mutluysa; evet demek ki; o ana kadarki herşey doğru.

pofuduk

Gece olmuş uyuyor, sanki şişmiş uykudan, pofuduk bir güzellik. Taze poğaça gibi bir şey. Boynu müthiş kokuyor. İçine akan bir sıcaklıkla bakıyorsun, nereden tanıyorsun bu duyguyu düşünüyorsun. Yok benzediği bir şey yok, aşka benzetiyorlar bazıları ama değil. Aşk iniş çıkışlı, devinimli bir şey. Bunda o yok. Sabit, değişmez, ama bir yandan sürekli artan bir sevgi. Hem aşk karşılıksız da olabilir, bu değil.
Bu nedenle tam bir sevgi sözcüğü bulamıyorsun, cebindekilerse yetmiyor. Şarkılar, hitaplar uyduruyorsun. Yeni kelimeler deyişler icad ediyorsun. Sanki ne söylesen eksik kalıyor. Hep eksik kalıyor.

Ve herkeste farklı tezahür ediyordur eminim annelik, kimisi daha hassas olabiliyor, ne bileyim üzülmeye gelemiyor mesela, daha kırılganlaşıyor. Mümkün bunlar. Ama ben kendimi aslankaplan gibi hissediyorum. Hani sanki gerçekten dağları devirebilirim gibi geliyor. Hastalanıyor, sen kocaman oluyorsun, doktordan daha doktor sanki, uykusuzlukla savaşan bir süper kahraman, zor anlar oluyor, hayatın getirdikleri hep devam ediyor, gücünün azaldığı, zorlandığın anlar hep var işte, o zaman içinden biri o şarkıyı söylüyor; "but i'm a super girl, super girls don't cry".

Minik bir adam, ortalama 70 günlük. Gece yatağında uyuyor, sonra bir an seni çağırıyor, gidince bildiğin adam adam sinirlenmiş buluyorsun. Böyle homurdanıyor falan. Küçük bir herif. Küçümen yumuk yumuk. Gülüyorsun, o da gülüyor. Seni görünce gülümseyen bir çift göz. Aklını kaybetmiyorsan, sırf ona ihtiyacın olduğundan. Gözünden yaşlar geliyor sarılırken. Konuşunca yan yan bakıyor mesela, çapkın çapkın gülüyor. Allah'ım bu benim içimden mi çıktı sahi? Bu kadar güzel bir şey. Emzirmek diye bir mucize de yanında hediye.

Yıllar önce, bir büyükten dinlemiştim; aşk öyle birşeymiş ki; elini tutarken gözlerine bakmayı özlermişsin, gözlerine bakarken, saçını okşamayı... Sonsuz bir döngü. İşte bu açıdan aşka benziyor olabilir, biraz. Uyuyor uyanmasını, uyanıyor uyumasını özlüyorsun. Daha küçük halini özlüyorsun ve henüz bilmediğin büyük hallerine özlem duyuyorsun.

Çok güzel, bu yıl ajandamın dev boyutu geldi hediye. Kocaman bir moleskine. Yazacak çok şeyim var belki ondan. Geveze kuşlar gibi oldum yine. Bu hali seviyorum, kocaman bir elbisem var, eteğimde çiçekler uçuşuyor gibi. Yazıp duruyorum, acemi kelimeler. Bazen diğer bloga, ama en çok kağıda. Mektuplar yazıyorum, zarflara koyup saklıyorum. İlerde okur mu tabi, böyle şeyleri önemser mi bilmiyorum, ama öyle olsun istiyorum.

İnsanı sarhoş eden bir hal. Bağımlısı olmak an meselesi. Aklımdan uzak gelecek için cümleler kurarken buluyorum kendimi ben, "ikinci bebekte..." falan gibi. Sonra düşünüyorum tekrar, bunun için çok büyümeli yürek, benimki o kadar büyüyebilir mi acaba? Sevgiden genleşen bir şey kalp, şekil alan, dönüşen. Tabi daha şakası bu işin, yolun çok başındayım.

Ama iyi ki bu yola çıkmışız, iyi ki.

gölgeler&gerçekler

Bugün benim için güzel bir şey oldu.
Habertürk gazete alanlar için; 20. sayfada sol köşede blogum ve ayrıca bir de yazım var.

Böyle bir şeyin en çok bu dönem olması mutlu etti beni, şöyle ki;

Gölgeleri vardır herkesin. Hani sizin de olmuştur, belki lisede. Saç şeklinizi falan taklit eden. Hoşlandığınız çocuğa, sırf siz hoşlandınız diye ilgi gösteren bir sıra arkadaşı. Defterini aynı sizinki gibi kaplayan belki. Size gösterdiği alakayla boğulacağınızı hissettiğiniz. Veya annesiyle her geldiğinde, sizi tepeden tırnağa süzüp, yaptıklarınızı yapmaya çalışan bir ahbap. Güzel bir özenmeden bahsetmiyorum, kastettiğim daha çok şizofrenik bir durum, bir kopyala yapıştır hali. Ama hem öfkeli, hem sağlıksız. Daha doğru tanım; kes yapıştır hali. O sinirle ve hırsla sizi yer bile bunu yapan. Gerçekten "köprüden atlasam atlar" denecek türde bir psikolojik rahatsızlık.

Gölge doğru kelime sayılmaz. Ama kendi başına bir hiç olduğunu ifade etmek için daha iyi bir kelime bulamadım. Siz var olmadıkça, o yok. Sizden beslenmediği sürece, o bir hiç. Kendi zevkleri, kendi ruhu, kendine dair hiç bir şey yok. Bu konuda hiç de pratiği yok, çünkü yıllardır hiç kendi olmamış. Güneşe muhatap sizsiniz, pırıl pırıl parlayan, ışıltılı olan sizsiniz, o sadece karanlık yamuk yumuk manasız bir şey. Gölge gibi işte bu açıdan. Ama aslında daha çok; ne bileyim paralel bir evrendeki çarpık bir kopyanız olduğunuz düşünün. Adım adım sizi takip eden, ama asla bunu itiraf edemeyen.
Dedim ya; çoğunuzun olmuştur, ama işte kısa kısa dönemler belki. Yazlıkta aynı mayoyu giyip kikirdeyen bir kız belki. Benim hayatımda da var böyle bir tane. Keşke böyle basit olsa ama ne yazık ki çok daha köklü, eski. Seri katil hevesiyle peşimden gelen. Hayatımın, kararlarımın, seçimlerimin kötü birer kopyalarına yaşamında yer veren. Hatta yaşamını tamamen bunlardan oluşturan. Bu hastalığı yüzünden, hayatımdan çıkardığım. Ama yine de uzaktan uzağa beni izlediği yerde hala bunu tekrar eden. Blogumu bildiğini mesela kısa bir süre önce öğrendiğim ve ne yazık ki buna onun açısından "of şimdi nelere kalkışacak" hissiyle çok üzüldüğüm. Kendi benzer sevinçleri için benim kelimelerimi kullandığını gördüğüm. Çok acıklı işte.

Böylesi bir gölge için ne yapılır? İşte bu noktada çaresizsiniz, çünkü hiç. Aldırmamak bile çözüm değil, çünkü o sizi kendi dünyasının merkezine koymuş, aldırmayışınız bu durumu daha da abartmasına neden oluyor. Sinirlenmek manasız çünkü gölgeler yara almaz, zarar görmez, onlarla savaşamazsınız. İçinizden yok olmasını dilemek dahi çözüm değil; çünkü unutmayın o zaten "yok". Bu nedenle; en fazla belki acıma duygusu hissedebiliyorsunuz, çünkü bu kadar zayıf, temelsiz ve zavallı bir durum ve silik bir karakter için hissedilebilecek pek fazla bir şey yok. En fazla bir gün tedavi olmasını diliyorsunuz ama bu da zor bir ihtimal çünkü o hiç bir zaman hasta olduğunu fark edemeyecek.

İşte bu yüzden, hop bu gazete mevzuu iyi geldi. Patenti almışım gibi bir duygu :) Ben burdayım, bunlar benim kelimelerim, her birinde tarihler var, benim yaşamım, benim emekle ördüğüm kozam, benim aşkı yaşama halim, benim "üç kalp" diyerek duyurduğum hamileliğim örneğin, (aynı kelimeleri kullanmak heyecanı ve yaşananları aynı kılmıyor üzgünüm), benim mucize dolu annelik sürecim ve benim minik evrenim der gibi. İşte bu yüzden iyi geldi.

Ve tabi benim geveze kelimelerimi okuyan, önemseyen, kıymet veren birileri olmasına ve onları bir kağıtta görmemi sağlayanlara içten bir teşekkür ederim.